Köprü

Cehennem boş bütün, şeytanlar burada…

   William Shakspeare

Planlamadan, siyasi hiç bir kalıba oturtmadan, içimden geldiği gibi; aklımdakileri bildiklerim ve yaşadıklarımla harmanlayarak, geçmişten bugüne bir yolculuk yapmak istiyorum bu gün.

Albert Camus  ‘’ Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.’’demiş 70-80 yıl önce…

Ben de kafamı, Osmanlı’nın son 150 yılına takmışım, kendime soruyorum: Osmanlı’ya atılan golleri koskoca İmparatorluğu yönetenler neden görmemişlerdi ya da görmüşler ama siyasi gücü kaybetmeden ve koltuklarını gözeterek dış baskılarla yaptıkları bir takım yenileşme hareketleriyle bertaraf edeceklerine mi inanmışlardı?

O zaman soru şu; ‘’Koltuğu kaybetmemek uğruna cehalet, gaflet ve hıyanete çanak mı tutulmuştu.

 ‘’Tanzimat Fermanı, Meşrutiyetler, ıslahat hareketleri, yenileşme çabaları  – idari yapılanmada bir takım değişmeler olsa bile-neden bu İmparatorluğun yaşamasını sağlayamadı?

Yoksa yapılan tüm bu çabalar sadece bir göz boyamadan mı ibaretti?

Ya da, yapılan onca yenileşme hareketi gerçekten İmparatorluğun yenileşmesi için azami önemi olan alanlarında mı yapılmıştı yoksa gelişen ve her alanda ciddi bir atılım yapan Avrupalı Devletlerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde onların emir ve istekleri doğrultusunda mı yapılmıştı?

Peki, yapılan tüm yenileşme çabalarında devletin asli unsuru olan millete sorulmuş muydu?
Sorulsaydı; sonuçları etkiler miydi?

Son sorunun cevabını şöyle verebilir miyiz acaba: Anadolu insanım, savaş olmadığı zamanlarda kazma kürek ve öküzle tarlasını sürüp, davarını, ineğini otlan, kendi yetiştirdikleriyle nafakasını çıkaran, savaş zamanında çocuklarını cepheye göndermek için yaşayan bir halk… Dünyada olup bitenden hatta İstanbul’da olup bitenden bihaber,  çalışmaktan başka bir şey bilmeyen, dinine, devletine, padişahına bağlı, gözü açılmamış.

 Zaten sistem de onun böyle yaşamasını istiyordu. Savaş zamanı şehit olan,  barış zamanı unutulan…
Matbaa 1450 tarihinde Avrupa’da piyasaya çıkmıştı. Avrupalı bilim ve teknolojide icat üstüne icat yaparken matbaayı memlekete sokmayanların tek bir mazereti vardı ’’Gâvur icadıdır, kullanılması dinen caiz değildir’’ Nedir ki, iki satırlık bir fetva!  Ve matbaa Avrupa’dan 279 yıl sonra giriyor memleketime, o da gayri Müslim bir aile eliyle.

Aslında bu matbaa meselesine fazla girmek istemiyorum her ne kadar bu konuda son dönem ulemalarımız farklı fikir geliştirmişlerse de,  İslamiyet’in bayraktarlığını yapmış bu milletin“İlmi kitapla bağlayınız” hadîsi belleğimizdeyken, inandığımız Allah’ının ilk ayeti ‘’OKU’’ değil miydi?

Anadolu’m; atımın nallarının bile Rum ve Ermenilerce yapıldığı, ticaretin sadece azınlıkların elinde olduğu garip yurdum…

1550’li yıllarda İtalya’da başlayan Rönesans’la 1789 Fransız İhtilâli ile devam eden süreç Avrupa için matematik, fizik, kimya, felsefe gibi bilimlerin ve düşünce sistemlerinin atağa kalktığı, makineleşme ve sanayi dönemi.

Sosyal, siyasi ve ekonomik yapılanmalar hep bu ‘’gâvur icatları’’ sayesinde şekilleniyordu.

Osmanlı’nın son dönemlerindeki borçlanmalar, devlet kademelerine atanan yabancılar, Anadolu’nun içlerine kadar yayılan misyoner okulları, Van, Trabzon, Diyarbakır, Kayseri, Tokat gibi coğrafi olarak birbiriyle alakalı olmayan şehirlerde casusluk yapan misyonerler eliyle Avrupa’ya gönderilen raporlar…  Ve devletin kendi eliyle verdiği ayrıcalıklar…

Sahi,  Osmanlı İmparatorluğunun sevk ve idare konusunda başvurduğu çekirdek bir milleti var mıydı, kurucu unsuru dâhil olmak üzere?

