Osmanlı ve Cumhuriyet’in “Meşayih Kurulu (Dergâhlar ve Tekkeler) Mevzuatı”Na Dair

TARİKATLARI ANLAMADA MEVZUATIN ÖNEMİ
 
Yazımızın başlığını okuyanların “bu da nereden çıktı, “Tarikatçılık yeniden mi başlıyor?” gibi sorular soracaklarını görür gibi oluyorum.
 
Osmanlı döneminde çıkartılan ve Cumhuriyet döneminde de tarikatların yasaklanıp kapandığı 31 Aralık 1925 tarihine kadar uygulanan “MEŞAYİH KURULU (Dergâhlar ve Tekkeler) MEVZUATI”[1] olarak bilinen 1 tüzük ve 8 yönetmelikten oluşan mevzuatın bu güne kadar ülkemizde gündeme gelmemiş olması aslında bilim dünyası için bir kayıp veya “ayıp” olmalıdır.
 
Çok partili hayata geçtiğimiz tarihten itibaren, hukuken “yasak” ve fiilen “serbest” olan tarikatlar hakkındaki zihin karışıklığı artarak devam ediyor.
 
Hatta o kadar ki, pek çok sosyal bilimcinin yaptığı bilimsel araştırmalarda, din ile mezhep, mezhep ile tarikat karıştırılarak bunların hepsinin bir birinin dengi veya aynısı olduğu kabul edilerek yazılar yazıldığına tanık olmaya devam ediyoruz.
 
Her ne kadar Arapça olan “Şeriat, Mezhep, Tarikat” kelimeleri “YOL” anlamına geliyorlar ise de, bu yolların “sokak, cadde, bulvar” şeklinde de olsa bir birinden farklı olduğu hiç mi hiç düşünülmemektedir.
 
Devlet adamları, siyasetçiler, basın mensupları ve pek çok aydın da bu hataya düşmekte, Hacıbektaş Veli Yolu’nun ilk ve tarım toplumu olan köylüler için düzenlenmiş ve adına KIZILBAŞ kelimesi ile ifade edilen yoluna son 30 – 35 yıldır, “ALEVİLİK” diyoruz. İşte bu yola mensup kişilerden bahsedenler genel olarak İran Şiiliğin Caferi mezhebi zannetmeleri son derece büyük bir bilgi ve kültür eksikliğine işaret ediyor.
 
Bu sebeple de tarikat veya tarikatçı kelimelerini işiten bazı aydınların, Cumhuriyet ve Cumhuriyet kazanımlarının aleyhine olan bir muhalif örgüt gibi algılamalarını da hatırlamalıyız.
 
Çok partili demokrasiye filen ve hukuken geçtiğimiz 1950 yılında, örnek model olarak aldığımız “Parlementer demokrasi”nin olmazsa olmaz iki koşulu vardı:
 

1.  Eğitimli toplum

2.  Örgütlü (sivil) toplum

 
Ne yazıktır ki, ülkemizde her ikisi de yoktu.
 
İşte bu dönemde yasaklı ve baskı altıdaki tarikatlar “örgütlü sivil toplum” rolünü kaparak, siyasetle ortak faaliyetlere başlamış oldular.
Bu ortaklığın son derece kötü bir şekilde hala devam ettiğini de biliyoruz.
 
Bu durum “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti[2] ilkesiyle ne kadar uyumluydu, diye gereği kadar sorgulamadığımız gibi, bu illegal durumun tarikatlara ve tarikatçıların elde etmek istedikleri “insan-ı kâmil yetiştirme” amaçlarını da unutmalarına sebep oldu, diyecek kadar bir eğri noktaya gittiğini toplum yakından izlemektedir.
 
Sosyal yapı içindeki bu örgütlenmelerden rahatsız olanların ise, “dinci, tarikatçı, … “..düşmanı”… gibi eleştirileri zaman zaman çok ileri noktalara kadar götürüldü.
 
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte meydana çıkan sosyo-kültürel tartışmalar arasında önemli bir yer tutan “ALEVİLİK” meselesinin “önemli bir mesele” olarak gündeme oturmasıyla da “ALEVİ MEZHEBİ” tabirinin ortaya çıkmasına da tanık olduk.
 
İslam dünyasında bu isimde, yani  “Alevi” veya “Alevilik” adında “itikadî” veya “amelî” bir mezhep bulunmamaktadır.  Böyle bir mezhebe mensup bir tek insan da gösterilemez.
 
