[Bu yazıyı; ülkesinin ve partisinin bulunduğu durumdan büyük acılar duyan bir ‘ocaklı’ olarak MHP Antalya milletvekili Mehmet Günal’a ve aynı durumdaki ‘çalışma arkadaşları’na ithaf ediyorum.]
Değerli beyefendi, kendisini herhangi bir vesile ile ziyaret eden Alman öğrenci grubunun; MHP politikalarının bütün ‘olumlu’ içeriğine rağmen neden seçim kazanılamadığını ima eden sorularına şu can yakan cevabı vermiştir. “Oyumuzu arttırmak için size yalan söylemeyiz. Yapamayacağımız vaatte bulunmayız. Söylediklerimiz de vatandaşa tam ulaştırılamıyor. Tezat gibi görünen şeyler, ama bunlar olabilir. Oyunu kaybetme uğruna her fedakârlığı yapar” demiştir.[1] Bu cevap; diskurun fonetiğinden ötürü göre kulağa hoş geliyor. Lakin cevapta gizli kalan/ötelenen siyasal içerik, biz Türk Milliyetçileri açısından can yakan bir gerçeğin gün ışığına ışığından kaçırılması halidir. Bu cevap, MHP’lilerin seçim çalışmasından ve seçmenin iknasına dönük propagandadan ne anladıkları bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu cevap; ‘İlkeli siyaset’ sloganıyla başarısızlığa kılıf bulmanın ne kadar sıradanlaştığını, alışkanlık haline getirildiğini gösteren politik olarak tüyler ürpertici bir itiraftır. MHP’lilerdeki uzun süredir gözlemlediğim en büyük anti-politik eksiklik; propaganda ve siyasal iletişim bilmemeleri; dolayısıyla kitlelerle duyusal bir temas sağlayamamalarını görmek olmuştur. Basit cümlelerle özetlersem: Siyaset, “amaçlar” için yapılır, özellikle ‘Ülkücü’ olduğunu iddia eden bir siyasal organizasyonda her şey ‘amaç’ yolunda ‘araç’ olarak kullanılabilir. Zira Ülkücü, yani idealist insanların amaçları kutsaldır. Bugün sosyal bir gerçeklik vardır: Türk Milliyetçileri kitlelerle iletişim kurmuyor, kuramıyor. Propagandadan ve siyasal iletişimden azâde bir siyaset tarzını benimsemiş durumdalar… Hâlbuki İletişimin olmadığı bir yerde herhangi bir ‘amaç’tan bahsetmek olanaksızdır.[2]
***
NİÇİN KİTLELERLE İLETİŞİM VE KİTLELERE NİÇİN İLETİM?
Modernizasyonun en önemli belirtilerinden birisi olan bireysel hak ve hürriyetlerin gelişimi ve yayılışı; siyasal egemenliği elinde bulunduranlar ve bu egemenliği ele geçirmek arzusunda olanlar için kitlelerin siyasal desteğine olan tarihsel ihtiyacı billurlaştırmıştır. Monarkların ve oligarkların siyasal egemenliğine dayalı anlayışın tasfiyesi ve ‘halk iradesine dayalı egemenlik’ biçimine evirilmesi ile siyasal egemenliği elde etmek amacında olanların yapması gereken en önemli şeylerden birisi; desteğine muhtaç olduğu kitleleri örgütlemek, etkilemek ve onları amaçlarına dönük olarak çeşitli şekillerde kendisine inandırmak olmuştur. Hz. Ali (r.a); “bir hakikate inandırmak istiyorsanız ona öncelikle sizin inanmanız gerekir” diyerek, kitleleri etkileme amacında olan kişilerin vadettikleri hayalin rüzgârını kendi ruhlarında hissetmeleri gerektiğini söylemektedir.
Fransız sosyal-psikolog Gustave Le Bon (1841-1931) ve İtalyan sosyolog Scipio Sighele (1868-1913) tarafından yoğunlaştırılan, kitlelerin psikolojilerinin yönlendirilebileceğine ilişkin tezler; aslında tarihsel bir gerçeğin sistematik bir yöntembilimle ifşası anlamına gelmekteydi. Zira Machiavelli’den bu yana modern egemenlik düşüncesinin kat ettiği yol, bu bakış açısı üzerinde kendisine yer bulmuştur. Kitlelerin siyasal desteğinin politik zeminlerde ne kadar büyük bir nimet olduğunu Machiavelli ünlü yapıtı ‘Prens(Il Principe)’te şu cümlelerle ifade etmiştir: Bir prensin sahip olabileceği en mükemmel kale; halkı tarafından nefret edilmemesidir. Eğer halk kendisinden nefret ediyorsa, bu durumda dünyadaki bütün kaleler kendisinin bile olsa o prensi kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü halk bir kere ayaklanmaya görsün, onları destekleyecek yabancılar her zaman bulunur.[3] Kitlelerin desteği; iktidarı ele geçirmek, var olan iktidarı derinleştirmek ve daimileştirmek için böylesi yaşamsal bir öneme sahip. Bertrand Russell, ‘İktidar’ isimli yapıtında; kitlelerin önemine atıfla “çoğunluğun saygı duymadığı yasa iktidarsızdır”[4] demektedir. Russell’a göre çoğunluğun desteğini aldığı zaman sosyalizmin karşısında kapitalizmin hiçbir türü ayakta kalamaz. Şunu açıkça söyleyebiliriz modern zamanlarda kitleler, İktidar veyahut egemen açısından en ölümcül silahlardan çok daha tehlikelidir.
