Muhterem Hoca Efendi!.. Yazık Etmiyor Musunuz Millete, “Milletin Hukuku”na?..

Malûm haber, “Fethullah Gülen’den, ‘Öcalan ile görüşme açıklaması’ ” başlığıyla veriliyor ve Hoca Efendi’nin ağzından şöyle devam ediyor:

“Kur’an, meseleyi en küçük daire olan aileden başlatarak orada sulhun hayırlı olduğunu söylemiştir. (..) Hangi dairede olursa olsun sulh-u umumîyi temin etmeye çalışmak ve barış içinde beraberce yaşanabileceğini ortaya koymak lâzımdır.” Millî onur, millî gurur ayaklar altına alınmamak kaydıyla, o mefkûreye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de öpülebilir. Heyet-i İslâmiye, heyet-i milliye arasında huzurun temini adına katlanılabilecek her şeye katlanmak lâzım. Hayır sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır. Bize ters gelen bazı şeyler olabilir; ‘Biz Türk milleti.. şöyle onurumuz var, böyle gururumuz var; boyun eğmesek.. bazı şeylere evet demesek’denilebilir. Muhtemel o türlü şeylerle bazı problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye Sulhu mülâhazasıyla, Hudeybiye Sulhu’ndaki mantık ve muhakemeyle, yapılması gereken şey neyse onu yapmak lâzım. Güzergâh emniyetini tehlikeye atmamak lâzım. Ülkenin parçalanmasına meydan vermemek lâzım. Devletimizin bir devlet-i ‘aliyye olması istikametinde yoluna devam etmesini sağlamak lâzım. Devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmasını sağlamak lâzım. Bu kadar vâridâtı, getirisi olan bir şey karşısında bazen kafamıza uymayan şeylere de katlanabiliriz.”

Muhterem Hoca Efendi!…

Yazık etmiyor musunuz millete, “milletin hukuku”na?

Dinden ve tefekkürden hakkıyla haberdar olan birçok insanın aklına şöyle bir soru geldi mi acaba: “İslâm, pragma’ya (nihayeti pragmatizme) fedâ mı edilmek isteniyor? Çünkü dünya ölçeğinde tescilli bir terörist mahkûmla “sulh masasına oturulmayı meşru göstermek için”,  Kur’an’ın ve İslâm’ın, “mutlak” değer alanı olduğu bir an için unutularak, sözde “sulh faydası”na âlet olarak zikredilmesi, en başta pragmatizmi akla getirmektedir.

Bendeniz, zat-ı âlinize ve hareketinize külliyen “karşı”, olanlardan hiç olmadım.  Dahası, “Türk Okulları” yoluyla, varlıklı “hayır sahibi” Türk insanını harekete geçirerek, Türk devletinin dışarıda “yapmadığını, yapamayacağını yapmaya vesile olduğunuz” düşüncesiyle, bizim gibi insanlar nezdinde saygıya da lâyıksınız. (Bu sebepten yanlış hatırlamıyorsam size, milliyetçi kuruluşlarca “Türk Dünyası Hizmet Ödülleri” sunulmuştu.) Ama size – dünya görüşünüzden duruşunuza kadar – her şeyiniz itibariyle ve her şeyleriyle “karşı” olan insanlar, benim gibi “haksızlık ettiniz” demekle, “pragmacılık”ı akıllarına getirmekle yetinmeyip diyecekler ki, “eh, Amerika Hoca’yı yıllardan beri boşuna barındırmamış!.. Zaten de ona borç vermişti, şimdi alacağını tahsil ediyor. Anlaşılan, Amerika Hoca’yı sadece ‘fizîken’ barındırmamış!…” Yanlış anlaşılmasın, ben öyle demiyorum; fakat şu yukarıdaki “beyanatınızla”, öyle denmesine, denilecek olmasına – üzülerek söyleyeyim ki – zemin hazırladığınız kanısındayım.
Evet, ben öyle demiyorum, ama izninizle şöyle devam etmek istiyorum:  Amerikan Pragmatist Filozofu William James de sağ olsa, bu konuda benzer şeyler söylerdi herhâlde: “Mademki, sulh faydalıdır; fayda da hakikattir!… O halde o sulhu, meşru-gayri meşru yöntemlerle nasıl sağlarsanız sağlayın; meşruiyet zemini oluşturmak için dinden dahi yararlanabilirsiniz; nitekim din bile faydalı olduğu için hakikattir…” Biliyor musunuz; benim üzüntüm, bu mütalâanıza  “İslâmî gerekçeler”i temel yapmanızdır. (Sizin hayat felsefeniz “pragmatist” olmayabilir; ama “toplumsal realite”ye, siyasete râm olmak, bilmeden çok insanı pragmatist hareket ettirmiştir; bunun örnekleri çoktur. Bu ayrı bir bahis…)

Muhterem Hoca Efendi; 