Alevi” kelimesi Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin tamamına yakınında, “Evlad-ı Ali” anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk 40 -50 yılında bizde de aynı anlamda kullanılmaktaydı.
 
Osmanlı topraklarında Hacı Bektaş Dervişi köylülere, yaygın olarak “KIZILBAŞ” denirken özelde Türkmen boy adlarıyla anıldıkları da olurdu: Çepni, Barak, Türkmen, Tahtacı, Sırac, Abdal kelimeleri bunlardandır.
 
Alevi kelimesi günümüzde “KIZILBAŞ” anlamında yani “Hacı Bektaş bağlısı Köylü” anlamında kullanılmaya başlandı.
 
Alevi Mezhebi”  şeklinde kullanılmasını iki şekilde izah etmek mümkündür:
 

1.  Tarikatların ve “677 Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men ve ilgasına dair kanun” la “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, “ gibi tarikatlarla ilgili deyimlerin yasaklanmış olması,

 

2.  Şii Mezheplerden olan Caferilik kelimesinin Aleviliğe (Kızılbaşlık) giriş töreni olan “İkrar Âyini”nde, “Allah’ın kulu, Hz. Muhammed’in ümmeti ve İmam-ı Cafer’in mezhebindenim…” şeklinde bir cümlenin bulunmasıdır.

Aslında bu cümlenin tarikata giriş töreninde söylenmiş olması, “tarikat yolu olarak İmam-i Cafer’in adının anılması, Alevilerin de Caferi Mezhebinden olduğu ve daha da ileri gidilerek Caferilerin de Alevi oldukları gibi bir zihin karışıklığına sebep olması…

 
İran, Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan, yemen, Türkiye ve Azerbaycan gibi pek çok ülkede var olan Şiilik olarak bilinen İslam Mezhebi’ne bağlı Caferi Mezhebi ile Osmanlı hinterlandında var oldukları bilinen; Türkiye merkez olmak üzere, Balkan ülkeleri, Suriye, Irak, Suudi Arabistan’da yaşadıklarını bildiğimiz KIZILAŞ (Alevi) olanlarla, Bektaşilerin alakasının bulunmadığını hatırlamadık.
 
Bu zihin karışıklığı ülkemizde ki faaliyetlerini artıran İranlı Şii – Caferi telkin ve tebliğlerini artırmıştır.
 
Ülke genelinde artan Şiilere mahsus Camilerin, hiç Şii vatandaşımızın yaşamadığı Adana ve Çorum’dan Adıyaman’a kadar pek çok yere yapılmış olması başka ne ile açıklanabilir?

Bu mevzuatın yeni harflerimizle ve günümüz Türkçesi ile neşri öncelikle bu gibi temel yanlışlıkların anlaşılmasına katkıda bulunacak ve aydınlarımız başta olmak üzere halkımızın tarikatların mezhep olmadıkları gerçeğini daha kolay anlayacakları düşüncesindeyiz.
 
Ayrıca aşağıda maddeler halinde ifade etmeye çalışacağımız şekilde diğer bazı yanlış anlamaların da doğrularının görülmesini sağlayacağı düşünülmüştür.
 
Günümüzdeki tarikatçılar ve tarikatçıları eleştirenlerin önemli kısmı “tarikatlar şeriata ait bir iştir, elbette şeriat kurallarına göre işlerler” şeklinde düşünüyor olmasıdır.
 
İşin öyle olmadığı, bu yazıyı takiben yayınlayacağımız bu mevzuat okununca daha iyi anlaşılacaktır.
 
Tarikatlar, tarihleri boyunca, bulundukları toplum içinde, “siyaset dışı, yaygın eğitim kurumu” olarak hizmet vermişlerdir. Eski deyimle tek amaçları, “İnsan-ı Kâmil” (olgun insan) yetiştirmekti.
 
Yani bütün tarikatların bir tek amacı vardır ve bulundukları toplum içinde, olgun ve “dosdoğru insanlar” yetiştirmektir.
 
Bunun da asgari sınırı “yalan söylemeyen, haram yemeyen, başkasının hakkına saygılı ve kendi hakkına da razı, ahlaksız davranışı olmayan insan” demekti.
Bugün kaybettiğimiz ve özlediğimiz de bu eğitim değil midir?
 
TARİKATLAR – YABANCILAR VE MEVZUAT
 
Osmanlı yıkılırken, bölünüp parçalanmayı hızlandırmak maksadıyla ve çoğunlukla İngiliz servislerince işgal edilmiş tarikatların[3], bu işgalden kurtarılması ve kendi geleneğine uygun bir çalışma yapmalarını temin amacı ile bu mevzuat çıkartılmış olduğu da düşünülebilir.
 
