- Sizin Ömer Lütfi Mete’yle ilk tanışmanız ne zaman, nasıl oldu? O İstanbul’da siz Ankara’daydınız, hangi şehirde yolunuz kesişti? Sonra da münasebetleriniz devam etti mi?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Ömer Lütfi Mete, 80 öncesi Sabah’ta, Tercüman’da gazetecilik yaptı. Sanırım Türkiye gazetesinde de bir miktar emeği var. 80 sonrası TGRT’de filmler yaptığı zaten malum… Asıl tanışıklığımız Rize’de ocak başkanlığı döneminden. Biz de Ülkü Ocakları’ndayız ve seminerler tertip ediyor, dergiler çıkarıyoruz, eğitim ve sosyal faaliyetler yapıyoruz. İstanbul’da Tercüman’da çalıştığı yıllarda bendeniz de zaman zaman Hergün’e Ankara’dan gelip sayfa yapardım. Gençlik Sayfası… Daha o zamanlarda hem imam, hem ülkücü, hem gazeteci, hem şair, hem modern bir eğitimci idi. Kendisini sevdirmeyi biliyordu, daha doğrusu bu haslet, genlerinde vardı. Sabah, Tercüman, Ortadoğu, Yeni Şafak, Yeni Haber, Ayyıldız gibi gazetelerde yazdı, birçok gazetecinin yetişmesinde ağabeylik yaptı. Hem sinema, hem medya, hem de siyaset dünyasında rehberlik hasleti, öğretmenlik tecrübesi ile de birleşince birçok gencin Ömer abisi olarak temayüz etti. Rize’den Ankara’daki istişârî toplantılara her ocak başkanından farklı olarak cebinde uzunca bir şiirle gelirdi. O dönemde her ne kadar klasik şiirimizi seven ve okuyup anlayan nesiller de olsak; Nazım’ın, Sezai Karakoç’un, Attila İlhan’ın serbest şiirleri şiir tarzımızda etkiliydi. Necip Fazıl ve Abdurrahim Karakoç hecede şüphesiz sevdiğimiz şairlerdi; fakat yeni soluk arayışlarında Maviye Çağrı’sıyla o dönemde Türkçü şiirde öncü olan Servet Gürcan, Hasretinden Prangalar Eskittim diyen Ahmet Arif, Bir Savaşçıdır Kalbim ile Osman Sarı dikkat çekiciydi hepimiz için. Ömer Lütfi Mete’nin şiiri de serbest şiirde bunların hepsinden süzülüp gelen kendine özgü ses ve soluktu. Fakat yayınlanma imkânını ancak Türk Edebiyatı dergisinde editörlük görevleri sırasında buldu çoğu… Bu arada bazı edebiyat dergilerinde de yazdı. Mesela Boğaziçi, Yörünge, Çağrışım Hatta Çağrışım baştan sona onun eseridir denebilir.
Sonra 12 Eylül oldu. Bizler Mamak Askeri Cezaevini boyladık. O yıllarda o da içeri girmeyip acısını duyanlardan oldu. Şükrü Karaca gibi… İçerisi için dışarıdan hissiyat paylaştılar ikisi ve daha birçok arkadaş da. Şükrü’nün Yıl Domuz Yılıydı diyen şiiri ile Ömer Lütfi’nin Çığlığın Ardı Çığlık romanı ve Üç Ayak Bir Şafak şiiri bu babtandır.
Hapisten çıkınca Kafes romanımın imza gününe geldi. Henüz Çığlığın Ardı Çığlık romanını yazmamıştı. Kafes’ten sonra geç kalınsa da ülkücü hareketin roman kafilesine onun romanı da katıldı. Yeni Düşünce gazetemizin kitap yayıncılığı da vardı. Çığlığın Ardı Çığlık orada çıktı 1988’de hatırladığım kadarıyla. Sitem, kahır, yanlış anlaşılma, daha birçok iç burkuntusu veren ne kadar kavram varsa; 80 darbesiyle birlikte bunlar, ülkücülerin devlete bakışında etkili olmuştur. Mete’nin de şiirlerinde bu bahis geniş yer alır. Öyle ya devlet, ‘baba’dır ve maateessüf baba, evladına kıymıştır. Naci Bostancı, Mehmet Ünal katıldılar kervana sonra. Bunlardan sonra da Adnan Şenel, Dursun Kuvel, Emine Özgenç gibi birçok yazar 12 Eylül’ün ülkücü bakış açısıyla romanını yazdılar.
Yollarımızın kesiştiği şehirler böylece Ankara ve İstanbul olarak tebellür ediyor. Bir de bir kez Elâzığ seyahatimiz var. Şaşmaz ailesinin Elazığ’daki evine gitmiştik birlikte.
