Konya Selçuk Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümü hocalarından Prof. Dr. Mehmet Alagöz haberiniz.com.tr için Merkez Bankası ve reel ekonomi sorununu değerlendirdi.
Son dönemde dolar euro ve altındaki hareketlenmeler, Merkez Bankası’nın faiz kararları derken ekonomi oldukça hareketli ve dikkat çeken bir alan haline geldi. Prof. Dr. Mehmet Alagöz ise son dönemde ekonomi gündemini büyük oranda meşgul eden bir konuyu bizler için değerlendirdi.
Alagöz’ün değerlendirmesi ise şöyle:
“Ekonomilerde aslolan şey; tarım ve sanayi üretimlerinin ortaya çıkardığı yerli katma değerler, bu üretim yapısının oluşturduğu güçlü istihdam ile düşük işsizlik oranı ve sağlanan istikrarlı düşük bir enflasyon oranıdır. Makro ekonomik yapıyı sağlamlaştırmanın yegane yolu budur. Dolayısıyla ülkelerde tarım ve sanayi üretimleri yerli katma değer üretmekten uzaklaşırsa, hatta bu katma değer boşluğunu ithal girdiler ile ikame ediliyorsa, ülkenin endüstriyel ve finansal bağımlılığı kaçılmaz olur. Böyle bir durumda makro ekonomik göstergelerde istikrarsızlıklar süreklilik kazanır. Cari açığınız artar, işsizliğiniz artar, bütçe açığınız artar, enflasyon oranınız artar ve nihayetinde dış ve iç borcunuz artar. Bu durum ülke ekonomisini yapısal anlamda ithalata ve yurt dışından gelen yabancı sermayeye bağımlı bir ekonomik büyümeye götürür. Nihayetinde finansal oyuncuların aktif rol oynadığı bir ekonomik yapıya dönüşür. Reel ekonomideki yetersizlikler ve çaresizlikler, ülke karar alıcılarını mali ve parasal göstergeler üzerinden yani faiz oranları değiştirerek dengenin sağlanmasına yönelik politikalar uygulamaya mecbur bırakır. Ancak günümüz küresel ekonominin gelişiminde sadece para politikaları üzerinden ekonomik dengenin sürdürülebilir şeklinde sağlanamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Ülkemiz açısından ekonomik yapının gelişimi de tam bu şekilde seyretmektedir. Uzun yıllardır devam eden ithal girdiye bağımlı üretim yapısı, yabancı sermaye bağımlılığı ve tasarruftan ziyade tüketme eğilimi yüksek toplum yapısı makro ekonomik göstergelerdeki istikrarsızlığın temel nedeni olarak görülmektedir. Reel ekonomideki bu istikrarsız durumun sadece Merkez Bankası’nın faiz politikalarına indirgemek ve bu politikalar ile çözüm üretmeye çalışmak doğru bir bakış açısı değildir.
Özellikle ülke ekonomi tarihinde ilk kez “ihtiyat akçe”lerin tamamıyla bütçe açıklarını kapatmak için kullanıldığı dönemden sonra MB, ekonominin ve hatta siyasal hayatın tartışma malzemesi olmuş ve hatta günlük yaşam içinde bile konuşur, sorgulanır hale getirilmiştir. Bu dönemden sonra küresel finansal oyuncuların eskisi gibi Türkiye’ye gelmekten kaçınması ve Pandemi ile birlikte oluşan belirsizlik ve riskler yabancı sermayeye kolay ulaşımı engellemiştir. Ülkenin artan döviz ihtiyacı, MB net rezervlerdeki erimeler ve döviz ihtiyacını karşılamaya yönelik kısa vadeli çözüm arayışı sonucunda kullanılan “swap” politikaları tartışmanın boyutunu alevlendirmiştir. Bu tartışmalar Merkez Bankası Başkanlarının dahi değişim hızını yükseltmiştir. Bu durum TCMB’nı piyasa oyuncuları nezdinde “güven” bunalımına götürmüştür. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın aldığı/alacağı her karar sorgulanır hale getirilmiştir. Tabi ki böyle bir “güven” bunalımın temel sebebi MB’nın asli görevlerinden uzaklaşması ve piyasa gerçeklerine yönelik doğru tepkileri ortaya koyacak politikaları eş zamanlı uygulayamamasıdır.
