Söylenen söz yerine söyleyeni, olgu yerine algıyı, konu yerine konuğu, özne yerine nesneyi, siyaset yerine siyasetçiyi tartışmak gereksiz yere toplumun zamanı heba etmektir. Ülke sorunlarını çözmek yerine sorunlara yeni sorunlar eklemektir.
Türkiye’deki siyasetçiler tam da bunu yapıyor.
Devasa boyutlardaki iç ve dış sorunlara çözüm bulmak yerine siyasetçilerin birbirleri üzerinden siyaset yapıyor olmaları Türkiye’ye has yeni bir tür siyaset biçimidir.
Halkın çözüm bekleyen sorunlarından birkaçını şöyle sıralanabilir:
İnsanlık ve bu arada Türkiye tarihinin en vahim, en korkunç ve en yaygın salgınıyla karşı karşıyadır. Bu salgını önemli kılan bütün toplumu bir anda sınırlandırarak geleneksel yaşam biçimini kökten değiştirmesidir. Bunun eğitim, sağlık, turizm ve seyahat üzerinde çok ciddi etkileri vardır.
Bu salgının meydana getirdiği psikolojik ve sosyolojik travmaların etkileri henüz bütün boyutlarıyla ortaya çıkmış değildir.
Diğer yandan Türkiye ekonomisinin giderek kötüleşmesi söz konusudur. Türkiye bir türlü üretim-tüketim, arz-talep, ihracat-ithalat, gelir-gider, yatırım-tasarruf dengesini kuramamıştır.
Ayrıca bu ülkenin ekilmeyen tarlaları, toplanmayan meyveleri, satılmayan ürünleri, beslenmeyen hayvanları, çalışmayan fabrikaları vardır. Tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye’de etten ota, soğandan patatese ithal edilmeyen bir şey de kalmamıştır.
İç ve dış borçlar alarm verecek seviyeye yükselmiştir.
İşsizlik, üretimsizlik, yoksulluk ile bunlara bağlı olarak oluşan enflasyon ve devalüasyon baskısı altında toplum inim inim inlemektedir.
Halk Bankası davası, Libya’daki gelişmeler, Yunanistan, Ermenistan, Kıbrıs ve S 400 derken Türkiye’yi dış politikada bekleyen onlarca sorun vardır. Bu konularla ilgili olarak AB/ABD/İsrail/Yunanistan pusuda beklemektedir.
Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu devasa boyutlardaki sorunlardan bir kısmı bunlardır. Türk milleti siyasetçilere birbirlerine laf yetiştirmelerini değil bu sorunlara çözüm bulmalarını istiyor.
Toplumsal cinnet!
Bu sorunlardan daha vahimi de toplumsal anlamda alarm zillerinin çaldığını gösteren gelişmelerin yaşanmaya başlanmasıdır.
Günübirlik medyaya düşen kadına şiddet, ana/baba/evlat cinayetleri, intihar haberleri Türkiye’de toplumsal bir cinnet hali yaşandığının kanıtıdır.
İnsana ve insanlığa kıymanın bu kadar ucuzladığı, basitleştiği ve anlamsızlaştığı bir dönemi millet belki de ilk kez yaşıyor.
Medyaya düşen birkaç olgu bu konuda bir fikir verecek niteliktedir.
- Dört yaşındaki çocuk gürültü yaptı diye komşusu tarafından katledildi.
- Bir baba oğlunu dövdükleri gerekçesiyle iki ortaokul öğrencisini okul servisinde öldürdü.
- Çocuklarının velayetinin anneye verilmesinin ardından cinnet geçiren baba iki çocuğunu katletti ve sonra da intihar etti.
- Bir sağlık memuru 16 yaşındaki oğlunu Allah’a kurban edeceğini söyleyerek bıçakla boğazını kesti.
- Bir anne 3 çocuğunu “ben intihar edecektim, benden sonra rezil olmasınlar diye çocukları kestim” dedi.
- Evladını öldüren bir cani baba, cinayet gerekçesini şöyle açıklıyor: “İşlediğim günahlar nedeniyle cehenneme gideceğim. İnsan ne kadar yaşarsa o kadar çok günaha giriyor. Ben de oğlumun büyüdükçe günaha girip benim gibi olmasını istemedim. Daha günahsızken onu cennete göndermek istedim” diyor.
Ortada Michel Foucault’un “epistemik çöküş” dediği bir durum vardır. Epistemik çöküş insan bilincinde, akla gelmez sanılan şeylerin başa geldiği ani bir imaj değişimini anlatır. Akıldan geçmeyenin rutin haline geldiği bir durum söz konusudur. Duyanı şok eden, şaşırtan, hayretler içinde bırakan anlamsız cinayetler sıradanlaşmıştır. Yaşananlar bireyin toplumla, aileyle, değerlerle olan bağının koptuğu anlamına gelmektedir.
Bireyleri birbirlerine, topluma daha genel ifadeyle hayata bağlayan bağlar kopmuştur. Bunun çaresi yaşananların neden olduğu sosyolojik ve psikolojik travmalardır. Toplum siyasetçilerden birbirlerini örselemek yerine sorunlarına bilimsel çözümler üretmesini beklemektedir. Böyle giderse daha çok bekleyecek demektir.