DURUMDAN HOŞNUTSUZLUK VE ‘LİDER’ BEKLEMEK
Yargısı siyasallaşmış, silahlı kuvvetleri önemli hasarlar almış, köklü kurumları liyakatsiz atamalarla yağmalanmış hattâ yakın geçmişte cemaat – tarikat görünümlü casusluk örgütlerine teslim edilmiş bir ülkede yaşıyoruz.
Yurdumuz; birbiriyle bağlı, her biri diğerini besleyerek derinleştiren dörtlü bir krizin pençesinde. Devlet Krizi, Milli Birlik Krizi,Ekonomik Çöküş ve emperyalistlerin dayattığı toplumsal göç mühendisliğinin doğurduğu Suriyeliler Krizi aslında tek ve büyük bir buhranın ayrıtları…[1]
Mevcut siyaset tıkanıklığında durumdan hoşnutsuz pek çok yurttaş umudunu yitirmiş durumda. “Ak Parti işi çoktan bitirdi”, “kurumlar ve siyaset rehin alındı”, “tek adam rejimiyle başa çıkılamaz” gibi öğrenilmiş çaresizlikten gelen teslimiyet söylemleri yaygın.
Durumdan memnuniyetsiz, kendince siyasi mücadele veren ‘muhalif’ kesimdeyse aklı, mantığı, demokrasiyi bir kenara bırakan partizanlar etkin. Böyleleri fanatikçe reddiyelerle Erdoğan ve partisine ateş püskürürken, yerleşik düzenin hayat suyu olan kamplaştırmaları, iktidarın yapay gündem yaratıcı polemiklerini körüklüyorlar.
Çözümden, güler yüzden, empatiden, nezaketten uzak reaksiyoner ve hırçın tepkilerle gerilim iklimini yaratanların tuzağına düşüyorlar.
Daha akılcı, teşkilatçı, demokratik, şeffaf ilkelerle partilerinin gelişmesi, yön bulması, tutarlı siyaset üretmesi gerektiğini savunanlara gözü dönmüş bir bağnazlıkla saldırıyorlar. Lider veya öncü bildiklerinin eleştirilmesine tahammülsüzlükte sınır tanımıyorlar, kula kulluk ediyorlar hattâ basit komutlarla hareket eden siyaset robotlarına benziyorlar.
Oysa toplumlar sağduyusuz yığınların kıyışmasıyla veya donanımlı dâhilerin, üstün nitelikli kişilerin iradesiyle dönüşmez. Tarihin maddesi, somut gerçeklerin ve zorunlulukların dayatması toplumları, devirleri dönüştürür. Bilgi ve pandemik emperyalizm çağında liderler; analog ve hızı düşük zamanlardaki gibi kitleleri sürükleyemez. Yaptığı işi bilen, doğrultu tutarlılığı olan, kararlı ve yetkin kadroları yönetecek öncüler, çağın araçlarına uygun yöntemlerle ancak toplumlarının ihtiyaçlarına kılavuzluk edebilir.
Lider beklenmemeli. Yurdu ve dünyası için kaygılananlar, lider olacak kolektif bir yapıyı inşa edecek öncü insan gücüne dâhil olmaya çabalamalıdır.
İLKİN TEŞHİS SONRA TEDAVİ
Öncelikle ülkemizde ‘Milli Muhalefet’ diye adlandırılabilecek homojen veya kompakt bir yapı henüz yok. Ana muhalefet partisi, devletimizi kuran siyasi partinin tarihsel uzantısı olmasına karşın, Cumhuriyet’in kurucu felsefesinden uzaklaşmış, Atatürk’ün birbirini tamamlayan 6 prensibinden özellikle ‘Milliyetçilik’ ile sorunlu bir parti bürokrasisi tarafından yönetiliyor. Etnikçilikten, küreselcilikten, kimi aykırı durumlarda da gericilikten nemalanmaya çalışıyor.
