Kafkasya’da Din – İslamî Hayat Ve Tasavvuf
Bu günkü Rusya federasyonu, Ukrayna, Kafkasya ve ortaasyaya İslam VII. Yüz yılın ilk yarısında; Hz. Muhammed’in vefatı(632)ndan on yıl sonra; ikinci Halife Hz. Ömer’in Halife olduğu zamanda gelmiştir.
Hıristiyanlık penceresinden bakıldığında da, ilk kurulan kilisenin, dördüncü yüzyılda bugünkü Azerbaycan toprakları üzerinde kurulmuş Alban Kilisesi olduğu hatırlanmalıdır.
Roma İmparatorluğu dahil bölgede ilk kurulan bu kilisenin, Azerbaycan’ın Şeki şehri yakınındaki Kiş bölgesinde olduğu, bu kilise ve bölgeyle Ermenilerin ilgisinin bulunmadığı da hatırlanacaktır.
Her ne olursa olsun, ilk kilisenin Ortodoks ve Kafkasya’da kurulmuş olduğu biliniyor.
V.Yüz yılda tamamı Türklerden oluşan Hazar Devletinin Museviliği din olarak kabul ettiği hatırlandığında, dinler ve dinler tarihi açısından Kafkasya’nın son derece önemli olduğu anlaşılır.
Hazar Devletinin vatandaşlarına Hazara denilmekte olup, Hazar’ların önemli bir kısmı Müslüman olmuştur. Afganistan’da yaşayan Hazaralar Şii/Caferi’dir. Ayetullah-i Uzmaları da hazaradır.
Halen çoğunluğu Azerbaycan’da (Bakü ve Kuba şehirlerinde) yaşayan Hazara Türklerinin devamı olan ve mahalli olarak “Dağ Yahudileri” olarak adlandırılan Musevi Türkler özellikle hatırlanmalıdır. Hatırlamamız gerekir ki, V. Yüzyılda Musevi veya Yahudilerin başka devletleri de yoktur.
Semavi üç dinin en eski merkezi durumundaki Kafkasya’da Zerdüştiliğin ve başka inançların da çok eski devirlerden beri olduğunu hatırlamaya bile gerek yok.
Bize göre Kafkasya’ya Kafkasyalıların sevgi ve hoşgörüsü temeline dayanan bir bakışla bakmak lazımdır.
Bu dinlere saygı esasına ve insanca yaşama anlayışına dayanan bakış aynı zamanda Osmanlı uygulamalarında da aynen görülmektedir.
Kafkasya’da yaşayan ve günümüze kadar gelmiş olan İslamın temel bir özelliği vardır: Hz. Peygamberin ailesi anlamına gelen “ehlibeyt”e bağlı; onları örnek alan bir Sünni- İslam temel anlayıştır.
Bu anlayışı da iki ayrı biçimde görüyoruz, güney Kafkasya’nın kuzeyinden başlayarak Sûfî, güney Kafkasya’nın İran’a yakın kesimlerinde ise fıkhî temele oturan İslam anlayışı.
Çeçenistan, Dağıstan merkezli tasavvufî (sûfi) anlayış içinde yer alan Kadiri, Nakşi, Şazeli, ve diğer tarikatların, tamamının Hz. Ali bağlantısı ile Kutlu Peygambere ulaştığı unutulmamalıdır.
İslam Tasavvufu “Sofizm”, tarikatlar eliyle, “şeyh” ve “mürid” arasında bir “sır” olarak devam eder. “Ser verilir, sır verilmez”.
Geçmişte Ruslara karşı Şeyh Şamil(1797 – 1871)in verdiği milli direniş bu tasavvufi düşünceye dayanan ve mahalli olarak “müridizm” denilen bu temel anlayışla yapılmıştır. Bu gün de Çeçen savaşı dahil, direnişlerde bu moral gücün varlığını hepimiz biliyoruz.
Sovyet tarihi boyunca süren iç isyanlar ve son yirmi yıla yaklaşan bir süredir, Ruslara karşı yürütülen Çeçen Mücadelesinin arkasındaki moral güç de bu sofî İslam’ın “sır”lı gücüdür.
Dünya 11 eylül 2001 günü ABD’deki “ikiz kule”lere yapılan terörist bir eylemi yaşamışsa ve bunun meydana gelmesinde de “Taliban” mensupları ve/veya Usame bin Ladin varsa, yukarıda söylenenleri anlamak daha kolay demektir.
Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinde yeniden canlanan Ahmet Yesevi düşüncesinden doğan “Yesevilik”in canlanması bölgede güç olmaya çalışan Vehhabiliğin en önemli karşıtı durumunda olmaları da tasavvufi İslam gücüne dayanmaktadır.
Kuruluşundan Günümüze Vehhabilik
Vehhabilik, Muhammed b. Abdülvehhab (1703 –1792) tarafından, anarşist ve terörist bütün metotları kullanan siyasi bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır.
Abdülvehhab, Arabistan’ın Necid bölgesinden, Riyad’a 70 km uzaklıkta bulunan, “Uyeyne” köyünde doğmuştur, babası Arap kabilelerinden Temim boyundan Abdülvehhab bin Süleyman’dır.
Abdilvehhab 1744 yılında, Deriye emiri Muhammed bin Suud’la bir anlaşma yaptı. Bazı rivayet veya hatıralarda belirtildiğine göre, bu anlaşmayı İngiliz Müstemlekeler Bakanlığı servis elemanlarından Hempher sağladı. Hempher, Abdülvehhab’ı öğrenci iken tanımış ve kendisi ile yakından ilgilenmiştir. Yakın dost ve arkadaş olmayı başarmış Hempher, kendisi gibi bölgede görev yapan diğer servis elemanları ile birlikte Abdülvehhab’ı istedikleri gibi yetiştirmişlerdir.
Abdülvehhab, önceden başladığı, bölücü, yıkıcı, terörist eylemleri Muhammed bin Suud ile yaptığı anlaşmasından sonra artırmış ve kullandığı terörist metotlarla, çevrelerinde meydana gelen hava ile diğer kabileleri de kendi nüfuzları altına almaya başlamıştır.
Dr. Dozy, Muhammed b. Suud’un Abdülvehhab’a damat olduğunu beyan etmektedir.
Muhammed b. Suud’un 1766 ‘da ölümü üzerine yerine geçen oğlu Abdülaziz b. Muhammed b. Suud (ö.1803) da babasının antlaşmasına sadık kaldı. Abdilvehhab ile birlikte çevre kabilelere baskınlar düzenleyerek, karşı gelenleri, direnenleri kılıçtan geçirdi; mallarına el koydu. Yüzde yirmisine “beytülmal” (devlet payı) diyerek kendisi almış ve geri kalan kısmını adamlarına pay ederek, yağma ve soygunu cazip hale getirmiştir.
Başı batıda ki olaylarla karışık olan Osmanlı, bu çalışmaları başlangıçta âdi vak’a olarak görmüş, işi farkettiğinde de önleyemez duruma gelmiştir.
Dini anlamda ise, Abdülvehhab’ın dayandığı temel görüş İbni Teymiye (1263–1328)’nin görüşleridir.
Örgütün temel siyasi hedefi Osmanlı devletinin başına gaileler çıkartarak, zayıf düşürmek ve Hicaz bölgesinin yönetimini ele geçirmektir.
Abdülvehhab bu işte başarılı olmuştur.
Asıl düşüncesini gizleyerek propagandaya önem veren Vehhabiler, Vehhabiliği mezhepler teşekkül etmeden önceki, yani Hz. Peygamber devri Müslümanlığı olduğu iddiasını ısrarla belirtir. Bu anlamda propaganda da Vehhabi kelimesini kullanmazken “ Selefiye” adını kullanmaya dikkat ederler.
Bu iddia konuyu bilmeyen pek çok Müslüman’ı heyecanlandırır.
Kafkasya’da tarikatları (sofizm veya müridizm) yok etmek, Şii/Caferi Müslümanlarla Türklerin ilgilerini kesmek için iyi bir proje olarak görenler, gerçeğin, masa başındaki hayale uymadığını Kafkasya’da görmüş olmalıdır.
Osmanlı eserlerini Mekke ve Medine’de yıkan, yıktıran, mezar taşlarını parçalatanlar, Peygamber türbesinin üzerindeki “Kubbe-i Hadra” (yeşil kubbe) yi bile yıkmaya kalkan ve halkın korkusu ile bundan vazgeçen Abdülvehhab’ın mezhebinin, farklı niyetlerle Kafkasya’ya geldiği ve/veya getirildiğini biliyor.