Kitlelerin psikolojilerinin yönlendirilebileceğine yönelik tezlerin başlıcası ve siyasal iletişimle ilgili en temel yapıtlardan birisi olan Gustave Le Bon’un ‘Kitleler Psikolojisi’ isimli eseri, primordiyal bir içerikle modern siyasal iletişimin önemini ve işlevselliğini açıklayan en önemli kaynaklardandır. Le Bon, kitleler psikolojisinin uzmanlık gerektiren analitik bir ruhbilimsel bilgi birikimiyle, yani psikolojik analiz kabiliyetiyle yönlendirilebileceğini ifade etmektedir. Le Bon; “Dünyayı yönetenler, dinlerin ve imparatorlukların kurucuları, bütün inançların peygamberleri, tanınmış bütün devlet adamları, bunların yanında alçak gönüllü insan topluluklarının liderlerinin, kitlelerin psikolojileri hakkında insiyaki(içgüdüsel) fakat çok kesin bir bilgiye sahip psikologlardır”[5] demektedir. Ruhbilimsel bir iş olarak gördüğü kitle psikolojisi yönlendirme sanatının en temel eyleminin kişilerin ve dolayısıyla kitlelerin ruhlarına dokunabilmekten geçtiğini belirtir. Bu sebeple kitleler niçin etki altına alınmak isteniyorsa bu sebeple onlara analitik bir neden sonuç ilişkisi anlatmaktan ziyade; onların gözle göremeyeceği, görse bile zihnen başka bir şeyi göreceği ‘ruhsal’ yaklaşım ortaya konmalıdır. Kitleleri herhangi bir şeye inandırabilmek için diyen Le Bon; “önce beslendikleri duyguları anlamak, bu duygulara katılır görünmek, sonra da bu duyguları ilkel bir çağrışım ile telkin edici bazı hayaller aracılığıyla değiştirmek, icabında bu çabadan vazgeçmek ve özellikle de uyandırdığınız duyguların ne olduğunu her an sezmeniz gerekir[6] demektedir. Hedef kitlenin zemin etüdü iyi yapılmalıdır. Sosyo-kültürel dinamikleri asla göz ardı edilmemelidir Cumhuriyet inkılapçılarının göz ardı ettiği gerçek budur. Russel, propagandaya boyun eğilmesi için propagandanın ruhlara büyük titreşimler (büyük korkular, büyük acılar ve büyük beklentiler içeren simülakrlar) gönderen imgeler içermesi gerektiğini belirtir. Aksi halde kitlelerin duygularda büyük izler bırakmayan ve yüce bir gelecek vizyonu çizmeyen zamanda zayıf bir imaj sunan propagandanın ‘püskevit vakası’nda olduğu gibi alay konusu olmaktan öteye geçemeyeceğini belirtir.[7] Bunu anlamak için imgelerin ve sembollerin ‘propagandif iletim’ açısından ne kadar güçlü araçlar olduğuna vakıf olmak gerekir. Keza Jean Baudrillard’a göre “imgeler her zaman ölümcül bir güce sahiptir.”[8]
Tarih boyunca kitleleri etrafında toplayan liderler, genellikle bu şekilde büyük hayaller ve büyük simülasyonlar meydana getiren kişiler olmuşlardır. Kitleleri peşinden sürükleyen büyük liderler tıpkı Hz. Ali(r.a)’nın dediği gibi hayallerine öncelikle kendileri inanmışlardır. Ruslar’ın Berlin’e girmesiyle birlikte, Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşamına son vermesinde etkili olan en şey davasına iman etmesi olmuştur.[9] Kitleler, Le Bon’un metaforik tabiriyle her zaman “inanacakları bir dine muhtaçtırlar” ve onlara bir ‘din’ oluşturan hiç kimsenin elini boş çevirmemişlerdir. “Talih kadına benzer” diyen Machivelli’nin aforizmasındaki gibi kitlelerin ruhları da kadın gibidir. O ruhlar okşandığı sürece çok büyük işler başarabilirler. Asıl olan onlara bir inanç aşılamaktır ve tarihteki bütün önderler hep kitlelere büyük inançlar aşılamışlardır. Kitab-ı mukaddes; “inancın dağları yerinden oynatabileceğini” yazmaktadır. Le Bon ise “bir kimsenin ruhuna inanç şırınga etmenin O kimsenin gücünü 10 katına çıkarabileceğini” söylemektedir. Kitlelere hayaller kurdurmak gerekiyor, hem de çok büyük ve efsunlu hayaller… Platon, “insanlar hakikatlere değil, hakikat gibi görünenlere inanırlar” demektedir.