Hangi dairede olursa olsun, sulh-u umumîyi temin etmeye çalışmak ve barış içinde beraberce yaşanabileceğini ortaya koymak lâzımdır. Millî onur, millî gurur ayaklar altına alınmamak kaydıyla, o mefkûreye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de” demişsiniz!.. İlke olarak doğru, fakat yöntem ve içerik olarak fevkalâde muhataralı öneriler… Ülkemiz, yüzyıllardır barış içinde-birlikte yaşadığı evlâtlarıyla şimdi niçin düşman hâline getirilmek isteniyorsa o sebepleri ortadan kaldırılmalı, terör belâsına kurban veren ailelerin gözyaşları dinmeli, bütün vatan sathında barış rüzgârları hâkim olmalı… Bunu yaparken milletimizin millî onur ve gururu elbette ayaklar altına alınmamalı!… Ve bu amaçlarla milletimiz ve onu temsil makamında olan bütün kurumlar/kuruluşlar, ülke ve dünya ölçeğinde gereken her tedbiri almalı, aldırmalı; eyvallah!…

Oysa sizin öngördüğünüz yöntem ve içerik hakkında ayni şeyleri söyleyemeyiz: Türk milletinin onuru, gururu elbette ve daima yüksekte tutulmayı hak ediyor; hem insanlığa getirdiği yüzlerce yıllık barış ve adaleti, hem üstadınız merhum Bediüzzaman’ın da teslim ettiği, yücelttiği gibi “bin yıl boyunca yaptığı İslâm bayraktarlığı” dolayısıyla buna lâyık… Fakat ayni derecede önemli olan ve gözetilmesi gereken bir husus olarak;  “her ne yapılacaksa Allah’ın ‘Hakk’ isminden türemiş olan “hukuk” çiğnenmemek, bu bağlamda bizatihi ‘milletin hukuku’ ayaklar altına alınmamak kaydıyla…” denmesi gerekmez miydi? Bir an için düşünelim: Bu millet; bu coğrafyada tarihin tanıdığı en zalim, gaddar Hasan Sabbah’tan daha kıyıcı ve merhametsiz bir örgüt kurup binlerce çocuğunu bilerek, isteyerek, planlayarak; yani “taammüden”  ve vahşice katleden bir câniyi, bütün dünyanın gözü önünde yıllar önce yargılamış ve inkâr edilmez somut yüzlerce delile dayanarak idama, sonra da “AB Uyum Yasaları” dayatmasıyla “ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm” etmişti… Şimdi ise hâlen cezasını çeken bu cânîyi, sanki infazı  tamamlanmış ve pir ü pâk olmuşçasına, üstelik İslâmî gerekçeler ve olaylar zikredilerek sulh-u umumî”nin muhatabı olarak görmek, her şeyden önce o milletinhak ve hukuku”nu ayaklar altına almak değil midir?.. Bu hareket, “zalim”i, “mahkûm”u, “hâkim” yapmak, yani milletin mukadderatı üzerinde “hüküm verici” kılmak sayılmaz mı?

Muhterem Hoca Efendi;

Yukarda arz ettiğim şeyleri, “günü kurtarmak” isteyen “pragmatist-siyasetçi” yapabilir; cânînin gençliğindeki “abdestli-namazlı halleri” akıllara gelebilir/getirilebilir; şimdi de nerdeyse masum, “aslında ne iyi çocuk olduğu” dahi millete telkin edilmeye kalkışılabilir!… Bu ihtiyar dünyanın bütün zamanlarında ve mekânlarında böylesi örnekler çok olmuştur. Ama bırakınız “kanaat önderi, cemaat önderi”, hele hele “din âlimi” sıfatları lâyık görülen “seçkin” bir insanı; sırf insaf ehli, vicdan ehli olan, “hak ve hukuk bilinci” taşıyan sıradan bir insan dahi bu oyunlara, böylesi bir hukuksuzluğa nasıl cevaz verebilir? Cevaz verirse eğer, onu ancak, her hâliyle “kutsayan” kendi cemaati, hak ve hukuk bilinci olmayan insanlar onaylayabilir. Keza, zihnî/vicdanî donanımı yetkin olmayan ya da yetkin gözüktüğü halde günün realist politikalarına kendini kaptırmış kişiler onu alkışlayabilir; ama başka hiçbir “er-kişi”-“ergin-kişi” alkışlayamaz. Hele bir olan Allah’a yönelirken,  günün beş vaktinde “Yalnız  Hakk’a kulluk edip sadece Hakk’a boyun eğdiği”ni söyleyenler, bu bilinçle “ancak Hakk’ı ve Sabr’ı  tavsiye ederek ziyandan kurtulmaya” çalışanlar, asla alkışlayamazlar. Bu zekâ oyunlarına, ne siz ne de hiçbir ergin-ruh ve irade sahibi insan âlet olmalı.