Afganistan’da tarihi Budist tapınaklarını yıkan zihniyetin tarihi ve dini dayanaklarının Abdülvehhab’ın Mekke ve Medine başta olmak üzere, mukaddes kabul edilen yerlerin üzerine yapılmış kubbeler, türbeler ve mezar taşlarını put sayarak yıktırmasına dayandığı hatırlanmalıdır. Abdülvehhab’ın bu tedhiş ve terörist eylemleri, bölgedeki Türk kültür ürünlerini imha ederek temizleme amacıyla yaptığını; ama dini muhtevaya dönüşen terörist anlayışının artık XXI. Yüz yılı da tehdit ettiğini yakından biliyoruz.
Eski Sovyetler Birliği topraklarının tamamında faaliyet gösteren Vehhabi merkezinin Moskova’da olduğu görülür.
Vehhabilerin Taliban ve/veya başka hangi ad altında olursa olsun 11 eylül dehşetini meydana getirmesinden sonra, hem küresel güçlerden, hem de bütün dünya Müslümanlarından, bu konuyu yeniden düşünmelerini istiyorum.
Vehhabiliğin Bölgeye Gelişi Ve Bölgede Vehhabi Düşmanlığının İslam Düşmanlığına Dönüşmesi
Kafkasya’ya Vehhabiliğin ilk girdiği yıllar SSCB zamanında, Sovyetler Birliği – Arap ülkeleri arasındaki “iyi ilişkiler”in güçlüğü olduğu 1970’li yıllara rastlar. Nato ülkelerine karşı iş birliği imkanları arayan SSCB, o yıllarda Arapları yandaş olarak buldu. Bundan istifade eden Arap ülkeleri özellikle “Müslüman Kardeşler” (İhvan’ül – Müslimin)i ve diğer dini sivil örgütlerini Sovyet topraklarına taşıdılar. Suriye, Irak, Ürdün, Mısır ve kuzey Afrika ülkeleri bu tür teşkilatların ilk tohumlarını attılar.
1990 sonrasında, kendisini Rusya Federasyonu şeklinde bulan ve dağılmanın şokunu yaşayan eski SSCB yöneticileri, en stratejik bölgesiyle bile ilişkileri biraz gevşediğini fark etti.
Vehhabilerin bölgeye yerleşmesinde, buralara dışardan ilgi duyanların da özel desteklerinin olduğu biliniyor.
Vehhabiler bahane edilerek –nerede ise– her türlü İslami faaliyeti suç sayan mahalli ve federal yasaların çıkartılması ve her türlü İslami faaliyetin, özellikle kuzey Kafkasya’da “gizli faaliyet” haline dönüşmesi Vehhabilerin lehine olmuştur.
SSCB döneminden kalan bölgesel din kurumları, zaman zaman Vehhabilerden yardım almış olsalar bile, KGB ile olan iç içelikleri ve devlet erkiyle hareket etme alışkanlıkları sebebiyle Vehhabilere karşı sert tedbirler alınmasını, hatta bunların imha edilmelerini bile istediler. Bu Müslüman halkın mevcut din teşkilatlarına güvenlerini azalttı, İç karışıklıkların artmasına sebep oldu.
Anarşi ve terör herkesin düşmanıdır. Bunu özellikle kuzey Kafkasya’da, Çeçenistan, Karaçay – Çerkes, Kabartay – Balkar, Dağıstan ve kuzey batı Kafkasya’da Abhazya ve çevresinde bu konu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Terörü dinimiz, milliyetimiz, kimliğimiz ne olursa olsun lanetlemeliyiz.
İslam’ı karalamak, barışçı yanını gizlemek için Vehhabi örneği bir takım yanlışları “İslam budur” diye sunmanın ne kadar tehlikeli sonuçlar getireceği yakın tarihin şahadetiyle anlaşılmış olmalıdır.
Vehhabiliğe karşı, Şiilik şuuru veya perspektifi ile yapılan çalışmalar bölge insanlarınca, iki zıt kutup arasında ki bir olay gibi değerlendirilmiş olabilir. Bu sebeple de Şiilerce yürütülen anti-Vehhabi faaliyetler de başarılı olamayacaktır.
Çünkü Vehhabiliğin yaygın olarak etkin rol oynamakta olduğu coğrafya bütünü ile Kırım, Tataristan, Kafkasya ve ortaasya Türk Cumhuriyeti topraklarıdır. Buralardaki çalışmalar o kadar etkin hale gelmiştir ki, tamamı Sünni – Hanefi olan Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’da Vehhabileştirilmek istenilen halk ile Vehhabiler arasında ciddi çatışmalar yaşandığı da bilinmektedir. Bu kavga veya çatışmaların ölümle sonuçlandıkları da vardır.