- Ömer Lütfi Mete ile bir dönem mesai arkadaşlığı da yaptığınızı biliyoruz, onunla birlikte Ankara’da aynı gazetede bulundunuz. Bu hangi gazeteydi ve ne kadar sürdü yayını? Nasıl bir çalışma arkadaşıydı? Bize o günleri ve o günlerdeki Ömer Lütfi Mete’yi anlatır mısınız?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
1987 yılında Yeni Düşünce’yi çıkarıyorduk. İstanbul’da çıkan bir dergiydi. Bir müddet İstanbul’da görev yaptım ama Ankara’da iyi bir kadromuz da vardı, dergiyi Rıza Müftüoğlu satın aldı. Türkeş Bey belli ki rica etmişti. Bendeniz de genel yayın müdürü ve başyazar olarak görev yapıyordum. O yıllarda Altınsoy Büyükşehir Belediye Başkanı idi. Benim kayınpederin de Aksaray’dan arkadaşıydı. Belde adında günlük bir gazete çıkacaktı. Mehmet Nuri Şahin gazetenin başındaydı. Bir yayın kurulu vardı. Mehmet Doğan, Necmettin Türinay, Adnan Tekşen, Nabi Avcı, Bekir Soysal, Muhsin Mete ve ben. Ömer Lütfi Mete de genel yayın müdürüydü. Çalışanlar, Nihat Genç, Hakan Albayrak, Mehmet Çetingüleç, Tülay Çetingüleç, Aynur, Hamdi, Zakir ve çoğunlukla bizim ekip… Günlük bölgesel gazete: Belde. Bir yıl sürdü. Ömer Lütfi Mete’nin haberi sayfaya döşemede uyguladığı yeni bir yaklaşım vardı o zaman. Tadat sayfası olmayacaktı. Haber hangi sayfada verilmişse orada tamamlanacaktı. Ben de Yeni Düşünce’den ayrıldım sonra, hanım İngiltere’de master yapıyordu, sıklıkla bir ayağım İngiltere’de bir ayağım Türkiye’de. Belde’nin son sayfasında diziler yazıyordum. Adaşımla başlık seçmek çok zevkli bir süreçti. Ocakta slogan seçmenin verdiği tecrübeyle ikimiz de beyin fırtınası yaparak başlıklar seçerdik; tabii başlığın ‘cuk’ oturması lâzım yerine her bakımdan. Belde günlerinde Sıhhıye’de zemin katta bir eve taşındı. Çocuklar daha küçük. Yenge çok çekmiştir tahmin ederim, öyle bir insana katlanmak kolay değil; gece yok, gündüz yok. Ne iş yaptığı belli değil; bir orada bir burada… Biliyor musunuz, Ömer Lütfi merhum aynı zamanda ‘zer’e çıkardı. Bazı yıllar Ramazan boyunca Almanya’da imam-hatiplik, vaizlik yaptı, konferanslar verdi. Ekmeğini taştan çıkarırdı diyebiliriz onun için. Daha o yıllar bana, reis senaryo yazsana filan derdi. Neden? 12 Eylül öncesi bir ülkücü doktorun Güneydoğu’da bilabedel hizmetini ve başına gelenleri anlattığım bir senaryom vardı, Hani şu Cüneyt Arkın’ın oynadığı ve 12 Eylül’e götüren süreci hızlandıran bir film vardı ya, ‘Güneş Ne Zaman Doğacak… işte ondan evvel biz o filmi çekecektik. Onu biliyordu. Meğerse kendi içinde senaryoculuğu saklıyormuş. Sonunda müthiş senaryolar yazdı ve sinemada çok daha önemli bir yere kavuştu. Başta Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, The İmam, Bizim Ev, Deli Yürek, Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi… ve dahası… Aslında o senaryo yazarlığını sipariş üzerine başlamıştı, öyle de gitti. Kendi de bunu ifade etmişti: İlk TRT’ye yazdığı Mehmet Âkif’ten sonra teklifler gelince yazmaya başlamıştı ve ısmarlamadıkları müddetçe senaryo yazmadığını söylemişti. Belki de o yüzden rahat yazdı. Sohbetlerimiz arasında geçen derin devlet, mafya, şu bu üzerine o kadar rahat kalem oynattı ki, insanlar olağanüstü buldular. Aslında gizli kapaklı bilgiler ihtiva etmiyordu ki yazdıkları… Kendisi de diyor: gazetelerdeki açık istihbarattaki malumatları derleyip topladığını söylüyor. Araya tabii şiirsel anlatım katarak. Çizme filmi ezansız dönemi ve ezanın aslına dönmesinde DP politikacılarının da gerçek yüzünü gösteriyor. Türkiye Yazarlar Birliği olarak sinema ödülü vermiştik. Dizi olarak da Ekmek Teknesi’ne. Çünkü Bizimkiler dizisi gibi basit, gerçek mahalle hayatının kültürümüze