Vaat edilen inancın canlılığı konusunda ise şu önemli zincir akıldan çıkarılmamalıdır: Düşünceye duygu eklenirse inanç oluşur. İnanç devam ederse davranış gelişir, davranış devam ederse alışkanlık oluşur, alışkanlık devam ederse kişilik oluşur[10] ve kişi çok radikal bireysel değişikliklere gitmezse (ki genelde gitmez) bu ‘networklar’ değişmez ve kişilik bozulmaz… İletişim, devam eden bir süreçtir. İletişim, yaşamsal bir eylemdir, yaşam var oldukça iletişim var olur. İletişim yoksa yaşam da yoktur.
Milliyetçilik her gün tekrarlanan bir halk oylamasıdır” diyen Benedict Anderson bu hususta haklıdır. Kökeni doğal bir duyguya dayanan milliyetçiliği, her gün-her an devam eden duygusal ve psikolojik bir plebisite tabi tuttuğunuz nispette, milliyetçiliğiniz yani politikanız canlılığını korur. Esasında sadece milliyetçilik değil kitleselleşme çabasında olan bütün ideolojiler için bu böyledir. Buradan yola çıkarak; Konya’da yapılan bir cenaze törenine 10 bin kişinin katılmasını büyük rakam olarak nitelememiz bizim aczimizi gözler önüne sermektedir. 4 PKK’lının cenaze törenine 300.000 kişi toplayan ayrılıkçı zihniyetin başarısı, hal-i pür melalimizin hazin bir tasviri konumundadır. Bugün Türkiye’de bahsettiğim taktiği en iyi uygulayan örgüt, ulus inşa sürecindeki PKK’dır. Aleyhinde olan bütün yıkıcı propagandaya rağmen kendisini kitlelere anlatabilmektedir. Kurdurmuş olduğu Parti 3 milyondan fazla oy alabilmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının yerleşik düzeni değiştirmesinde ve kendi siyasal düşüncesini ana akım düşünce haline getirmesinde, kitle iletişimine olan hâkimiyeti ve kitle psikolojisini yönlendirme kabiliyeti esaslı nedendir. 2005 Yılında birkaç çocuğun bayrak yakmasından dolayı ayağa kalkan ve büyük kitlesel tepki ortaya çıkaran Türk Milleti’nin ana akım düşüncesi, AKP iktidarının başarılı kitlesel yönlendirme kabiliyeti nedeniyle, an itibariyle değiştirilmiş durumdadır. Bugün neredeyse her gün bayrak yakılmasına rağmen, kitleler bu duruma herhangi bir tepki vermemektedirler ve gelinen aşamada siyasal iletişim açısından bu durum çok doğaldır. Bu aşamada AKP iktidarının yaptıklarına kızmak yerine, onlarla nasıl mücadele edileceği üzerinde kafa yorulmalıdır. Çünkü tarih bir mücadeleler dünyasıdır. Mao Zedung’a göre ise “politika kansız savaştır”, yani politika da bir mücadeleler dünyasıdır. “AKP bunu nasıl yapar, bunu neden yapıyor, buna ne hakkı var?” mealinde romantik ve tepkisel sorular; politik yöntembilim olarak kısmen yanlıştır. Mücadelenin bu hali almasından dolayı “Biz ne yapıyoruz bu durumda ya da biz neyi yapıyoruz?” mealinde cisimleşen özeleştirel yaklaşım bu doğal mücadele döneminde en. gerekli olan soruyu, dolayısı ile çözümünü de ortaya çıkarır. Keza Dündar Taşer, “durum muhakemesine düşmandan başlanmaz” demektedir.
[1]MHP’li vekile terleten soru: Seçimleri niye kazanamıyorsunuz?, Radikal, 28/09/2011 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1064708&Date=28.09.2011&CategoryID=78
[2] İrfan Erdoğan, İletişim, Egemenlik, Mücadeleye Giriş, İmge Kitabevi, Mayıs 1997, Sf.22.
[3] Niccolo di Bernado Machiavelli, Prens, Öteki Yayınevi, Ankara, 2010, Sf. 103.
[4] Bertrand Russell, İktidar, İlya Yayınevi, 2004 İzmir, Sf.143.
[5] Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayıncılık, İstanbul,2005 Sf. 13.
[6] Le Bon, a.g.e, Sf 79.
[7] Russell, a.g.e, S.f.149.
[8] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, Nisan 2010, Sf. 19
[9]
[10] Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş; Gri Propaganda, Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2011 Sf. 224