Bölgenin son derece olumsuz ekonomik şartları sebebiyle, bölge çocuklarını okutalım, din âlimi olsun diye Suudi Arabistan, Kuveyt, Afganistan, Pakistan ve benzeri ülkelere götürerek okutma işinin iyi değerlendirilmesi lazımdır.
Türkiye bu tehlikeli gidişi durdurmak adına sayıları her gün artan İlahiyat Fakültesi ve İslam İlimleri Fakültelerinde yabancı kontenjanlarını artırarak, kendisi burs vererek bu ülkelerden din tahsili yapmak isteyenleri ülkemize getirebilir. Böyle bir proje AB fonlarınca bile karşılanabilir. Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Kafkasya’daki “İslam” gibi görünen terörist faaliyete dönüşen kargaşadan AB ülkeleri de rahatsız olmaya başlamıştır.
Kaldı ki, Türkiye din tahsili yapacak bu ülkelerden gelecek Müslüman kardeş çocuklarının masraflarını her türlü karşılama imkanlarına da sahiptir.
Bu yanlış din tebliğlerinin, tıpkı ayrı din tebliği yapmaya çalışan Hıristiyan misyonerleri gibi davranan ve bir türlü muhatabının okuduğu “Kelime-i Tevhid”e, kıldığı namaz rağmen o insanları “Müslüman saymayan” fanatik, militan ve kesinlikle yanlı ve yanlış olduğu bilinen davranışların önüne Türkiye geçebilir. Türkiye bu konuda uluslararası bir işbirliği ve dayanışma zemini oluşturabilir.
Mevcut durum devam ederse, Kafkasya’da herkesin rahatsız olduğu terör yüz yıl daha devam edebileceği gibi, başka bölgelere de sıçrayabilir.
İslam’ın Gözardı Edilen Özelliği Ve Çözüm
İslam, özü itibariyle “dünyevi devlet”i telkin ve teşvik eder. İslam’da “teokrasi” (din devleti/ kutsal devlet) yoktur. Örnek olarak başında Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bulunduğu Medine İslam Devleti incelenebilir.
Evet, başında bizzat Peygamberin bulunduğu bu devlet, kutsal kitapla, ilahi buyruklarla yönetilmemiştir.
Peygamberin bizzat yönettiği bu devlette yönetim dünyevidir. Medine’de yaşayan Müslümanlar, Hıristiyan, Yahudi, Ateşperest, Putperest ve diğer insanlar bir araya gelerek bir antlaşma imzalamışlardır. Buna “Medine Vesikası” deniyor. Daha sonraları “Medine Anayasası” olarak da anılan bu metin kutsi metin değildir. Farklı dinlere mensup insanların birlikte kabul ettiği bir metindir ve Hz. Peygamber devleti bu kurallara göre idare etmiştir.
Peygamberin bizzat devlet yönetirken dünyevi kurallarla devlet idare ettiği bir dinde, “şeriat devleti/ din devleti” olabilir mi?
Bugün kendi kendini “şeriat devleti” olarak tavsif eden varsa, buna dinin “Kitabı” (Kur’an)ndan veya “Sünnet”ten delil bulmak ve bize de anlatmak durumundadır. Herkes böyle bir tabirden bu iddianın da sonradan icat, dini terimi ile “bid’at” olduğunu bilmektedir.
İslam, idare için; adaleti, istişareyi, işi ehline vermeyi ve Hakk’a riayet etmeyi emretmektedir. İslam’da esas olan budur. Devletin şekli ve yönetim biçimi veya adı önemli değildir. Bu kurallara uyarak idare edilen devlet; insan haklarına ve demokrasiye de uygun devlet demektir.
“Şeriat devleti” türü yönetimler, ne yazıktır ki, Hıristiyanlıkta Papalığın Devletine biraz özenti, biraz da batılı dostlarımızın teşviki ile oluşmuştur.
Türk Devlet Geleneği haline gelen devlet yönetiminin de özü budur. Başında, bütün Müslümanların Halifesi unvanını da taşımış Osmanlı devletini de “şer’i devlet değil, örfi devlet” diye anlatanlar, biraz da bunu anlatmış olmaktadırlar.
Kafkasya’da “Vehhabilik”ten bunalmış olanlarla, bundan kurtulmak isteyenlerin, Rusya, Ukrayna. Kafkasya ve Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinin Müslüman halklarına böyle bir anlayışa dayanan bir Müslümanlığın telkin edilmesi, öğretilmesi lazımdır.
Belki de en önemli çözüm bu olacaktır.