Bu güven bunalımın devam etmesi ekonomideki oyuncuların(üreticiler, tüketiciler, sermaye grupları, vb..) önemli bir kısmının üretim bazlı bakış açılarını bir kenara bırakarak, MB faiz indirimi mi yoksa yükseltimi mi yapacak tahminleri üzerine yoğunlaştırmasına neden olmuştur. Merkez Bankasının belirlediği faiz oranları tabi ki önemli bir değişkendir ekonomi için. Özellikle lüks tüketim harcamalarının kısılmasında, tasarrufların artırılmasında, enflasyon oranı üzerinde ve nihayetinde yatırım kararlarında önemli bir değişkendir. Ancak faiz oranlarının tek belirleyici değişken gibi sunulması da doğru bir bakış açısı değildir. Böyle bir durum tasarruf sahipleri için tek kazanç elde etme yoluna dönüştürür. Başka bir ifade ile sadece faiz oranlarını değiştirerek ekonominin tekrar güvenilir bir denge noktasına da gelmesi mümkün değildir. Eğer öyle olsa idi, günümüzde G-20 ülkeleri içerisinde kendi ulusal parasına en yüksek faiz oranı uygulayan ülkelerin başında gelmekteyiz. Şimdiye kadar ekonomideki makro ekonomik göstergelerin istikrara kavuşması gerekirdi. G-20 ülkelerini incelediğimizde Almanya, Japonya ve İşviçre’de faiz oranları negatif iken, Rusya, Çin, Endonezya ve G. Afrika %4 civarında; ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada, Fransa gibi ülkelerde %0.5 ve altında seyretmektedir. Türkiye ise faiz oranı %19’dur. Merkez Bankasının ulusal paramıza bu kadar yüksek faiz uygulamasına rağmen yerli oyuncuların “döviz ile altın”da kalmaya devam etmesi ve yabancı sermayenin ise eskisine oranla hala gelme konusunda tereddüt içinde olması, sorunun asıl sebebinin “güven sorunu” ve reel üretimdeki yetersizlik olduğunu işaret etmektedir. Çünkü faiz oranları G-20 ülkelerine kıyasla bu kadar yüksek iken “yabancı yatırımcının en yüksek faiz kazancının olduğu yere yönelir” yargısının karşılık bulmaması ve hatta Türkiye’yi bu alanda rekabetçi bir konumda tutamaması, sorunun asıl kaynağının reel üretimdeki zayıflıklar olduğunu ortaya koymaktadır.
Buradan ortaya çıkan sonuç şudur; ülke ekonomisindeki temel sorun sadece parasal değildir. Çözüm Merkez Bankasının asli fonksiyonu olan fiyat ve finansal istikrara odaklanmasıdır. Buna yönelik piyasa gerçeklerine uygun para politikalarına öncelik vermesidir. Siyasal iktidara fiyat ve finansal istikrarın devamlılığı için uygulaması gereken politikalara yönelik yol gösterici olmasıdır. Maliye politikaları kısmında ise, yerli katma değerli üretimin artırılmasına yönelik politikalara ağırlık verilmelidir. Bunun için ithal girdi bağımlılığın azaltılması ve daha yüksek yerli katma değer içeren mal ihracatına yönelik yeni bir teşvik sisteminin geliştirilmesi gerekmektedir. Ülkedeki harcamanın yönünü ithal mallardan yerli mallara yöneltecek stratejiler geliştirilmelidir. Tarım ve sanayi sektörü arasında zayıflayan bağ tekrar tesis edilerek, yurt içi üretim faktörlerinin öncelikle kullanımı artırılmalıdır. Bunun için üreticilerin yüksek üretim maliyetlerini azaltmaya yönelik muafiyetler ve teşvikler verilmelidir. Ülkedeki sermaye stoku, üretim artışının her yıl sağlanabileceği üretken yatırım alanlarına(tarım ve sanayi sektörüne) yönlendirmelidir. Bu sayede artan yatırımlar hem istihdamın hemde yerli katma değerli mal üretiminin devamlılığına katkı yapacaktır. Böylece ekonomideki arz açığının kapatılmasına imkan verilecektir. Tüketim harcamaları açısından gelir ile gider dengesindeki açık pozisyonunun kapatılabilmesi için tasarruf eğilimini artıracak şekilde politikalara öncelik verilerek hanehalkı borçlanma seviyesi düşürülmelidir.”