Ya, asli unsur Türk Milleti’nin sırtını dayadığı bir devleti (imparatorluğu)?

Osmanlı ne yazık ki kendi yönetimi altındaki milletlerin ihanetlerinden yakasını bir türlü kurtaramamıştır.

Buna en güzel örneklerden biridir Şerif Hüseyin.1908’de Mekke şerifi olarak tayin edilmiş olan bu adam 1925’de kendi krallığını ilan ederek İngilizlerle işbirliğine girişecek, ve Mekke’de Kâbe’yi, Medine’de Resulün Kabrini savunan Müslüman Osmanlı’nın karşısına çıkacaktır Şerif Hüseyin…

O’ndan sonra gelen oğulları Abdullah ve Faysal da babalarının izinden yürüyecektir.

Güç şartlar altında şehrin müdafaasını sürdüren Fahreddin Paşa kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine ’’Medine Kalesinden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem. Eğer mutlaka tahliye edecekseniz, buraya başka bir kumandan gönderin’’cevabını vermişti.

Şerif Hüseyin’le başlayan İngiliz-Arap dostluğu, 1948 yılında İsrail’in bölgeye yerleştirilmesi gibi bir siyasi sonuç doğuracaktır.

Mısır, Suriye, Libya, Ürdün, Filistin… Bekaa Vadisi, Asala ve PKK, İran, Irak ve Ortadoğu’nun şu içler acısı durumu yüzyıl öncesinde yapılan gafletin yüzyıl sonra ihanetle sonuçlanmasından başka nedir ki?
Ben ve Sultan, Allah’dan sonra umudumuzu İngilizlere bağladık.”ve  J. de Robeck’e “M. Kemal’e karşı Kürtleri birlikte kullanmayı teklif eden Damat Ferit.

 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde yayınlanan bir anlaşma metni şöyledir;

İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti edecek, İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.

Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat edecek.

Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır ve Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.

Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Ancak, sonraki gelişmeler bunun gerçek olma ihtimalini güçlendirmektedir. Belki de ‘’şüyuu vukuundan beter’’ bir durum.

Büyük sosyal ve siyasi çöküş Osmanlı içinde yüzlerce yıl bir sığıntı, bir asalak olarak devleti sömürenleri harekete geçirmişti. Elbette dış işbirlikçilerin himayesinde.

Anadolu’m kurtuluş mücadelesi verirken iç isyancılar kendilerini var etme kavgasını veriyorlardı. 1921’de Koçgiri isyanı Kürt aşiretlerinin bağımsız bir Kürdistan kurma gayreti değil miydi? İngiliz ve Amerikan desteğindeki Kürdistan Teali Cemiyeti organize etmemiş miydi bu isyanları?  T.B.M.M. Hükümeti;  Aşiret’in Reisi Alişan Bey’e Refahiye Kaymakam vekilliği ve kardeşi Haydar Bey’e İmraniye Bucak Müdürlüğü verilerek susturmuştu. Baytar Nuri kendisine teklif edilen Sivas Milletvekilliğini kabul etmemiş ve ayaklanmayı sürdürmeye devam etmişti.

Menemen ve Dersim İsyanları da benzer isyanlardı.

Aslında amacım bu ayaklanma ve isyanların analizi değil, Türk’ün yıllarca ekmeğini aşını paylaştığı, bir cihan imparatorluğunun bütün nimetlerini sömüren gerek dindaşları gerekse azınlıkları tarafından sırtından hançerlenmesini örneklemektir.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde bahsettiği ‘’iç ve dış bedhahlardır’’ bunlar. ‘’ Ancak bizim için dış düşmanlardan daha zararlı, daha öldürücü birileri daha vardır ki onlar da iç bedhahlardır, aramızdaki hainlerdir. Bunlar “biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” der, dış düşmanlara yanaşır, onlara hizmet ederler.  Ulusal bağımsızlığımızın en büyük düşmanı, asıl bunlardır’’.

Devletin Valisi Kambur İzzet, İstanbul Hükümeti Adliye Nazırı Ali Rüştü, Artin Cemal, Sait Molla, Ali Galip, Refi Cevat Ulunay, Şeyh Sait, Ali Batı, Anzavur, Çerkes Ethem, Damat Ferit, Ali Kemal bu örneklerdendir.

Gençler bu örnekleri iyi öğrenmelidir zira isimler farklı da olsa bunlar politikada, yönetimde, üniversitelerde, medyada, din alanında her zaman her devirde vardır,  var olmaya devam edeceklerdir

1938 Genç Türk Devletinin en acı günüdür. Mustafa Kemal Atatürk’ün defnedilmesiyle birlikte Türk Milletinin varoluş felsefesi de defnedilmiştir.3 Mayıs 1944 ise ‘’Irkçılık ve Turancılık Davasıyla’’ Türk Milliyetçilerinin tutuklanmaya başlanması kırılma noktası oluşturur.

