Suriye Denklemi

Mehmet Gençtürk

Suriye, son günlerin en büyük uluslararası gündem maddesi olarak öne çıkıyor. Uzun bir müddet daha, artan bir etkiyle gündemi meşgul edeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Türk kamuoyunun ise Suriye’de gelişen olaylardan ziyade, Türkiye’nin bu konuda alabileceği tavırlara daha çok kafa yorduğunu söylemek yersiz bir yaklaşım olmaz. Türkiye ve Suriye’nin karşılıklı olarak bir çatışma ortamına girebilme olasılığı pek çok vatandaş gibi, pek çok uzmanında kafasını kurcalayan bir öneme sahip. Zira Suriye, en büyük sınır komşumuz olmakla beraber, bünyesinde yaşanan gelişmelerin bizi etkileme derecesi de oldukça yüksek.  Suriye’den kaçarak ülkemize sığınan mültecilerin sayısı 20 binli sayılara çoktan dayanmış durumda. Suriye’yi kuşatan kaos ortamının bölge coğrafyası kadar Türkiye’yi de etkileyebilir potansiyelde olması, konunun bir diğer can alıcı noktası olarak önümüze çıkmaktadır.
“Arap Baharı” olarak adlandırılan kitle hareketi, pek çok ülkede irili ufaklı etki göstermesine karşın, sadece Tunus, Mısır ve Libya’da kesin bir sonuç yarattı. Tunus ve Mısır’da tetiklenen halk hareketleri, batı kamuoyununda yönlendirmesiyle yönetim değişiklikleri ile sonuçlandı. “Arap Baharı”, Libya’da ise Kaddafi direnişine takılmıştı. Muammer Kaddafi’nin inatçı ve kararlı tavrı, süreci uzatarak olayların daha kanlı ve şiddetli bir hal almasına sebebiyet verdi. Diğer hedef ülkelerden farklı olarak; muhalifler silahlandırıldı, ülke iç savaş ortamına çekildi ve NATO komutasındaki hava operasyonlarının desteği ile sonuca ulaşıldı. Süreç oldukça kanlı ve gerilim yüklüydü. Bu açıdan Suriye’de gelişen olayları, Libya’da açığa çıkmış süreç ile benzeştirebiliriz. Yönetime meydan okuyan muhalif gruplar ve buna aynı şiddetle karşılık veren mevcut yönetim. Benzer örnekleri bir kenara bırakacak olursak, Suriye faktörünü Libya faktöründen ayıran iki önemli özellik bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Suriye’de gelişen olayların hem bizim açımızdan hem de bölge coğrafyası açısından çok daha büyük bir kaos potansiyeline sahip olmasıdır. İkinci önemli nokta ise, Rusya ve Çin’in dolaylı olarak, İran’ın ise doğrudan Suriye’ye arka çıkmaları şeklinde yorumlanabilir. Meselenin çatışma ortamından çıkarak, kanlı bir iç savaş görünümü almasına rağmen, hala daha uluslararası bir askeri operasyona girişilmemesinin nedeni budur. Bazıları Suriye’ye şimdiye kadar herhangi bir uluslararası müdahale yapılmamasını, Suriye’nin yeterince petrol kaynağına sahip olmamasına bağlasa da, gerçek nedenin Rusya-Çin-İran üçlüsünün arka plan etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkeler Libya yönetiminin arkasında bu derece durmamışlardı. Bu somut veriye bakarak, Suriye’de ki gelişmelerin geri kalan örneklere nazaran çok daha karmaşık ve önemli bir pozisyonda olduğu sonucuna varabiliriz.
Yaşanan gelişmelere kendi açımızdan bakmak, elbette ki bizim için daha büyük bir önem arz etmektedir.  Suriye’nin ve Suriye’de yaşanan olayların bizim için etkisini kavramak için, mevcut bilgiler ışığında biraz geniş çaplı düşünmenin faydası olacaktır.  
Son çeyrek yüzyılda Suriye ile aramızdaki ikili ilişkiler, oldukça inişli ve çıkışlı bir görünüm sergiledi. Suriye, 1990’lı yılların sonuna kadar, Pkk terör örgütüne arka plan desteği veren ülkeler arasında yer almaktaydı. Terör örgütü militanlarına sınırları dâhilinde hareket kabiliyeti sunması ve örgüt elebaşlarını himaye etmesi, Suriye’nin Türkiye’ye yönelik gerçekleştirdiği istikrarsızlaştırma(destabilizasyon) politikalarının neticelerindendi.  1998 yılında, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in Hatay’da gerçekleştirdiği meşhur konuşma, Türkiye ile Suriye ilişkilerine yeni bir ayar veren sürecin başlangıcı olmuştu. Türkiye’den Suriye’ye giden mesaj gayet açıktı, “Artık sabrımız kalmadı!”