ait doğal ilişki ağını aktarıyordu. Kendi insanımızı buluyorduk onda. Gazeteciliği severdi ve sayfa çatarken başka olurdu. O sadece köşe yazarı olarak değerlendirilemezdi; spordan edebiyata, fikir dünyasından iç ve dış siyasete hem yazarlığı, hem yöneticiliği, hem teknik bilgisi ile sayfa sekreterliği dahil bir gazete ya da derginin mutfağında çalışması gereken biriydi. O yüzden Namık Kemal Zeybek Ayyıldız adında gazeteyi çıkaracağını söyleyip benden isim istediğinde ona iki isim vermiştim: Ahmet Aslan’ı yanına koy, Ömer Lütfi Mete genel yayın müdürü olsun. Zira ikisinin de gazeteciliğini yakından tanıma ve birlikte çalışma imkânım olmuştu. Öyle de oldu, ben de köşe yazıyordum orada, ama uzun sürmedi maalesef. Özetle; birinci ortak mesaimiz Ankara’da Belde’de, ikinci ortak mesaimiz de İstanbul’da Anadolu yakasının Ankara’ya en yakın kısmında matbaası olan Ayyıldız’da…
- Bir araya geldiğinizde edebiyat konuşur muydunuz? Edebiyat hayalleriniz nelerdi, neler yapmak istiyordunuz o yıllarda? Şiirleri ve romanları hakkında bize neler söylersiniz? Sizce kalıcı eserler yazdı mı? Ömer Lütfi Mete denince akla önce şairliği mi, yazarlığı mı gelmeli?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Gülce kitabı, şiirlerinin hamuruydu. Elbette genç yaşta kaybettik sayılır. Hayat meşgalesi ve senaryolar, aktif gazetecilik pür edebiyatta derinleşmesinde mani olan şeylerdi. Fakat içine kapandığında, kendini dinlediğinde şiir vazgeçilmeziydi. Hayat mı eser mi denince o daha çok hayatı, edebiyatı hayat içinde anlamlandırmayı seçti. Senaryolarında da zaten şiirsel anlatımlar ağırlıkta değil midir? O meşhur şiiri zaten Kurtlar Vadisi gibi vurdulu kırdılı bir oyunda kahramanını ıssızlığa çekerek içsesle söylettiği bir şiirdir.
Edebiyat pür edebiyat değil elbette. Hayatımızın içinde ne ifade ediyorsa o. Şiir şiir olsun diye yazılmazdı. Yeri gelirdi, gereği olurdu. Bazen birbirimizin kitaplarından haberdar olmadığımız da olurdu. Bir gün Beyazıt Meydanında yerde satılan bir sürü kitap gördüm. Ömer Lütfi Mete’nin romanları, Cemre, Balonya Tüneli filan… “Aman Allahım bu adam bütün bunları ne ara yazdı?” deyip toparladım, aldım. Sonra kendisi ile karşılaştığımda onlarla ilgili sorular sorardım. Bazen de kendisi henüz basılmamış, a4’lere yazılı romanlarını okuturdu bana. Mesela bir futbolcunun hayatını anlattığı romanı öyle… İlk yazdığında bir tomar kâğıdı elime tutuşturdu, okumam için…
Genellikle dâvâ, siyasete yansıması, edebiyata yansıması biçiminde sohbetlerimiz olurdu. Üstadları eleştirdiğimiz sohbetlerimiz, mahkemelerimiz de olurdu, Necip Fazıl’ın yaptığı gibi… O bazen cerbezeli haliyle fikirlerini ayağa kalkarak anlatmayı severdi. Ben de her zaman olmasa da iddialarımı ayağa kalkarak da sürdürmüşümdür. Dışarıdan bakan sanki kavga ediyor bu adamlar bile sanabilirlerdi. Oysa beş dakika sonra can ciğer kuzu sarması olurduk şüphesiz. Kısa süreli birlikteliklerimizi şiir okuyarak geçiremezdik elbette… Onun Ankara’da işleri var, hızla üzerine gidilmesi gereken… Yemek, namaz, sohbet, iş güç… Telaşe, koşturma, dinlenme… “Yemek söyleyim?” “Yok, benim yemeğim yanımda!” çıkarır çantasından bir elma ve ısırmaya başlar… Samimiyet, sadakat, mesuliyet, vefakârlık, dostluk, kadirşinaslık, yoldaşlık… Öyle fazla konuşmaya da gerek yok. Kardeşler içi dışı bir insanlardır. Ha bu arada unutmadan söyleyeyim; elma yeme tavrını kurtlar Vadisi’nde Zaza karakterine yaptırırdı.. Aslında bütün filmlerinde kendinden bir parça vardır. Mesela The İmam da biraz kendisidir, Kuşçu da biraz kendisidir, Ömer Amca da…
Belde macerasından sonra da ilişkimiz devam etti elbette.
