Hukuk reformu denilmesinin hemen ardından olan bitene ve konuşulanlara bir bakalım. Yargı itibarının yerlerde süründüğü dönemde bunu katmerleştiren bir sözde seçim sonucunda anayasa mahkemesine yapılacak -kesin gözüyle bakılan- bir atama. 1950’lerden beri kurucusu ve imzacısı olduğumuz Avrupa Konseyi ve AİHM kararlarını tanımama. İçeride, adeta topçu yemini gibi ‘havada, karada denizde, her zaman ve her yerde … ‘ gibi herkesi hem de sımsıkı bağlayan anayasa 153. maddeye rağmen anayasa mahkemesi kararına bağlı olmayan bir mahkeme. İktidar mensup ve yandaşlarının yediği herzelere ve en son uyuşturucuyla yakalanan bir AKP’li ‘diplomat’ın haberine yargı kararıyla derhal karartma. Tarafsız yargıda gelinen son nokta.
İşin siyasi yanı bir tarafa. Soft hukuk açısından bakıldığında, uluslararası ve ulusal hukukta terör örgütü sayılan PKK organik ilişkisi terörle odak olma ölçütü alenen ve fiilen aşikâr olan partinin anayasa 68-69 maddelerine göre kapatılması mümkün. Bunu defalarca yaptık sonuç alamadık, demek hukuki değil. Kural varsa uygularsın, sonucuna da bakmazsın. Yerine kurulacak olanı terör odağı olduğunda gene kapatırsın. Yok bunu yap(a)mıyorsan kuralı değiştirirsin, ya da ahlaklı davranır siyaseten kullanmazsın. AİHM kararlarını beğenmeyebiliriz ama Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf ve AİHM’in yargı yetkisini de kabul etmişiz. Tanımam, uymam diyemezsiniz, beğenmiyorsanız AİHS den tek taraflı çekilirsiniz. Bu egemen devlet olarak hakkınız, hükumet olarak da yetkiniz. Ancak âkit taraf olmaya devam ederseniz uymak durumunda ve hatta zorundasınız.
Türkiye’de özellikle bugünkü siyasi konjonktürde car’i ve mer’î“hukuku savunmak” tehlikeli bir tuzağa dönüşmüş durumda. Anayasal ilkeler, temel kavramlar boş sepet gibi askıda. Örneğin ”masumiyet karinesi” anayasada yerli yerinde ama uygulamada yok hükmünde. Kesinleşmiş karar yok ama örneğin Cumhurbaşkanı/İçişleri Bakanı yargılanmakta olan birileri hakkında ”o suçludur, mahkemeden başka yönde bir karar beklemeyin” diyebiliyor. Çok bağımsız ve pek bir tarafsız yargı da derhal vaziyet alıyor. İşin kötüsü bu sözlerine itiraz edemiyor, buna yargı karar vermeli” bile diyemiyorsunuz. Çünkü kişi terör örgütüyle arasına mesafe koymayan bir siyasetçi. Herhalde adil yargılanması gerektiğini söylerseniz, bu kez de terör destekçilerini savunuyorsun diye suçlanıyorsunuz. Siyasi fikriniz ona zıt, bölücü terör karşıtlığınız da çok bariz ortadaysa, bu defa bölücülerin karşısında ”devletin yanında olmamakla” suçlanıyorsunuz. Sonuçta hukuku ve adaleti savunmaktan çekinir hale geliyorsunuz.
Bu anlayış yaygınlaşınca devletleşen parti politikalarının hukuk dışına çıkması normalleşiyor. Sonuçta toplum olarak hukuksuzluğu kabulleniyor ve hoş olmayacak akıbete yönelen bir tuzağa düşüyoruz. Halbuki bölücü siyasetin yol açabileceği zarar asla hukukun rafa kaldırılmasından daha büyük olamaz. Hukuk, devleti ete, kemiğe büründüren, can verendir. Olmayınca o korumak için çok çalıştığımız devletin öleceğini göremiyoruz. Böyle olunca iktidarın devleti kurtarma(!) yönetimi, mevcut devleti yıkma girişimine dönüşüyor. Anayasal düzeni ve buna uygun kurumları olmayan bir yeni – devlet diyemeyeceğim- bir şey inşa ediliyor sanki.
Demokratik katılım ve çoğulculuktan uzak, sıkı merkeziyetçi bir siyaset anlayışıyla iktidar, devlet teamüllerine, kurumsal geleneklere, istişareye, liyakate, ehliyete değil, tek kişiye bağlı olarak sadakatlilerle kurgulanan bir yönetim modeli inşa ediyor. Böylece her kurum merkezdeki dar bir çevrenin kontrolüne alınıyor, kamuya aidiyetler yok ediliyor. Kamu yararı yerine kişi/aile, parti yararı olunca, kamu düzeninin yerini kaosun alacağı düşünülemiyor. Ekonomik krizin, siyasi-devlet krizine dönüşme eğilimi de görülemiyor. Unutmayalım, devletin içinden hukuku çıkardığınızda ortada haydut kalır. Tehlikenin farkında mıyız?