Türkiye’de ikbal ve istikbal dağıtan makam sahiplerini kutsamak, dokunulmaz ve tartışılmaz görmek gelenek halini almıştır.
Görevden alınan adam kendisini görevden alana karşı şükran arz ediyor, onu her şeyin sahibi olarak niteliyorsa orada ahlaka ve akla aykırı bir durum var demektir.
Konuyu biraz daha açalım: Günümüzde bir bakan -ki bakanlar devlet adamı sıfatını taşırlar- görevden alındığında “Bugün itibariyle görevden alınmam nedeniyle de şükranlarımı arz ediyorum” diyor.
Bir rektör –ki aynı zamanda “bilim adamı” sıfatını taşıyor- o da bir gece yarısı kararnamesiyle görevden alındığında şu açıklamayı yapıyor: “canımdan çok sevdiğim, her şeyin sahibi reisimiz ulu başkan Erdoğan tarafından görevimden alındım”.
Bir insan görevden alındığında “iyi ki beni görevden aldın” diye şükran arz eder mi?
Reis denilen insan evladı “her şeyin” değil kendisine milletin geçici bir süre için verdiği yetkinin sahibidir.
Bir milletvekili siyaset adamı diyor ki “ona dokunmak ibadettir”.
Bir başka siyaset adamı “onu gösteren televizyonu yere koymak caiz değildir” diyor.
Devlet, siyaset ve bilim adamının yaklaşımı böyle olursa cahil kesimin tavrı ne olur? Nitekim onlar da Allah’a kul olmak yerine birilerinin “kılı” olduklarını söylüyorlar.
Bu tür kutsamaların samimi olmadığını yaranma amaçlı olarak söylendiğini herkesten daha çok kutsanan makam sahibinin bildiğini gözden ırak tutmamak gerekir.
Türk toplumunda iktidar için evladına kıymak, çıkar için abartı, zenginlik için rüşvet ve yolsuzluk gelenek halini almıştır.
Tarih boyunca da gerçeklikten, ahlaktan ve akılcılıktan kopmanın bedelini Türk toplumu ağır biçimde ödemiştir. Olmayan vasıfları sultanlarına ya da tepedekilere yükleyenler aslında en büyük kötülüğü onlara yapmış olmaktadırlar. Türk tarihi aynı zamanda -bu yönden irdelendiğinde- aşırı övgü ve yergilerin tarihidir.
Abartı ile ilgili ilginç bir tarihi örnek şöyledir:
İbn Bibi, Selçukname adlı eserinde Sultan İzzeddin Keykavus’u ve vasıflarını şöyle tasvir eder:
“Huyunu, güzelliğini cennet bahçesinden almış, ahlakı Kevser suyu gibi saf ve berraktı.
Cömertliği, buluttan düşen yağmur damlalarının sayısı kadar sınırsız, bağışı karanlık gecenin ortasında parlayan Müşteri yıldızının, yüzü gibi kıymetliydi.
Boyu, nehir kıyısında yetişmiş selviyi kıskandırmakta, yüzü ilkbahardaki bir bahçenin güzelliğini geride bırakmaktaydı.
Kullandığı yay, can yakan dilberlerin kaşına benzemekteydi, oku ise göğü eriten ve yerde sarsıntılar meydana getiren mazlumların duası gibiydi.
Gürzü, alçakların kalbi gibi ağır, kılıcı cihanı fetheden güneşin ışıkları gibi parlaktı.
Hançeri kıymetli madenlerden yapılmıştı.
Bileği Rabbani güçle güçlendirilip kuvvetlendirilmişti.
Nefsi akıllıların kalbi gibi her türlü kötülüklerden arınmıştı.
Öyle adildi ki, adalet yağmur bulutu gibi sıradan ve seçkin kimselerin üzerine yağardı.
Kemendinin halkası, padişahların boyunlarına geçmiş, atının nalı, sultanların iftihar küpesi olmuştu.
Mutluluk onun tahtına bağlanmış, şans onun başarılı bayrağının arkadaşı olmuştu.”
Bundan dokuz yüz yıl önceki tarihi tasviri okuyunca bir Allah’ın kuluna “Onda Allah’ın vasıfları vardır” diyenleri hatırlamamak olmuyor.
Bu sözleri okuyanlar iktidardakilerin yaranma, dalkavukluk ve abartmalarının Türkiye’de tarihi bir gelenek olduğunu anlamış oluyor.
Demek ki bu ülkede “yaratılan yaratandan ötürü hoş görülmüyor”, aksine iktidarından dolayı kutsanıyor.
Abartının, yüceltmenin, övgünün zıvanadan çıktığı yerden gerçeklik ve doğallık da göç ediyor.
Gerçek dışı ya da akla aykırı övgüler ya da yergiler duygu ve çıkar hâkimiyetinin eseridir. Mantık ve akıl devre dışı bırakıldığında duygular efsane yaratır.
Siz, siz olun da dalkavukların sizi siz olmaktan çıkaracak söylemlerine de kendilerine de itibar etmeyin!