1990’lı yıllarda ben bürokraside idim. Tarım Bakanlığı Yayın Dairesi başkanıydım ve Yaygın çiftçi eğitim projeleri yapıyoruz, televizyon yoluyla da eğitim ve yayım gerçekleştiriyoruz, sadece basılı materyallerle değil. Bizim daire matbaasından, dijital yayıncılığın her alanında en ileri teknolojiye sahipti. Mutlaka bana uğrar, Ankara trafiğini oradan idare ederdi. Çok hızlı düşünen, pratik zekaya sahip, derin fikirlerini çok kısa zamanda hayata geçirebilen nadir beyinlerdendi. Siyasetin de tam ortasındaydı. Mesut Yılmaz zaten hemşehrisiydi, Tayyip Erdoğan keza… Türkeş, Bahçeli, Yazıcıoğlu ile doğrudan teması var. Sonra dizi yazarlığına başladı malum. Gelirdi dizüstü bilgisayarını açardı. İki dakikada –lafın gelişi tabii- bölümünün eksikliklerini bitirir ve yapım ekibine gönderirdi. Dizideki oyuncular da senaristlerini çok severlerdi. Mesela Kurtlar Vadisi…
Yıllar yıllar evvelinde bir diş doktoru arkadaşın muayenehanesi buluşma yerimizdi; Onur İşhanında… Her ikisi de Elazığ’lı Kadiri şeyhi Abdulkadir Şaşmaz’ın müridi idi. Onun çocukları da Raci şaşmaz ile Necati Şaşmaz Kurtlar Vadisinde hem yapımcı hem oyuncu idiler. Mehmet Tahir Şaşmaz ise amcaları, 12 Eylül öncesi MHP’de Elazığ milletvekili… O çocuklar o sıralar ortaokula gidiyorlardı ve hatırladığım kadarıyla futbolcu olmak istiyorlardı.
Edebiyat yani kendiliğinden hayatın içinde mevzubahisti. Her vesileyle bir şiire, bir denemeye, romana, araştırmaya gönderme yapılırdı. Ortak yanlarınız ve bilgi ve inanç örtüşmeniz çok olunca aslında konuşmaya bile ihtiyaç duymadığınız zamanlar olur.
- Ömer Lütfi Mete’nin hayatında gazetecilik önemli bir yer tutuyor ve kamuoyuda onu daha çok gazeteci, televizyoncu olarak tanıyor. Mesela uzunca bir dönem spor yazıları yazdığını biliyoruz. Sizce bu onun severek, isteyerek yaptığı bir iş miydi, yoksa bir geçim yolu muydu? Gazeteciliğe ayırdığı zamanı mesela romanlarına, şiirlerine ayırsaydı ortaya nasıl bir durum çıkardı? Bu konuda size yakındığı oluyor muydu?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Ankara’ya geldiğinde futbol oynardık. Gazete çatıldı, baskıya gitti ya; hemen soluğu Ankara Kapalı Spor Salonunda alırdık. İl Spor müdürü arkadaşımızdı. Adnan Gül de dahil olmak üzere üçer ya da beşer kişilik takımlar oluşturup basketbol sahasında maç yapardık. Adaşım o cüsseye ve yaşa rağmen parkelerin üzerinde röveşata bile yapardı.
Hayır hayır hiçbir şeyden yakındığı olmazdı. Elbette rahatsızdı. Huzursuz, rahatsız, muzdarip… Fakat bu entelektüel bir uğraşa malzeme olmanın ötesinde bir anlam taşımazdı; Necip Fazıl’ın çilesi gibi… Futbol oynanacaksa oynar, o zaman her şey ikinci plandadır terleyip üstünü başını değiştirdikten sonra yazabilir. Sakıncası yok. Roman ve şiir yazarken hayatındaki gibi, top oynadığı gibi hızlı ve telaşlıdır. Bizim yayın dairesine gelip “kahvemi söyle adaş!” dedikten sonra bir köşeye çekilip laptop’unu açar ve yarım bıraktığı senaryonun bazı diyaloglarını tamamlardı. Yaptı bitti, yazdı bitti o kadar. Dönüp bakmaları pek sevmez. Yaptığı işi severek yapardı. Futbol oynarken, spor konuşurken ve yazarken, yorum yaparken, politika konuşurken, sanat ve edebiyat keza… Hepsinde vardı ve hepsinde de inanarak, kendini merkeze koyarak vardı. Onun hem Türk sporuna, hem şiirine, hem romanına, hem sinemasına ve hem de siyasetine Mete soluğu kazandırdığını düşünüyorum. Her şeyden önce samimi bir ülkücüydü.
