Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı ve 3 MİT mensubunu ifadeye çağırması büyük gürültü kopardı. Bu gelişmeyle ilgili olarak yapılan değerlendirmelerden bazılarının başlıkları bile durumun ne denli vahim olduğunu gösterir. “Saray içi iktidar mücadelesi”, “Büyük Kavga”, “Devlet Krizi”, “Operasyoncularla Diyalogcuların Savaşı”, “MİT-Emniyet Çatışması”, “Cemaat-İktidar Kavgası”, “AKP’ye Yapılan Darbe Girişimi”, “Cemaat Erdoğan’ı İfadeye Çağırdı” vb.
Savcının şüphelileri ifadeye çağırma olayını, ilgili-ilgisiz herkes karanlık bir komplo olarak değerlendiriyor. Olanı biteni hemen hiç kimse hukuki ve rutin bir gereklilik olarak görmüyor. Olguya, görünür olan yanından daha çok görünmeyen anlamlar yükleniyor.
Yalnız bu algı bile Türkiye’nin geldiği vahim noktayı göstermesi bakımından son derece önemlidir. İnsanlar, Türkiye’de bu tür hiçbir olayın “normal” ve rutin işlemin sonucu olarak meydana gelmediğine inanmaktadırlar!
İktidara muhalif ya da muvafık olmaya göre insanların MİT olayına yükledikleri anlamlar da farklı olmaktadır. Bu olgunun kutuplaştırılmış gruplar nezdindeki karşılığı da hazırdır. Eğer mahkeme, Başbakanlığa bağlı bir kurumun başındaki şahıs değil de iktidara muhalif eski bir bakan, genel başkan ya da medya mensubu için böyle bir karar vermiş olsaydı, değerlendirme çok farklı olurdu. Böyle bir durumda gazetelerde “karanlıklar aydınlanıyor”, “hiçbir suç karşılıksız kalmıyor!”, “demokratikleşiyoruz”, “normalleşme işaretleri”, “bir dönemin tasfiyesi”, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” vb. manşetlerini görecektik.
Hukuk adına gelişmeler vahimdir. Soruşturmayı açan savcı daha önce Deniz Feneri davasında olduğu gibi hikmet-i hükümet tarafından davadan el çektirilmiştir. Savcının başına gelenler ile savcının soruşturma talebine karşı MİT yasasını değiştirmek için hükümetin harekete geçmesi de vahimdir.
Bu ülkede kuvvet komutanları, emekli Genelkurmay Başkanı “silahlı terör örgütü kurmak” suçlamasıyla soruşturuluyor hatta tutuklanıyor; iktidar bunu yalnızca seyrediyor. Seçilmiş milletvekilleri hapishanede tutuklu tutuluyor, hükümet ‘yargı gereğini yapıyor’ diyor. Ancak, Deniz Feneri ya da MİT Müsteşarı ve yetkilileri söz konusu olunca, hükümet, adamını yargının elinden almak için yasa değişikliği veriyor.
Hükümetin sayısal çoğunluğu var. Bürokratları için “şahsa özgü” yasa da çıkarabilir. Bu yasa Başbakan’ın emri ile -görevle ilgili ya da görev dışı- suç işleyen bürokrata yargı muafiyeti de getirebilir. Ancak bu durum bir seçimlik ömrü olan iktidarları aklamaz. İşin ucu iktidarı kaybettikten sonra Yüce Divan’a kadar uzanır.
Zira savcının suçlama ve iddiaları son derece ağırdır. KCK yapılanmasında MİT’in akıl hocalığı yaptığı, sağladığı bilgilere rağmen PKK’nın saldırı ve eylem talimatlarını önlemediği, aksine eylem talimatlarının, Kandil ve kırsal kadrolara iletilmesine aracı olduğu vs. iddiaları var.
Oslo görüşmelerinin açıklanan metinlerinde bu iddiaları doğrulayacak konuşmalar var. Zaten MİT ya da diğer kamu görevlileri izin vermeseydi, tolerans göstermeseydi, KCK ülkenin her yanında kanser tümörü gibi örgütlenebilir miydi? KCK’ya operasyon yapmak için örgütlenmesinin tamamlanması beklenir miydi?
Milletin ya da devletin kendine verdiği gücü, devletin varlığı ya da milletin bütünlüğü aleyhine kullanmak iddiaları, sahipsiz bırakılamaz.
Ayrıca bunca vahim iddia ve ithama muhatap olan MİT mensuplarının kendilerine savunma ve aklanma imkânı tanınmaması da onlara yapılmış bir iyilik değildir. MİT mensuplarının yasayla Başbakan’ın koruması altına alınması bu işin burada biteceği anlamına da gelmez.
Savcının görevden el çektirilmesi, ifadeye çağrılanlar için şahsa özgü yasa değişikliğine gidilmesi bu işin daha çok su kaldırır olduğunu gösterir!