Ömründe padişah sıfatına rağmen doğru dürüst rahat döşek görmemiş, zevk ve safa sürmemiş ismi sultan kendi kul olan padişahın bütün hayatı külliyen, ölüm döşeğinde söylediklerinin doğrulayıcısıdır.
Turan Receboğlu
Osmanlı Padişahlarının 9.cusu olarak 1512 yılında başa geçen Yavuz Sultan Selim (1:Selim) 8 yıllık kısacık saltanat süresi içinde çok büyük işlere imza atmış büyük bir padişahtır. İsminin Selim (yumuşak huylu) olmasının tam aksine mizacının sertliğinden ve kahramanlığından ötürü Yavuz sıfatını almış olan padişahın en büyük hedefi Türk- İslam birliğini sağlamaktı. Bu nedenle devrinde yapılan savaşlar hep doğu üzerine oldu. Farklı hanedanlarca yürütülen hakimiyet mücadeleleri nedeniyle, siyasi yönden zayıf düşmenin zararı yine bu coğrafyadaki Türk- İslam kitlelerine olacaktı ki tarihte bunun örnekleri maalesef çoktur. Osmanlı’dan önce kurulan Türk devletlerinin Haçlılar, Bizans gibi devrin hâkim güçlerine karşı yaptıkları harplerden değil, kardeş ve hanedan kavgaları yüzünden parçalandığı bilinen bir gerçektir. İşte tarihin tekerrür etmemesi için, Yavuz’un tahta geçmeden önce kardeşleriyle yaptığı mücadelenin özünde de, Türkmen beyliklerini itaat altına alma gayretinde de hep bu mantık vardı. Devletin kardeşler arasında üleştirilmesinin rakip devletler açısından yutulacak kolay lokma haline geçmesinin önüne geçmek.
Yavuz’un Safevi hükümdarı Şah İsmail’le yaptığı Çaldıran Savaşı (1514) arkasından Dulkadiroğlu Beyliği’nin ortadan kaldırılması ve Memlüklülerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Savaşlarının arkasındaki gaye aslında hep bu idi; “İttihad-ı İslam” İslam birliğini, siyasi çekişmelerin uzağında tutup en güçlü olana teslim ederek sağlamak. Arkayı sağlam tuttuktan sonra batıya yönelmek. Ya da diğer bir tabirle batıya yönelik gaza ve cihatta, arkadan vurulmamak.
Yavuzun idealinin büyüklüğü ilk seferde Anadolu’yu mezhep ve fitne ateşlerinden kurtardığı gibi, ikincisi de İslam âleminin cihad bayrağını Osmanlıya teslim etmesiyle sonuçlandı. Memlük Devletinin yıkılması ile bugünkü Güneydoğu Anadolu toprakları, Suriye Filistin ve Mısır Osmanlıya geçti. Bu devletin hazinelerinin Osmanlıya geçişi ile ekonomik açıdan da büyük bir güç kazanıldı. Hatta o kadar ki sonraki 400 yıl içinde hiçbir dönemde Osmanlı bu mali güce yetişemediği için hazinenin Yavuz’un mührü ile açılıp kapanması bir gelenek oldu. Hilafetin Osmanlılara geçişi ile hem Hicaz bölgesi Osmanlı egemenliğine girdi, hem de Osmanlı padişahlarına aynı zamanda İslam aleminin dini lideri olma vasfını kazandırdı. Kutsal Emanetler bu sefer sonunda İstanbul’a getirilecektir. Yavuz kendisine verilen “Hakimü’l- Haremeyn” ünvanını “Hadimü’l- Haremeyn” olarak değiştirecek ve böyle kabul edecektir. Mekke ve Medine’nin hakimi değil, hadimi, yani hizmetkarı olarak görecektir kendisini. Ve aslında Yavuz’un ve diğer Osmanlı padişahlarının siyasetinin bir özetidir bu cümle. Ana fikridir. Mısır Seferi Osmanlı’nın Kuzey Afrika’ya çıkışı ile denizlerde de büyük güç haline gelmesini netice vermiştir. İşte Yavuz gibi babanın hem Türk-İslam dünyasına hem de oğlu Kanuni’ye bıraktığı muhteşem miras budur.
Koca orduların yıkamadığı, anlı şanlı cihangirlerin alt edemediği bu büyük padişahı sırtında çıkan bir çıban, hasta döşeklerine yatıracaktır. Şirpençe denilen bu hastalığın son demlerinde yanı başında nedimi, can yoldaşı Hasan Can vardır. Başucunda Yasinler okunduğu bir sırada padişah güçlükle gözünü açıp arkadaşına bakar ve: “Hasan bu ne haldir?” diye sorar bin bir güçlükle. “Padişahım şimdi Allah ile olacak zamandır” der yoldaşı. Yavuz, buruk bir tebessümle cevap verir: “Ah be Hasan, sen bizi bunca zaman kiminle bilirdin?” Ömründe padişah sıfatına rağmen doğru dürüst rahat döşek görmemiş, zevk ve safa sürmemiş ismi sultan kendi kul olan padişahın bütün hayatı külliyen, ölüm döşeğinde söylediklerinin doğrulayıcısıdır.