Ankara macerasında başından savar gibi gazete çatar, senaryo yazar; iş futbol oynamaya gelince asıl işi buymuş gibi yapardı. Ankara macerası bitince işsiz kaldı. ne yapsın İstanbul’a dönüp Türkiye gazetesinde spor yazarlığı yaptı. Sabah’tan, da, yeni Şafak’tan da, Belde’den de ayrılması hep o dikbaşlılığı diye nitelendirilen tavizsiz kimliğidir, ama biraz da Karadenizli heyecanıdır. Aslında atılma beklentisine karşı kendi iradesini ortaya koymak ve bile bile germek… O anlarda onu tutamazdınız. Belde’de yayın kuruluna postayı koydu ve istifa etti. Çekti gitti, gazete başsız kaldı. Teklif karşısında ben de “Ömer Lütfi Beyin bıraktığı yerde ben de olmam” diyerek ayrıldım. Gazetecilikten onu koparıp şiirde ve romanda, senaryo yazdığı için mesela tiyatroda çok daha dünya çapında eserler verecek birikime sahip olduğu için zorlamak istersiniz. Fakat o zaman da o olmazdı ki!…
Futbol gibi gazetecilik de hakiki mesleği, sevdiği işti. Futbolcunun hayatını anlattığı romanı çok önemserdi. Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi adından ilginç bir kitap hediye ettiğimi hatırlıyorum. Ömer Lütfi Mete ile konuştuğunuzda şarkı türkü faslından, futbola, oradan tarihe, oradan siyasete, oradan şiire, romana, felsefeye hatta tasavvufa çok rahat adımlar atabilirsiniz: hiçbir mania yoktur.
Neyle uğraşıyorsa o anda mesleği odur. İmamsa imam, gazeteci ise gazeteci, şairse şair, siyasetçi ise siyasetçi… Fakat hepsinde gazeteci kimliği özgürleşmeyi sağlar, didiklemelerine bahane olur. Ondandır ki, sonradan kitaplaşan ve sayısı hayli fazla olan deneme araştırma türü eserleri genellikle o mesleğin yansıttığı bilgiler içermektedir. İşte derin Devlet ile ilgili kitap ve yazılar, işte Derin Devlet Manifestosu, Mahir Kaynak’la yazdıkları, Allahsız Müslümanlık vs. Romanlarında bir zaman adını bile koymayıp kapak yaptırdığını biliyorum. “Ö.L.M.” Böyleydi kapaktaki yazar ismi, Beyazıt’ta gördüğüm romanlarında. “Bu eserim” dediği romanı, belki Çığlığın Ardı Çığlık olabilir. O gerçek bir sancının ürünüydü. Niçin romanlarının bazılarına Ö.L.M. demişti? Tasavvuf ehli olduğu için. Ölüme her an yakın olduğunun delili… Ölmeden önce ölenlerin hikâyesi… Kadiri şeyhi Abdulkadir Şaşmaz’ın müridiydi. Şeyhi de kendisi de arkadaş gibiydiler. Lakin rabıta halinde ne kadar da başka bir Ömer Lütfi Mete vardı. O deli dolu adamı tasavvuf uysallaştırırdı. “Çoklukla günahkâr bir adamım” o pek samimi itirafları yapan hatta yazan adam, nefsinin ıslahı için coşkun felsefeli bir yolu Kadiriliği benimsemişti. Bu boşuna değildi. Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi’ye, Nurettin Topçu’nun Bekkini’ye hürmeti ve münasebeti: hafakanlar, tecessüsler, isyanlar ve entelektüel fırtınalar arasında dehanın bir iç disiplin ihtiyacına Lütfü Şahsuvaroğlu mahiyetinde arayışları ise; Ömer Lütfi Mete’nin tasavvuf yolculuğu da bu ikisinin karmasından ibaret bir muhasebe, sınır tanımaz entelektüelin iç disiplinini temin etme, toptan sıyrılma aksiyonu idi.
- Her ikiniz de aynı siyasi düşünce geleneğinden geliyorsunuz. O yapıp ettikleriyle, yazdıklarıyla ve konuştuklarıyla bu siyasi geleneği aşmış biriydi diyebilir miyiz? Sizin de onun da üzerinde en çok durduğunuz hususlardan biri “devlet” kavramı, niye devlet kavramı bu kadar önemli?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Mesela o da bu sorudan hoşlanmazdı. Niçin o siyasi gelenek bir takım ehil olmayan insanların elinde diye aydın geçinenler o siyasi geleneği aşıp yüksek bir şahsiyet haline geldiklerini düşünsünler ki…
Hani bazı arkadaşlar yazar ya, “bir zamanlar ülkücü idik… işte biz de o çocukluk hastalığını şöyle şöyle yaşadık…” Bu kimi sol gruplarda da var. Nedamet duygusu onda yoktu. Ha; çok reddedilmişlik, değer vermezlik, haksızlık görmüştür. MHP’de siyaset yaptı, üstelik de bu, BBP’den sonraydı, haksızlık ettiler bir şey demedi, içine attı. Benimle bile paylaşırken kendisine yapılanları abarttığını görmedim. Muhsin Başkanla çok iyi arkadaştık malum. Üçümüz sıklıkla bir araya geldik. Benim evimde, Ömer Lütfi Mete’nin Sıhhıye’deki evinde, İstanbul Çamlıca’da Kuru fasulye yerken… Anap ittifakında mesela İstanbul’da onuncu sıraya kondu. İttifakta 7 milletvekili var ya partinin, ona göre bir plan geliştirmiş parti; oysa o ittifakta akıllı bir strateji yürütülse 13 milletvekili çıkarabilirdi BBP… Biraz küskünlüğü oldu tabii… Seçimlerden çok sonra kendini çekti Ömer Lütfi Mete siyasetten. Bu arada senaryo yazarlığına hız verdi. Benim İstanbul’da bir panelde konuşmam var. Tabii o da geldi. Muhsin Başkan da sunuş yapmıştı o panelde. Baktım hafif ayrılık var. Hemen ikisini de alıp bir yere gittik. Barışıp helalleştiler. Abdurrahim abiyle de benzeri bir durum vardı. Karakoç küsmüştü siyasete, yani Başkana; daha önce Türkeş’e yani MHP’ye küstüğü gibi. Hayati Tek’in evinde bir iftarda bir araya getirdik ikisini ve ikisi de ölmeden barışık gitmiş oldular.
