Türkiye 21’inci yüzyıla hallederek girdiği terör tehdidini siyasi boyuta taşıma başarısını (!) gösteren bir kadroyla yönetiliyor. Muhalefet de bu başarıyı (!) devam ettirme arzusunda olduğunu gösterdi. Yirmi yıldır devam eden yanlışlıklar zincirine bir halka da muhalefet ekledi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Siyaset kurumunun 35-40 yıldır çözemediği bir Kürt sorunu var. Kürt sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. HDP’yi meşru organ olarak görebiliriz.” Ve daha sonrasında “çözümün adresinin TBMM olması gerektiğini düşünüyoruz.” cümleleri gündemde yer buldu. Art arda bütün partilerden de açıklamalar geldi. Tartışmanın zamanlaması manidardı doğrusu. ABD ve Rusya gezilerinin koyu gölgesi altında kaldı.
Kapı açılınca içeri giren çok oldu tabi. HDP’nin meşruiyeti konuşuldu. Peki HDP meşru mu? Sandıklara düşen silahların koyu gölgesini yok sayarsak öyle görünüyor. Niçin? Çünkü hukuk işletilmiyor. Eğer işlese şimdi böyle bir tartışma konusu bile olmazdı.
Son kapatma davası karınca hızı ile ilerliyor. Daha önce hazırlanan iddianame eksiklikler yüzünden Yargıtay’a iade edildi ve yeniden hazırlandı. Ama ismindeki “Halklar” bile yeterli. Türkiye’yi, ismiyle unsurların birliği hâline getirdiği apaçık ortada zaten. İlk iddianame de terörle ilişkileri çok net ortaya koymuş durumda. Hoş, HDP’nin yetkilileri de saklamıyorlar zaten. Açılım sürecinde Hükümet, bölücübaşı ve teröristlerle pazarlığı HDP’li yöneticiler aracılığıyla yürütmüştü çünkü.
Ayrıca bir garabet daha var ki adı “Demokratik Bölgeler Partisi”. Türkiye, yasalarına aykırı bir izin daha vermiş durumda. Bu parti de kapatılmıyor. 2014 yerel seçimlerinde “batıda HDP, doğuda DBP ile seçimlere katılma” taktiğini uygulamışlardı. Ancak belediyelere kayyım atamasıyla 2019 seçimlerinde BDP geriye çekiliyor. Bu sefer de Kürdistanî İttifak adı altında bir oluşumla seçim gerçekleşiyor. Yani Türkiye, yine yasadışılığa göz yumuyor. Hâlbuki hukuk uygulansa, zor yöntem olan kayyım atamalarına gerek bile kalmazdı. Ancak arka planda yeni bir açılım düşünmüyorsanız bu yol doğru olurdu. Nitekim her zaman olduğu gibi yasaların yoluna değil kendi bildikleri yola gittiler.
Çözüm yeri nere?
Açıklamaların merkezi, Kürt sorununun (!) çözümü için TBMM’nin adres gösterilmesi. Kürt sorunu diye bir şeyin olmadığı yıllardır yazıldı ve anlatıldı. Kılıçdaroğlu’nun sözlerine HDP, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatını andıran “Tutum Belgesi” ile cevap verdi.
On maddelik deklarasyondaki ilk madde güçlü demokrasi başlığını taşıyor. “Güçlü demokrasi aynı zamanda yerinden ve yerelden yönetim anlayışını gerektirir.” diyerek özerk yönetim taleplerini ortaya koymaktalar.
Başlıklardan bir başkası Kürt sorununda (!) demokratik çözüm. “HDP, demokratik çözüm ve barış konusunda üzerine düşen her şeyi yapmaya… hazırdır” diyor. Barış varsa savaş vardır demektir. TBMM’den savaş kararı çıktı da Türk Milletinin haberi olmadı galiba. TBMM’deki bir parti -hem de Türk Milletinin içinde çıkmış- bir savaştan bahsediyor. (Yargıtay Başsavcılığı iddianamesinde bu ve bunun gibi ideolojik konuşmaları niçin ele almaz acaba?)
“…sorunun çözümü için muhataplarla diyalog kurulması…”ndan bahsediyor. Ve işaret ediyor, “Meclis, diyalog ve çözüm zeminini kurarak… başta anadili hakkı olmak üzere tüm evrensel kimlik haklarının tanınması için gerekli düzenlemelerin yapılması…” isteniyor. Yani istedikleri grup kimliği. Bu taleplerini hiç saklamadılar. Konuşurken de “Türkiye halkları için alınacak kararları biz halkımıza anlatırız” kelime kelime olmasa da HDP Genel Başkanı Pervin Buldan’nın T24 internet televizyonuna verdiği röportajda kullandığı ifadeler.
Açıklamada “Savaş politikaları, silah ve çatışma yöntemleri yerine, diyalog ve müzakere seçeneklerinin kendini tarihsel olarak dayattığı ve güncel olduğu aşikârdır.” tehdit cümleleri de var.