Bu güne kadar da bilim kuruluşları ile din kurumu tarafından hiç hatırlanmamış olan Osmanlı “Meşayih Kurulu (Dergâh ve Tekke) Mevzuatı”, devletin tarikatlar konusundaki temel anlayışını göstermiş olması yanında, aynı kurallara bağlı olarak hizmet veren tarikatların kendi mensuplarınca “özyönetim” metodu ile nasıl idare edilebildiğini de gösterir.
 
Biz de bu gerçeğin anlaşılmasını daha kolaylaştıracağı amacıyla da bu mevzuatı günümüz Türkçesi ile aktarmayı düşündük.
 
Bu mevzuat – bir tüzük ve sekiz yönetmelikten ibarettir– incelendiğinde görülecektir ki, “dinin iç mimarisi” diyebileceğimiz tasavvufun uygulama alanı olan tarikatlar, “kişiyi Hakka yaklaştıran bir nefis terbiyesini” aynı zamanda toplumsal bir amaçla, “yaygın eğitim”  yoluyla dergâh, tekke ve zaviyelerde insan ilişkilerini de yüceltmek için gayret ederdi.
 
Bunun için de, uyguladığı kurallar ve çalışma düzenini din/şeriat kuralları ile değil, dünyevî kurallarla; akıl ve çağın ihtiyaçlarını dikkate alarak yaparlardı.
 
Bu, kamu düzeni için aklı ve dünyevi kaideleri esas almış ve telkin etmiş bir din için de olması gerekendi.
 
Dergâh, tekke ve zaviyelerde cemaatle namaza izin verilmezdi. Bu sebeple de dergâh, tekke ve zaviyenin yakınında mescit bulunurdu. Yanında mescidi olmayan dergâh veya teke yoktu.
 
Bu mekânlarda kimseye, namaz vakti geldi, namazını kıldın mı, “haydin namaza” gibi hiç telkin yapılmazdı. Cemaatle namaz kılmak isteyenler mescide gider veya dergâhta kimse olmayan bir köşede namaz tek başına edâ edilebilirdi.

Ancak yemek zamanı mutlaka herkese haber verilir, hastalar, istirahat edenler, göreve gitmiş olanlar aranarak sofraya davet edilir; erişilemeyenlerin yemekleri ayrılırdı.
 
Namazla yemek arasındaki bu fark sorulduğunda da:
 
– Namaz insanın Allaha karşı sorumluluğudur, biz ona karışmayız”, denilirken, yemek içinse, “eğer yemeğini vaktinde yemesini sağlamazsak zayıf düşebilir, hastalanabilir, o zaman da başımıza yeni işler çıkar” türü cevaplar verilirdi.
 
Bu çalışma, özellikle aydınlarımızın din, şeriat, tarikat gibi konularda bilgi eksikliğinin ne kadar fazla olduğunu göstermesi bakımından da orijinal bir çalışma sayılabilir.
 
Hatta yer sofrasında, tek kaptan yemek yemeyi ibadet zanneden ve böyle yaparsa, daha çok Müslüman olacağı düşüncesinde olan din adamı ve/ya ilahiyatçılar için de şok tesiri yapabilir.
 
Ayrıca, tarikatların siyaset ve ticaretle (gayri meşru)  evliliklerinden doğmuş olan günümüz problemlerinin çözülmesinde de örnek model olarak yardımcı olabilecektir. 
 
ŞEYHLER (Kurulu) MECLİSİ
 
Şeyhülislamlığa bağlı bir kurum olarak 1868 yılında kurulmuş olan “Meclis-i Meşayih” (Şeyhler Meclisi/Kurulu) dergâh, tekke ve zaviyelerin bağlı oldukları “tarikatın kendi usulleri ”ne göre idare edilmelerini temin ve şeyhliklere, cahil, eğitimsiz, sıradan insanların gelmesi yerine, ilim ve fazilet erbabı aydın insanların gelmesini temin ve daha rahat çalışma yapabilmeleri maksadıyla 5 mart 1334 tarihli kanunla üye sayısı yediye çıkartılmıştır[4].
 