Elbette hepimizin siyasi fikirlerinin temelini oluşturan şey; öncelikle bin yıllık terkibin fikrî mayası olduğu kadar, onun siyasi ve nihai varlığının ortaya çıkardığı devlet-i ebed müddet kavramıdır. Devlet fikri şüphesiz kendisini derin devlet diye tanımlayan bir takım kişi, örgüt veya mahfillerin çok çok üstünde bir kavramdır. Fakat hürriyet olmadan ne vatan, ne de devlet bir şey ifade eder. Namık Kemal’in dediği gibi ancak en hür olduğumuz iklim, coğrafya, kültür bize vatan zemini verir; bu kimi zaman Kâbe’de siyaha bürünür, kimi zaman kolunu Meşhed’e atan bir özgür iradedir. Şüphesiz derin devlet ihtiyacını ihsas ettiren kitapları vesilesiyle çok tartıştık kendisiyle. O hep böyle bir varlığı umardı; olmadığını kendisi de biliyordu. Ya da bu fonksiyonu deruhte edenlerin eksikliğini…
Ya abartmayalım; adaşım da ben de öyle devletçi, devletten nemalanan ve kendine derin devlet süsü veren tiplerden hoşlanmazdık aslında. Kendisi de söyler: “Gazeteciyim ve herkesle görüşürüm. İçkim yok, kumarım yok; mafyanın gittiği yerlere gitmem. Ama onlar benim olduğum yerlere gelir anlatırlar. Yazdıklarım onların anlattıkları ve her yerde olan bilgiler…” Gerçekte ülkücülüğün müstakil, fikri hür vicdanı hür, irfanı hür tarafının – geleneğinin daha ağır basması gerektiğini sıklıkla tebarüz ettiren insanlarız ikimiz de.. Kendisi de bu bağlı olduğu camiayı özellikle bu yönde eleştirmiştir. Kimseye satılmamak şiarıdır, kimsenin adamı olmamak… Devletin bile… Ancak plajda güneşlenecek biri elbette ki güneş yağını yanında getirecektir. Devletin gözü kulağı olacaktır. Bu öyle birilerinin üstleneceği bir iş de değildir. Hatta genelkurmay başkanının bile… Bu anlamda ona göre yalnız Atatürk olumlu bir örnektir…
- Onun 1980 darbesinden sonra yazdığı “Üç Ayak Bir Şafak” şiirinde bir devlet metaforu var, “Babam katil” diyor devlete! Neden bu sitem? Onun bir de çok bilinen “derin devlet” özlemi var, siz bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
İsmet Özel’in de benzer yaklaşımı var. “Polistir babam, Cumhuriyetin kuludur” diyor. O tabii 68 kuşağı evresinde içten gelen bir sitemle değil de karşısına alarak söylüyor ama sonuçta o da babadır ve sonraki dönemlerde benzer hissiyata eriştirmiştir. Mete’de ‘Devlet Baba’, onu korumak, kollamak isteyen çocuklarına iyi davranmamış hatta bazı evlatlarını üç ayağa, idam sehpasına asmıştır. Ömer Lütfi Mete, bizim Kafes’te de yansıttığımız gibi evlatlarını idam sehpalarında ya da ‘iti ite kırdırma’ taktiği ile harcayan devlet olarak sadece suç işlememiş, belki de hepimizin torunlarına sirayet edecek bir mensubiyetten alıkoyacak derin kahırlanmaya sebebiyet vermiştir. İşte bugünden yarına iyeleşmesi mümkün olmayan hastalığımız budur. El’anda şahit olduğumuz üzre, milliyetçi ruhta açılan yara giderek tedavi edilemez hale gelmiştir bu yüzden…
Evet, Mete’nin mısraları, 12 Eylül’ün ülkücülerde açtığı travmalara karşılık gelen bir açıklamadır, isyandır. Bir serzeniş, bir sitem… Bir yandan da devlet sevgisinden vazgeçmiyor yani sonuçta “Babam” diyor.