Sonrasında gelen iktidarların tümü bu felsefenin altını oymak için içeriden ve dışarıdan beslenmiştir. CHP eliyle, SHP eliyle DP, DYP, eliyle, koalisyon hükümetleri eliyle…

1992’de DYP ve SHP koalisyon hükümetinde hazırladıkları kanun teklifinde vekiller beraberce bir karara varmışlar, milletvekili yeminindeki ‘’ Yüce Türk Milleti’’ ifadesini değiştirip içindeki TÜRK kelimesini çıkarmayı uygun görmüşlerdi. Bugün geriye dönüp baktığımızda bugünlere nasıl gelindiğini anlamamıza yeter bir örnektir almak istedikleri bu karar.

Dini, dili ve beyni ile kendini bu millete adamayanlar bu milletin çocukları olabilirler mi?

Bugün ülkemizde ve Ortadoğu’da yaşanan felaketlere baktığımızda, koltuğu kaybetmemek adına verilen tavizlerin doğurduğu sonuçları görürüz.

Ehliyet, liyakat, yeterlilik gibi kavramlar saf dışı bırakılarak sadece siyasi kimliğin esas alındığı ‘’siyasi talan’’ ne yazık ki problemlerimizin ana kaynağını oluşturmaktadır. Devletin teşvik kredileri şirket adreslerine postalanırken resmi ihaleler iktidar partilerinin il, ilçe teşkilatlarında paylaşılmakta, eğitimden ekonomiye, ulaşımdan, turizme aklımıza gelen her alanda rant paylaşımı sürmektedir. 

 İç politikada ‘’açılım’’larla, dış politikada ‘’uşaklık’’ la onurumuzu kaybettiğimiz tartışılır; Hayâ, şeref, ahlâk, adalet, dürüstlük, ölçü, usûl, erkân, ilim, irfan,  parayla alınır satılır oldu. Ne kadar paran varsa o kadar adamsın!

Aslında yazıyı fazla uzatmamak için burada kesmek istiyordum ama bugün Habertürk yazarlarından Serdar Turgut- kendisini büyük stratejist’’ ilan ettiği – Büyük Kürdistan Devletini Türkiye Kurmalıdır başlıklı yazısında: ‘’Bunun radikal bir görüş olduğunu gayet tabi ki biliyorum. Ama büyük olma hayali kuran bütün ülkelerde bu tür radikal gelecek projeksiyonları yapan insanlar olmalıdır.
Global dünyanın lider ülkelerinde bu tür düşünen insanlar devletin içinde vardırlar. Onlar ülkelerine daha büyük daha güçlü olmanın yolunu açacak bir geleceğe götüren stratejileri çizebilirler.
’’ Cümlelerini okuyunca gafletin geldiği noktayı görüp korktuğumu inkâr etmeyeceğim.

Son söz: Ülkeyi yönetmek için siyasi partiler kurulur, yıkılır, ad değiştirir yeniden piyasaya sürülür. CHP’den ayrılanların kurduğu DP seçimlerde 450 milletvekilinin 408’ini alarak iktidar olmuştu, askeri bir müdahale ile devrildi. Yerine aynı zihniyette AP ve DYP kuruldu ve sadece tabela değiştirerek ülkeyi elli yıl idare etti. 2011’de milli irade(!) İle siyasi mezarlığa intikal etti.

Karaoğlan’lı CHP %40 gibi oy oranıyla milli irade(!) Tarafından iktidar yapıldı. İşi bitince yok edildi, arkasından ANAP tezgâha çıktı. Büyük şamatalarla millete bol vaatli, çikita muzlu, bir iktidar sundu.
Onun da arkasında %40’larda bir milli irade(!) vardı, şimdi o da siyasi mezarlıktaki yerini aldı.

Sıradaki AKP, arkasındaki milli İrade %50!

Türkiye’yi yöneten partiler milli irade ile gelip milli irade ile siyasi mezarlığa gidiyorlar.

Demem o ki partiler gider-gelir…

 Uyanık olalım, olayları iyi değerlendirelim, geçmişin hatalarını bir bir önümüze alalım geleceği bu çerçevede planlayıp, dualarımızı eksik etmeyelim de milletimiz, milletler mezarlığına gitmesin zira tarih; milletler mezarlığına giden bir milletin geri döndüğünü kaydetmemiştir.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!