Meclis-i Meşayih son haliyle bir başkan ve altı üyeden oluşuyordu. Merkezi İstanbul’da bulunan tarikatların birinci adamları ile merkezi Hacıbektaş ilçesinde bulunan Bektaşi Tarikatı adına da, –ulaşım güçlüğü sebebiyleŞahkulu Sultan Dergâhı Postnişini,  “Bektaşi Dergâhı Postnişin Vekili” sıfatıyla meclisin yedi üyesinden birisiydi.
 
İşin bir başka tarafı da şehirli olan Bektaşiliğin Piri konumundaki “Dedebaba”ların bir kısmı Şahkulu Dergâhı’nda otururlardı. Onların ikametlerinin İstanbul olduğu zamanlarda Bektaşileri “Dedebaba” temsil ederdi.
 
Doğrusu Osmanlı tekke mevzuatı denilince, bu çalışma dışında kalmış birkaç yönetmelikle burada adı geçmeyen birkaç genelge daha mevcuttur. Onlar bu çalışmamızda yer almamıştır.
 
Bu neşrettiğimiz mevzuat içinde yer almayan, bir başka yönetmeliğe göre, tarikatlarda şeyhlerin, dervişlerin kaydının yapıldığı ayrı ayrı defterlerin tutulması, dervişlerin, şeyhlerinin mühür ve imzasını taşıyan kimlik bulundurmaları yanında, güvenlik, maliye ve din denetimlerinden bahseden yönetmelikler olduğunu da hatırlatmak istiyoruz. İnşallah, bu çalışma diğer yönetmeliklerle birlikte kitaplaşacaktır.
 
Tarikatlarla ilgili yasağın da kaldırılması, Avrupa Parlamentosu ve AB’nin ülkemizde din hürriyeti olmadığına dair raporları ve demokratikleşme talepleri sebebiyle de olsa, düşünülecek olursa, tarikatların serbest bırakılması, onların başıboş hale getirilmesi anlamına gelmemelidir
 
Anılan mevzuat modeli incelenerek, benzer bir düzenleme ile tarikatların Diyanet İşleri Başkanlığı’nda oluşacak bir kurula bağlı olarak serbest bırakılabileceği, bu gelişmenin ülkemiz demokrasisine, kültürüne ve halk eğitimine ciddi katkı sağlayacağı kanaatini taşıyoruz.
 
Bu sistemin tarikatların 677 sayılı kanunla kaldırıldığı tarih olan 1925 yılı sonuna kadar uygulanmış olduğunu, yani bu mevzuatın iki yıla yakın bir süre Türkiye Cumhuriyeti’nin de mevzuatı arasında bulunduğunu da kaydetmek istiyoruz.
 
İLAHİYAT FAKÜLTELERİ VE DİN KURUMU
 
Üniversitelerimizin, İnkılap Tarihi Enstitüleri’nde, özellikle de İlahiyat fakültelerinde ve “Tasavvuf Tarihi” biliminde bu alanla fiili hiçbir çalışmaya şahit olamıyoruz. Ayrıca, “Ceride-i ilmiye” ve “Ceride-i Sofiye” haklarında bibliyografik çalışma bile yapılmamış olmasını üzüntü ile karşılıyoruz.
 
Bize göre bu işin asıl rahatsız edici yönü, günümüz din kurumunun kendisini ilgilendiren bu konulara hiç mi hiç ilgi duymamasıdır.
 
Hâlbuki günümüzde; dinle ilgili sorunlar başta olmak üzere, sosyal ve kültürel sorunlar ile siyasi sorunların da temelini oluşturan ve dünyevi (seculer), laik anlayışın yerleşmesinde son derece önemli olan, geçmişin bu konudaki tecrübesinden ve uygulamalarından yararlanmak amacı ile de olsa bu çalışmalar yapılmalıydı.
 
Türk devletlerinden hiç birisi, özellikle de Selçuklu ve Osmanlı, hiçbir zaman teokratik (theocratic) devlet olmamış ve teokrasi (theocracy) ile yönetilmemiştir. Bunun bilinmesi gerekir.
 
Teokratik devlet, Vatikan örneğinde olduğu gibi, “Tanrının devleti”dir ve “Tanrı adına din adamlarının yönettiği devlet”tir.
 
Hanedanla yönetilen devletlerde hiçbir zaman yönetim Tanrı adına olmaz; hanedan adına olur.
 
Türk devletlerinde kanunlar öncelikle kamu yararı içindi. Düzenlemeler de örfe göre yapılırdı. Bu bakımdan Osmanlı için “şeriat devleti değil, örfî devlet” diyenler doğruyu tespit edenlerdir[5].
 