- Bizim öteden beri ciddi bir aydın problemimiz var; aydınlar Türk milletinin değerlerinden ve ruh kökünden kopmayı gerek şartmış gibi ortaya koydular. Bu noktada Ömer Lütfi Mete sizce nasıl bir aydındı? Onun aydın kişiliğini nasıl değerlendirebiliriz? Bir Türk aydını onun gibi mi olmalıdır?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Ömer Lütfi Mete tam bir Karadenizli. Sülale de geniş Mete ailesi… Milyonlarca Mete var. Sonra o tam bir ülkücü. Yani sıkı bir Müslüman ve sıkı bir Türkçü… Öte yandan tarih ve onun yüklediği mesuliyet duygusu var. Fakat dünyanın da nereye gittiğinin farkında ve acelesi var. Hani Bahattin Karakoç gibi… Acelem var ya… diyor ya…
“Türk aydınını onun gibi mi olmalıdır” sorusuna kolay Lütfü Şahsuvaroğlu yok aslında. İsteyen olsun. Nasıl olacaksa?.. Şüphesiz her kuşak kendi hikâyesini yazacaktır ve şüphesiz ona göre kendi hikâyesi, çağı daha önem arzedecektir.
İhtisaslaşma önemlidir. Her branşta derinleşme tercih edilir. Fakat ihtisaslaşmanın getirdiği bir körlük de tezahür ediyor zamanla ister istemez. Onun için multi-disipliner olmak ilerde aydın olmaya çalışmakta yine aranan bir kıstas olacaktır. Uzmanlaşma kaçınılmazdır fakat en yakın uzmanlık sahasına bir körlüğü de getirmemesi gerekir. Çoklu düşünme, sibernetik bir ağ ile yakın alakalı olanlarını ilişkilendirme istikbalde de önemli olacaktır bana göre. Ömer Lütfi’de olduğu gibi, hayatı ile birçok mesleği, birçok bilgi ve tekniği ilişkilendirmek aydına yeni sorumluluklar yükler ama güzelleştirir de.
- O, yazarlığını sinema ve televizyona da taşıdı; filmlere, dizilere senaryolar yazdı. Bu alanda yaptıklarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz, iyi işler yaptı diyebilir miyiz?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Selçuklu Vakfı olarak biz biliyorsunuz, yeni bir ödüllendirme programı belirledik. Selçuklu Vakfı Ödülleri adına ödül ihdas ettiklerimizin vakfımızın somut varlığına dokunmuş olmasına öncelik veriyoruz. Bir tek Mimar Sinan Mimarlık Ödülü farklı. Mimar Sinan’dan başka da bu alanda bize dokunabilen birini söyleyemedik maalesef, ondan belki… Şiir Ödülümüz Abdurrahim Karakoç adına. Eğitimcilik Ödülümüz Seyit Ahmet Arvasi adına, fikir ödülümüz Erol Güngör adına… Siyaset ödülü Muhsin Yazıcıoğlu, İlim Ödülü Aziz Sancar, İyilik Ödülü Ahmet Er, Roman Ödülü Emine Işınsu, Bpor ödülü Naim Süleymanoğlu, Tarih Ödülü Halil İnalcık, Müzik Ödülü Cinuçen Tanrıkulu, Gazetecilik Ödülü Galip Erdem, Şehir ve Çevre ödülü Turgut Cansever, Yayıncılık Ödülü Osman Yüksel Serdengeçti adına… Mimar Sinan hariç hepsi vakfımızın ve bizim ünsiyetimizin olduğu, bizzat feyz aldığımız isimler.
Sinema Ödülümüz de Ömer Lütfi Mete adına. Selçuklu Vakfı Ömer Lütfi Mete Sinema Ödülü ilk yıl onun yakın arkadaşı ve yönetmeni İsmail Güneş’e verildi. İkinci yıl da Buğday filmini yapan Semih Kaplanoğlu bu ödüle hak kazandı.
Çizme filmine benim de içinde olduğum jüri, ödül vermişti. Türkiye Yazarlar Birliği Sinema Ödülü almıştı bu film… Belde gazetesinde Ömer amcasının kucağında oturan oğlum Eren, İsmail Güneş’in gönderdiği kaseti videoda belki onlarca kez izlemiştir.
Ömer Lütfi Mete, İsmail ile çok özel ve güzel filmler yaptılar.
Kurtlar Vadisi’nden bahsetmiştim. Konsept olarak hep ihtiyacını duyduğu derin devlete işaret ediyor o dizi. Ama sonradan çok sapmalar oldu. O kadar çok sapmalar oldu ki, at izi it izine karıştı. Zaman z aman şu, zaman zaman da bu güce pirim veren bir yaklaşımı oldu dizinin. Ömer Lütfi’nin bunda payı olduğunu düşünmüyorum.