Ve Tutum Belgesinin son maddesi demokratik anayasa başlığıyla. “Sivil, özgürlükçü, yeni bir anayasa… Bu anayasa; farklı kültürlere, kimliklere, inançlara, anadillerine ve yaşam tarzlarına saygıya dayalı eşit yurttaşlığı esas almalıdır.” Koyu renk HDP sitesinde başlıklar dışındaki tek vurgu.
Bu tam anlamıyla Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin paylaşılması anlamına geliyor. Ve bu talepler de Atatürk’ün kurduğu CHP tarafından muhatap alınan partinin. TBMM’de konuşulacak konuların ne olduğunu ortaya koymakta.
1921 Anayasası’nın bakış açısıyla çözeriz denirse, bu da doğru değildir. Eğer böyle düşünülüyorsa ya Atatürk ve o dönemin kurucu kadrosu hiç anlaşılamamış veya sadece paravan olarak kullanılıyor demektir. 1921 Anayasası TBMM’nin çıkardığı kanunları uygulamak üzere muhtariyet veren ve vatan toprakları işgal altındayken, bir de günlük hayatı yönetmek için güç sarf etmemeyi hedef alan anayasaydı. Ve TBMM egemenliğin Türk Milletinde olduğunu her fırsatta dile getiriyordu. Çatısı altında etnik unsurlara statü verilmesi hiç konuşulmadı.
Basra harap olduktan sonra
2015 yılında bölücübaşının, hükümetin (Başbakanın) onayından geçen “Nevruz Mektubu” Diyarbakır’da meydanda okundu. Orada da “Umarım ilkesel mutabakata en kısa sürede varıp parlamento üyeleri ve İzleme Heyeti’nden teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme Komisyonundan geçerek bu kongreyi başarıyla realize etme durumunu yaşarız” diyordu. Bugün yapılmak istenenin sonu buraya çıkar. Buradan da nereye gideceğini kimse bilemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe’ye:
“Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur.” (Diyarbakır, 12 Ağustos 2005)
“Farlılıklarımızı ayrışma değil, bütünlük içinde bir terkibe ulaşma vesilesi sayıyoruz.” (AKP 6. İstişare ve Değerlendirme toplantısı, 12 Mart 2006)
“…hiçbir zaman bu ülkede Kürt gerçeğini halk görmezlikten gelmedi. Türk vatandaşım ne denli bir gerçekse, bir vakaysa, aynı şekilde Kürt vatandaşım da, Laz’ı da, Çerkez’i de, Abhaz’ı da, Roman’ı da, Arnavut’u da…” (İstanbul, 6 Kasım 2011)
“…ama bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor ki… Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut… biri diğerine üstün değildirler… (isimsiz) tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet…” (her fırsatta ve her yerde)
Sürecinden geldi ve Dolmabahçe’deki o vahim açıklamaya da “…bu hasretle beklediğimiz çağrıdır.” demişti.
“Biz Diyarbakır’da 2005 yılında size ne demişsek dün de oradaydık, bugün de aynı yerdeyiz, yarın da aynı yerde olacağız.” (Diyarbakır, 9 Temmuz 2021)
Bugün ulaşılan yer ise, TBMM’nin yeni dönem açılış konuşmasında (1 Ekim 2021) TBMM’ye:
“Hiçbirimiz için başka Türkiye yok. Hiçbirimiz için başka vatan yok. Hiçbirimiz için başka devlet yok. Hiçbirimiz için başka gelecek yok. Aklımızdan asla çıkarmamalıyız ki; Bölünerek büyüyemeyiz. Parçalanarak güçlenemeyiz. Husumeti körükleyerek kardeşliği kökleştiremeyiz. Saplantılara sarılarak demokrasimizi ilerletemeyiz.” ifadelerinde.
Bütün bunlar niçin?
21’inci yüzyılda izlenen, birbiriyle ilişkisi hiç kopmayan iç ve dış politika Türkiye’yi beka problemiyle karşı karşıya bıraktı. Kurtulabilmek için de Türk Milletinin egemenliğinin paylaşılması gibi tercihe doğru zorlamakta. Bu asla ve asla kabul edilemez…
İktidar ve muhalefetiyle benzer dil kullanılarak yürütülen bir süreç görünüyor. İtirazlar da gitgide zayıflamaya başladı sanki. Bütün bunlar hiç de hayra alâmet değil! (Bakalım 6 Ekim Çarşamba başlayacak gurup toplantılarından neler çıkacak?)
Yirmi yılda her türlü uyarıya rağmen Türkiye’yi batağa saplayan ve hâlâ da batırmaya devam eden yolda ısrar etmek boşunadır. Hatta daha da beter bir duruma düşürür. Sorun terör sorunudur, bölücülük sorunudur, sömürgeci emperyalizmin Türk Milletiyle kadimden beri süre gele hesaplaşması ve bir türlü bitiremedikleri Şark meselesidir.
Bütün bunlar eğer seçim kazanmak için yapılıyorsa yanlıştır. Bu şekilde seçim kazanılmaz. Bırakın HDP kiminle olursa olsun. Türk Milleti, HDP’ye oy verenleri de dâhil, yolunu bulur.
Yok eğer gerçekten inanarak yapılıyorsa da yanlıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesine aykırıdır.