Türkiye sınırlarından gelen bu sert çıkış, Suriye’de ciddi bir tesir oluşturmuş, akabinde 20 Ekim 1998’de “Adana Mutabakatı” olarak bilinen, iki ülkenin terörle mücadelede işbirliğine yönelik anlaşma imzalanmıştı. Abdullah Öcalan, Suriye topraklarından gönderiliyor, Pkk terör örgütünün Suriye içindeki hareket kabiliyeti büyük ölçüde sınırlandırılıyordu. Bunu takip eden yıllarda, Türkiye ile Suriye’nin ikili ilişkileri olumlu bir ivme yakalayarak, iki ülke liderlerinin birbirlerine sarılarak gazetecilere poz verdiği günlere kadar geldi. Hatta 2010 yılında imzalanan bir anlaşma gereği, Türkiye ile Suriye’nin terör ve terör örgütlerine karşı işbirliği genişletiliyor, iki ülke arasındaki terörizm dayanışması en üst seviyeye çıkartılıyordu. Ta ki, “Arap baharı” dalgalar halinde Suriye sınırlarına çarpana kadar.
Suriye’nin jeostratejik konumu, meselenin ciddiyeti üzerinde önemli bir etkendir. Karışıklığın etnik ve mezhepsel bir kargaşaya yol açabilme ihtimali, bir diğer önemli unsurdur. Suriye’de ki karmaşanın tetiklenerek, etnik ve mezhepsel anlamda bir cümbüş halinde olan Ortadoğu coğrafyasını, sonu gelmeyen bir çatışma sahası haline getirebilme olasılığı da ayrıca yüksektir. Suriye örneğini, daha önceki örneklere nazaran daha tehlikeli hale getiren yapı budur. Eğer, Ortadoğu coğrafyasını karıştırmak ve istikrarsızlaştırmak istiyorsanız, yapabileceğiniz en akılcı hamle, bölgeyi etnik ve mezhepsel bir kargaşaya sürüklemek olurdu. Geçmişte yaşanmış acı deneyimler, bu tespitin en büyük ispatı olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin de, Ortadoğu geneline yayılmış bir gerilim halinden etkilenmeyeceğini iddia edersek, meseleye gereğinden fazla iyimserlik ile yaklaşmış oluruz.
Meselenin gelişim süreci üzerinde gereğinden fazla durmak, şu esnada fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Suriye coğrafyası, kendinden önceki örneklerde olduğu gibi tetiklenmiş ve karıştırılmıştır. Mevcut süreç, kimilerine göre batı dünyasının birkaç yüzyıllık “Böl-Parçala-Yönet” politikasının, daha modernize edilmiş ve makyajlanmış halinden başka bir şey değildir. Bölge coğrafyasında etkin olan dengelerin değiştirilerek; Ortadoğu ve çevresinde, “Batı sistemi ve çıkarlarına” daha uygun bir dengenin oturtulmak istendiği de oldukça açıktır. Ancak batı dünyasının tüm emellerine karşı, mevcut dengeleri korumak veya değiştirmek amacıyla girişilen hiçbir eylem, sivil kıyımının bahanesi ve gerekçesi olamaz. Halk üzerine silah doğrultmak; vicdani açıdan meşru olmadığı gibi, Suriye yönetimini ve muadillerini, tüm dünyanın gözüne “sivil katili” olarak lanse etmek isteyen batı mekanizmasına verilmiş en büyük fırsattır. Nitekim Suriye içinde gelişen süreçte bu şekilde olmuştur. Bazı gizli eller kıvılcımı yakmış, belli gruplar galeyana getirilmiş, yönetim galeyana getirilen gruplara gereğinden fazla sertlikle yanıt vermiş, sonuç olarak Suriye içinde yaratılmak istenen ortam, tam da birilerinin istediği gibi açığa çıkartılmıştır. Önemli olan bundan sonra ne olacağıdır.
Artan karışıklığa askeri bir operasyonla neşter vurma fikri, karmaşanın çözümüne yönelik en marjinal yaklaşımdır. Bu fikirdeki en çarpıcı nokta ise, ABD başta olmak üzere batı dünyasının askeri bir müdahaleye doğrudan girişmekte çekinceler göstermesidir. Meselenin bu derece dallanıp budaklanmasına karşın, Suriye’ye henüz bir askeri müdahalede bulunulmaması, bir diğer açıdan Beşar Esad yönetimini cesaretlendiren en önemli etkenlerden bir tanesidir. Suriye’nin yabana atılamayacak askeri kabiliyeti, Rusya’nın Suriye içindeki askeri varlığı ve İran yönetiminin Suriye’ye verdiği önemli destek, batı dünyası tarafından göz ardı edilmemektedir. Tüm bu etkenlere; ABD ve müttefiklerinin Afganistan ve Irak işgalleri sırasında harcadıkları muazzam kaynak ve astronomik giderleri de eklemek, Suriye’ye yönelik gerçekleştirilmek istenen askeri operasyon konusunda batı dünyasında oluşan çekincelerin daha iyi okunabilmesine yol açar. Bu sebeple, muhalifleri daha fazla desteklemek ve silahlandırmak, askeri operasyon konusunda da, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri ön plana sürmeye çalışmak, onlar açısından daha mantıklı bir yaklaşımdır. Ancak onların bu yaklaşımı, bizim menfaatlerimize oldukça ters kalmaktadır.  Suriye’de akan kan durmalıdır, evet! Fakat Suriye coğrafyasına askeri bir müdahale ile dalmak, bölgenin bir cehenneme dönüşmesini sağlayabilecek etkileri de beraberinde getirebilir. Etnik bir karmaşanın çıkma olasılığı olduğu gibi, olası bir Sünni-Şii gerilimine de sebebiyet verebilir. Dahası, Türkiye’nin İran ve Rusya ile olan ilişkilerinde ciddi bir yıpranma yaratarak, çokta olumlu seyretmeyen ilişkilerin daha fazla gerilimle buluşmasına yol açabilir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin eline bir kaos ve çatışma coğrafyasının tam merkezinde kalmaktan başka bir şey geçmez.
