Kimi zaman bir ‘itirafçı’, kimi zaman ‘gizli’ bir ‘tanık’ kimi zaman da ‘gündeme tutunmaya çalışan birisi’ akla ziyan bir iddia ortaya atıyor. Siyaset, basın ve televizyon gerçek ya da uçuk iddia ayrımı yapmadan konuyu tartışmaya başlıyor. İşin ilginç yanı da onca tartışmaya ve açıklamaya rağmen ortaya atılan iddialar iddia, iftiralar iftira ve ithamlar da itham olarak kalmaya hâlâ devam ediyor olmasıdır. Bu durum insanların kafalarını daha çok karıştırıyor ve resmi yetkililerin açıklamalarına olan güveni de daha çok sarsıyor. Bu kamuoyunun, hayal ile hakikati, gerçek ile iftirayı fena halde birbirine karıştırmasına neden oluyor.
Gündem terörize ediliyor!
Hiç kuşkusuz bütün bu itham ve iddialar, gerçekler ortaya çıksın diye yanıp tutuşanlar tarafından yapılmıyor. Eğer öyle olsaydı 17 yıl önce meydana gelmiş ve bugün yapılacak araştırmalarla ortaya çıkması da neredeyse imkânsız olan “zehirlenme” ya da “suikast” iddialarının, zamanında araştırılması için bugün ortaya çıkanlar o zaman etkili teşebbüslerde bulunurlardı.
Demek ki birileri bilerek ya da bilmeyerek Türkiye’nin gündemiyle fena halde oynamaktadır. Bu noktada ortaya atılan karanlık iddia ve ithamın, niçin ve kimler tarafından yapıldığını anlamak hayati önem arz etmektedir. Bunun için de 1937’deki Dersim olaylarını, 1961’deki Menderes’i idam sehpasında gösteren görüntüleri, 12 Eylül döneminin darbe ve cezaevi hikâyelerini, 12 Mart muhtırasını bugün olmuşçasına yüzlerce kez tekrarlayanların amacını çözmek şarttır.
Aynı amacın güncel versiyonu olan “Özal zehirlendi”, “Bitlis Paşa’nın uçağı suikast sonucu düşürüldü”, “Kahveci kaza süsü verilen bir suikast sonucu öldü” ya da “fail-i meçhuller devlet politikasıydı” iddialarıyla varılmak istenen yerin neresi olduğunu da iyi kavramak gerekir.
Bu iddiaların amacının gerçeklerin ortaya çıkarılması ve sorumlularının cezalandırılması arzusu olabilir mi? Bu soruya “evet” cevabı vermek mümkün değildir. Zira Türkiye’de iddiaları ortaya atanlar bunların tartışılmasını ancak gerçeklerin de asla ortaya çıkmasını istemiyor. Her iddianın başka iddialar doğurmasını ve iddia olarak kalmasını istiyor. O halde sonuç alınamayan bu tartışmalar niçin yapılıyor dersiniz? Acaba birileri, hem de bugün yaptığı zulümlere bu tartışmalarla gerekçe yaratıyor olmasın? Bu soruya da bütünüyle “evet” cevabını vermek zordur.
Devlet değil “suç örgütü”
Sorunun cevabı daha derindir: Diyelim ki kendi Cumhurbaşkanını zehirleyen, kendi ülkesinin komutanını, suikast yaparak düşüren, ülkenin en namuslu ve çalışkan bakanlarından birisi olan Adnan Kahveci gibi bir insana suikast düzenleyen bir devlet var… Diyelim ki kendi camisini bombalayan ya da bombalamayı düşünen, kendi uçağını düşürmeyi planlayan, kendi karakollarının saldırıya uğramasını seyreden komutanları olan bir ordu var. Diyelim ki binlerce “fail-i meçhul cinayeti devlet politikası olarak” uygulayan bir devlet yapısı var. Diyelim ki bu devletin kendi halkına karşı komplo hazırlayan bir yargısı var!
Böyle bir yapıya devlet denebilir mi? Bu yapı devlet ise bunun yok edilmesi zorunluluk değil midir? Sorunun cevabı işte buradadır.
Bu iddialar, insanların kafasında bu tür bir devlet kavramını bitirmeye yöneliktir. Bu iddialara muhatap olan vatandaş, var oluş amacına ihanet eden bir devlet yapısı ve sistemi ile karşı karşıya olduğunu düşünecektir. Bütün bunlar kafalarda çürümüş, kokuşmuş, mafyalaşmış, çeteleşmiş ve “rutinin dışına çıkmış” bir devlet görüntüsü inşa edecektir. Böylece adeta bir “suç örgütü” haline gelmiş olan bir devleti ve sistemi birileri kökten değiştirmek isterse buna karşı olmak da kimsenin aklına gelmeyecektir.
Yağmur gibi yağdırılan iddia, itham ve söylentilerin amacı devletin meşruiyetini yitirdiği duygusunu yerleştirmektir. Bu başarılabilirse böyle bir devleti anayasasıyla birlikte değiştirmek çok daha kolay olacaktır!