Osmanlı bu konuda öyle hassastı ki, dine ait yönetmelikler bile devlet işlerine ait “ceride-i resmiye” (resmi gazete)de değil, Şeyhülislamlığın çıkardığı “ceride-i ilmiye” de yayımlanırdı.
 
Bu bakımdan devletin resmen laikliği (dünyevi devlet uygulamaları) hukukunu kabul ettiği Cumhuriyet dönemi “din yönetimi”, bu eski ve şerefli geçmişten yararlanmalı ve siyaset dışında kalmayı başarmalıydı…
Bu yapılmadı. Yapılmadığı için de problemler katlanarak arttı.
 
GÜMÜZ TARİKATLARI VE SİYASET İLİŞKİLERİ
 
Bizi bu çalışmayı yapmaya sevkeden sebep, günümüz tarikatlarının siyasetle iç içe oluşları karşısında, dün tarikatlar resmen açık olduğunda bunların durumları, çalışmaları, eğitimleri, hizmetleri ne idi, bu gün nedir, sorularına cevap bulmaktır.
 
Günümüzde, sosyal yapıyı ve sosyal gelişmeyi olumsuz etkileyecek kadar etkili; gerçekten ticaretle, siyasetle ve siyasi partilerle ayrılmaz ortaklıklar kurmuş tarikatların resmen kapalı olmalarına karşılık, meydana getirdikleri fiili durum son derece şaşırtıcıdır.
 
1925 yılında 677 sayılı kanunla kapatılmış tarikatların –nerede ise– tamamı aynı isimlerle faaliyet göstermekte; her hangi bir denetime ve kurala bağlı olmadıkları için de alabildiğince aslından kopmuş, bozulmuş bir yapı göstermektedirler. Bunun hatırlanması gerekir.
 
Kuran okumayı bilmeyen, dinden habersiz, çağdaş bilim ve gelişmeyi farkedememiş, bidat ve hurafelerle dervişlerini oyalayan ve onların hediye ve sadakaları ile geçinen, hediye veya sadaka diyorsak, üç beş kuruşluk hediye veya sadaka değil, Mercedes marka otomobiller, evler, yalılar gibi hediye ve sadakalarla geçinen tarikat ve şeyhler her tarafı doldurdular.
 
Tam anlamıyla siyaset dışı kurumlar olması gereken tarikatlar, nerede ise, laikliği tehdit edecek kadar, ya da ülkenin laik olmadığı imajını verecek ölçüde meydanda; hem din, hem de siyaset alanında görünmektedir. Ticaretteki görüntüleri de bu işin faizi sayılabilir.
 
Tasavvuf ve tarikat bilgileri yeterli olmasa da, yeterinden fazla siyaset bilen ve bütün partileri peşlerinden koşturan, hatta her seçim öncesinde olduğu gibi, bütün partilere 3 gün, 5 gün süre tanımak gibi lütufkâr(!) davranarak tehdit eden tarikatçılar bile bulunduğunu biliyoruz.
 
Tarikatçılardan bir kısmının basın toplantıları düzenleyerek, “şu partiye oy vermeyeceğiz, bu partiye vereceğiz” biçimindeki açıklamaları din – siyaset karışması, dinî siyasete alet etmek değilse, bize göre bu suçu oluşturacak fiilden bahsedilemez.
 
Her partinin tarikatı, ya da her tarikatın partisi bulunur halde bir gerçeği yaşadığımızı herkes kabul ediyor ve herkesin ortaklaşa kabul ettiği bir hakikat olarak “bizim tarikat iyidir” kuralı geçerli sayılıyor.
 
Cumhurbaşkanı Merhum Özal’ın “Nakşi” olduğunu bilmeyen yoktu. Valisi, Emniyet Müdürü, Bakanı, Başbakanı, bürokratı, askeri, sivili bu kadar insanın tarikatçı olduğu; parti başkanlarının hatta başbakan ve Cumhurbaşkanlarının şeyhleri ziyaret edip el öptükleri bir ortam içinde geçen zaman dilimi videoları günümüzde de bulunuyor.
 
Buna karşılık, tarikat mensubu olarak bakanlık yapmış bir takım eski siyasetçiler bile TV programlarına çıkıp, “bizimki tarikat değil, bizim büyüğümüz akıllı ve ileri görüşlü olduğundan bize rehberlik ediyor” gibi gayri ciddi beyanlarda bulunmayı ihmal etmediler.
 
Özellikle Alevi/ Bektaşilerin, tarikat olmadıklarını söylerken anlatıla

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!