El-etek öpmek” ve sonuçta “bu kadar vâridâtı, getirisi olan bir şey karşısında bazen kafamıza uymayan şeylere de katlanmak”, yöntemine gelince… Benim bildiğim “İslâm ahlâkı”nda “el-etek öpmek” yoktur; gerçi siz araya “bence” diye ihtiyatlı bir ibare kullanmışsınız; oysa sizin bildiğiniz İslâm ahlâkında da olmasa gerek… Bilirsiniz, İslâm ahlâkında saygı vardır, merhamet vardır, hizmet vardır; bu üç ayaklı kaideyi tutan sevgi gibi, sabır gibi, şükür gibi, cömertlik gibi, af gibi, sebat gibi destekler vardır; ama el-etek öpmek yoktur.  “Sulh-u umumî” ye, yani o derece yüksek faydaya bile matuf olsa, İslâm ahlâkında el-etek öpmek yoktur. Çünkü, zat-ı âliniz yine çok iyi bilirsiniz, saygı gereği bir küçüğün bir büyüğünün elini öpmesi âdeti dışında, el-etek öpmek, İslâm’da zillettir!… İslâm  ise – malûm-u âliniz – izzet dinidir, zillete katlanmayı kabul etmez!.. (Yeniden doğacağını ümit edip heyecanlandığınız – bizleri de heyecanlandırdığınız – o Devlet-i ‘aliyye de, yine malûmunuz, adıyla müsemma çok “yüce” ve “izzetli” bir devletti.) Zillete batarak, katlanarak kazanılacak barıştan, millete – beyanatınızda çokça zikrettiğiniz – o “hayır" asla gelmez!…. O bakımdan, bu “el-etek öpme sözü”nü siz, en iyisi hiç kullanmamış olun; en azından bir “zühûl eseri” söylenmiş kabul edelim.

Muhterem Hoca Efendi;

Çok affedersiniz, ama vermiş olduğunuz “Hudeybiye Barışı” örneği de bana göre, konunun ruhuna uymuyor. Çünkü “hâin, kaatil, cânî” sıfatlarıyla mahkûm olmuş bir terör liderinin sözde barış görüşmesi için muhatap alınması çabasının, Hudeybiye barışı ile uzaktan yakından alâkası olmasa gerek.
Birincide, ister mü’minle-kâfir, ister mü’minle-mü’min olsun, milletler-arası yapılan bir harp örneğinde, sulh arayışı için “meşru taraflar” söz konusudur. Burada ise kendi mensubu olduğu milletinin bağrına bıçak saplamaktan mahkûm olmuş bir câninin, aklanıp-paklanırcasına siyasetenmeşruiyet makamına yükseltilmesi” ve sonuçta haksız-hukuksuz yere “taraf hâline getirilmesi” vardır. Hz. Peygamber’in, o yüce insanın siyasî hayat örneğinden, böylesi bir “hukuksuzluk” beklenebilir mi? Meşrû zeminlerde bir çözüm aranacaksa eğer, milletin sorumluğunu üstünde taşıyan “Milletin Meclisi” kâfi değil mi? Çünkü millî mutabakata dayanmayan her çözüm, akîm kalmaya mahkûm demektir ve – Allah korusun – daha büyük patlamaların fitilini ateşler!…

İşte bütün bu mülâhazalarla, muhterem Hoca Efendi; bir yandan “milletin onur ve gururunu ayaklar altına almayalım” özenini gösterirken, diğer yandan, “mahkûm bir katilin barış görüşmesine muhatap alınması”nı onaylayarak – sanırım bilmeden/istemeden – bu milletin “hak ve hukukunun çiğnenmesini mazur görmüş” olmuyor musunuz? Bütün bir milletin hukukunun çiğnenmesi, daha mı az onur kırıcı bir şeydir?..Kafalar” katlanır belki – çünkü zekâ, özellikle hile, siyaset ve ticaret aracıdır, o bunu kaldırır – ama hangi “hulûs-u  kalp ve gönül” buna katlanır?..

Siyasetçileri – tarih boyunca olduğu gibi – vicdanlarıyla baş başa bırakalım!..  İster – Âlî Paşa örneğindeki gibi – yarın musalla taşında, vicdanı elvermeyen “gerçek cemaat”in toptan sükûtuna muhatap olmaya talip olsunlar, ister “o işi başaran ne güzel emîr” övgüsüne mazhar olmaya!… 
Yazıktır, “gerçek” dünyada, hükümranlığının hesabını zor verecek siyasetçiler, “din âlimleri”ni kendilerine şâhit olarak göstermesinler. Osmanlı’daki “fetva kurumu”nu örnek vermek akıllarına gelmesin; çünkü o, dönemin cârî hukuk sisteminin vazgeçilmez parçasıydı.

Bizler, “Hoca Efendiler”in içerde ve dışarıda vesile oldukları hayırlı hizmetlerinden dolayı onlara saygı duymaya devam etmek istiyoruz! Tamamen siyasî sebeplerle, “katillere meşruiyet kazandırmak” gibi ağır bir itham ve zanna ortak olarak,  kendilerine duyduğumuz saygıyı kendi elleriyle baltalamasınlar!…

“Hoca Efendiler”, “bu” olmamalı; “buyuz” derlerse eğer, kendilerine, ondan da öte bağlandıkları değerlere bühtan ediyorlar demektir.

Bizlere ise ancak, “üzülmek”, hem de “hayıflanarak üzülmek” düşecektir!…

Selâm ve saygılarımızla!…

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!