Meselenin bizim açımızdan bir diğer önemli noktası, Suriye’de ve bölge coğrafyasında gelişen sürecin, Pkk ve Kürtçü dinamikler üzerinde yaptığı etkidir. Bölge coğrafyasının dağılma ve ayrışma eğiliminde olmasının, vücut verilmek istenen “Büyük Kürdistan” projesine katkı sağlayacağını iddia etmek çokta abartılı bir yaklaşım olmaz.  Daha detaylı bir örnek vermek gerekirse, içinde bulunduğumuz günlerde mevcut Suriye yönetiminin, Türkiye ile arasında imzaladığı terörle mücadeleye yönelik ikili anlaşmaları ihlal ettiğini gösteren bazı somut veriler bulunmaktadır. Irak’ta yuvalanmış vaziyette bulunan Pkk kadrosunun bir kısmının Suriye’ye kaydırıldığına ve bazı örgüt yöneticilerinin Suriye istihbaratı tarafından himaye edildiğine yönelik hiçte yabana atılmaması gereken bilgiler dolaşmaktadır. Suriye yönetiminin bu manevra değişikliği, Türkiye’nin kendisine yönelik tutumuna karşı giriştiği bir karşı misilleme hamlesi olarak yorumlanabilir. Hal bu ki; Türkiye ve Suriye’nin, yanlarına İran’ı da alarak ortaklaşa yürütebileceği bir terörle mücadele stratejisi, Pkk’nın bölge coğrafyasından tasfiyesine yönelik ciddi bir süreci başlatabilirdi. Ancak yaşanan gelişmeler ve açığa çıkan süreç, bu fırsatın bir kere daha kaçırılmasına neden oldu. Suriye’yi etnik ve mezhepsel ölçekte bölerek, Suriye içindeki Kürt nüfusu Irak’ta ki Federe Kürt Yönetimi’ne bağlama planlarının var olduğu biliyoruz. Bunun gerçekleştirilebilmesi, dört ülkeden toprak kopartılarak oluşturulmak istenen “Büyük Kürdistan” projesinde yolu yarılamak anlamı taşır. Böylesi bir durumun Türkiye içindeki terör ve bölücülük faaliyetlerine hız kazandıracağı da açıktır.
Kesin bir dille ifade etmek gerekirse, bölge coğrafyası Türkiye’yi de yakından ilgilendiren keskin bir virajın eşiğindedir. Suriye’ye yönelik düzenlenebilecek askeri bir operasyon, bölge coğrafyasında taşların yerinden oynamasına ve bölge coğrafyasının karışmasına neden olabilir. Sınır komşusu olmasına rağmen, Türkiye’nin kendi başına Suriye’ye yönelik bir operasyona girişmesi, bizim açımızdan ayrıca vahim sonuçlar yaratacaktır. Suriye’nin toprak bütünlüğü bizim için ayrıca önemli bir unsurdur. Suriye’de gelişen süreç her ne olursa olsun, Suriye’nin toprak bütünlüğü mutlak suretle korunmalı ve Pkk’nın Suriye içindeki varlığının tasfiyesi sağlanmalıdır. Aksi durumda önümüzdeki yıllar, bölücülük ve terörizm açısından 1990’lı yılları mumla arayacağımız bir dönemi beraberinde getirebilir. Suriye’de yaşanan gelişmelere kayıtsız kalmak veya tam tersine gereğinden fazla müdahil olmak Türkiye açısından mantıklı değildir. Yapılması gereken; bu konuda kışkırtmalara ve komplolara karşı dikkatli olmak, soğukkanlı ve akılcı hareket etmektir. Suriye konusunda ateşe körükle gitmek, tüm Ortadoğu’yu geri dönülmeyecek yollara sokabilir.  
Beşar Esad ismine, batı dünyası tarafından kesin bir şekilde çizik atıldı. Esad yönetiminin devrilmesi veya devre dışı kalması için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu sebeple; bu konu ve beraberinde getireceği süreç, uzun bir müddet daha başımızı ağrıtmaya devam edecek. Önemli olan işlerin daha fazla karışmasını ve daha kötü sonuçları beraberinde getirmesini engellemektir. 

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!