Kurtlar Vadisi Irak sinema dünyasında Holywood ayarında bir stratejik sinemacılık örneğidir. Hatırlarsanız Süleymaniye’de Türk askerinin kafasına çuval geçirilmişti ve bu büyük bir bozgundu. Moralmen hem halkımız hem ordumuz yıkılmıştı. Süleymaniye hadisesi üzerine bir yazı yazmıştım Gazi dergisinde. Teslim olanları kurşuna dizmek gerek diye… İki albay geldi Vakfımıza ve çuval geçirilme olayının mazeretlerini sıraladılar. Yok genelkurmaydan biri emir vermiş filan diye… Ben de onlara, hatta Muhsin Başkana dedim ki; “bu arkadaşlar hiç mi Amerikan filmi seyretmemişler, Komutanım sesiniz gelmiyor deyip çarpışsalardı ya!” tam da o devrede Kurtlar Vadisi Irak adeta Süleymaniye olayının intikamını alan bir fonksiyon ifa etti. Film gerçekmiş gibi moral kazandırdı. Holywood da çoğu zaman Pentagon’un stratejilerine paralel senaryolar yazmaz mı?
İyi şeyler arasında kendisini samimiyetle yansıttığı filmleri sıralayabiliriz. Başta The İmam, Ekmek Teknesi gibi… Faydalı sinemaları var kurtlar Vadisi Irak gibi… Ama dizinin açtığı çığırı takip eden yeni dizileri –Çukur gibi- gördükçe keşke bu kadar uzatmasalardı diyesi geliyor insanın. Çizme gibi filmlerde tek parti zihniyeti eleştirisi ve dini argümanların kullanılması söz konusu olabilir; ancak, orada DP’nin suistimali de yansıtılmış olması bakımından bu yaklaşım tek taraflı olacaktır.
Sonuçta asıl senaryosunu yazacakken meşgale onu çok yordu ve aramızdan erken ayrıldı.
- Akademik seviyede bugüne kadar onunla ilgili iki tane tez yapılmış; biri doktora biri de yüksek lisans tezi. Bu normal mi sizce? Başka bir ülkede olsa durum nasıl olurdu?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Yine de yapılmış, o da olmayabilirdi. Kim yaptırdıysa Allah razı olsun. Bir kere İletişim Fakültelerinde tezi yapılmalı… Gazeteciliği örnektir. İkincisi edebiyat fakültelerinde… Üçüncüsü Siyaset biliminde… Her ikisinde de yapıp ettikleri araştırmalara konu olabilecek türden şeylerdir elbette…
- Ömer Lütfi Mete’yle unutamadığınız bir hatıranız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Ankara’daki maceralarında çok anılarımız var. En lüks restoranda oturuyoruz, sohbet koyulaşmış, yatsı okunacak, en hararetli yerde kalkar, akşamı kaçırmayım diye iki dakika kaybolur hemen gelir. Yapıp ettikleriyle, yazıp çizdikleriyle ne kadar hızlı ise ibadette de öyleydi. Hiç namazını kaçırdığını görmedim. İki ara ve bir derede bile kılardı.
İstanbul’da kuru fasulye sohbetlerimiz güzeldi. Sadece sohbetti. Hiçbir ihtiyaca, hiçbir vazifeye, duruma angaje olmadan ucu açık sohbetler… Çok hızlı yaşadık… Ama onun en mutlu olduğu anlar top oynadığı zamanlardı. Halı saha maçı, ya da Kapalı Spor salonu fark etmez… Orada çocuk gibi olur, kıran kırana maçlar çıkarırdı. Hem teknik oynardı hem de sert. Kendinden geçerdi…
Bir keresinde salonu açmadılar, kavga dövüş açtırdık, ama sonra görevlinin haline üzüldü, onu da takıma aldı. Top deyince başka olurdu. Gençliğindeki hallerine dönerdi. Fakat beden elvermiyor. Mesela röveşataya kalkıyor ama topu ıskalıyor. Bütün o koca vücut o parkelerin üzerine çakılıyor, günlerce bel ağrısı çekiyor. Bir şiirinde şöyle der:
“Vakit kamçıdır, yel ısırgan,
Terk etti hazdan hayır beni
Kara bulutlar yorgan yorgan
Allah’ım toptan sıyır beni”
Burada ‘toptan’ hem baştan aşağı anlamında ama kim diyebilir ki, şairin futbolcu aklında o top da yok?
Kırk yaşına geldiğinde kendi kendisini kırklar çilesine sokmuş gibidir. 87 ve 90’lı yılların başı onun kırk yaş şiirlerine zemindir.
“Mekruh şiirler işledim
Ve belki de haram
Sen Tanrı’yla aram …
Kırk bir yaş burcunda
Zoraki baktım ki
Kırk bir kere estağfurullah”
Ne güzel değil mi? Tanrı da diyor, Allah da…
- Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Lütfü Şahsuvaroğlu:
Ben teşekkür ederim, ruhu şad, mekânı cennet olsun.