Türk Milliyetçileri’nin tek adamcılığa alet olmasına isyan eden muhalif unsurlarınca kurulup ülke siyasetine damga vuran İYİ Parti de yönsüz, aklı karışık, kaotik bir tüzel kişiliğe dönüşmüş durumda. İYİ Parti bugün merkez yönetiminde kimi Türk milliyetçilerinin yanı sıra siyasal İslam’a, etnikçiliğe, üniter devleti eleştiren isimlere yer veren, kurmaylarının söylem çelişkisinden kurtulamadığı bir parti…
Hükmünü çoktan yitirmiş ‘Merkez Sağ’ partilerinden kopmuş particiklerin ve özellikle yaygın medya tarafından parlatılmaya başlanan AKP’den kopma particiliklerin ise hem ‘muhaliflik’ vasıfları hem de ‘milli’ olma özellikleri son derece şüpheli.
Hangi vatandaş hangi sebeple oy verirse versin ‘milli devlete’ husumet güden, iktidar sıkıştıkça otoriteye can suyu sağlayan, legal siyaseti terör örgütünün ‘devlet destekli’ sesi olarak istismar etme gayreti kanıtlı, bu nedenlerle meşru ‘muhalefet’ sayılması imkânsız olan HDP de tartışılması gereken bir diğer realite. Ki sözde ‘Milli Muhalefet’ partilerinin hem terör şaibelisi HDP ile hem birbirleriyle hem de iktidarla olan ilişkileri gayet karmaşık, son derece flû…
Bununla birlikte her bir muhalefet partisinin içindeki milli kaygılara, delilli itirazlara “muhalefeti bölüyorlar”, “iktidara hizmet ediyorlar” gibi us dışı itirazlar öne süren, kendi partilerine milli yön vermekten yoksun müzmin mağlupların, kendi makamlarından önce nasıl bir muhalefetin iktidarı demokratik yoldan, seçimlerde yenerek değiştirebileceğini belirlemesi gerekiyor.
BOP’ÇU İTTİFAKLAR SİSTEMİ SORUNU ÇÖZER Mİ?
18 yılı aşkın süredir iktidarda olan Ak Parti neo – liberallerle, Fethullahçı çeteyle, Kürtçüler’le, ‘yetmez ama evetçi’ gayri milli solcularla, ideoloji değiştiren holding patronlarıyla, Ülkücüler’le ve Maocular’la dönemsel olarak yol yürüyebilmiş, Recep Tayyip ERDOĞAN liderliğinde bildiğini okumuş bir parti.
Bugün Ak Parti iktidarının ülkemizi içine soktuğu açmazlara, Ak Parti’yi yöneten Erdoğan’ın öncülüğündeki Cumhur İttifakı’nın rakibi ve panzehiri olarak Millet İttifakı gösteriliyor. Fakat tek adam düzeniyle devreye giren ve geçici seçim işbirlikleri olmanın ötesinde bileşeni partilerin kendi programlarını, özlerini göz ardı edip nihai kamplara dönüştürdükleri ittifaklar adeta BOP’çu, Amerikancı iki partili sistemin ülkemize uyarlanma çabası. Çünkü Cumhur İttifakı’nı da Millet İttifakı’nı da sürükleyen partiler, esaslı konularda benzer tepkisizliklerle küresel planlara alet olabilen, yapay gündeme dair kıyasıya kavga eden, temel milli sorunların çözümündeyse somut yol haritaları bulunmayan yapılar.
Başkan Wilson döneminden beri yani asrı aşan bir süredir ABD’nin Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da ve vatanımızda muhataplarına dayatmaya çabaladığı küresel dizaynın rotası değişmemiştir. Süreçte ad ve taktik değiştirse de ABD, enerji kaynaklarını ve hatlarını kontrol etmek dahası kendi düzenine direnebilecek toplumları parçalamak üzere stratejisini kararlılıkla sürdürmüştür. Pandemik emperyalizm çağı öncesinin ve soğuk savaş sonrasının süper gücü, acımasız ve talana dayalı devlet politikalarını, ulusal güvenlik doktrinini uygularken kendi içerisinde ise iki partili bir demokrasi tiyatrosu oynata gelmiştir.
Demokratlar’la Cumhuriyetçiler arasında seçimler gitmiş gelmiş, başkanlar ve iktidarlar değişse de Amerikan emperyalizmi değişmemiştir. Önemli bir seçim ekonomisi yaratan, ABD yurttaşlarının temel eğilimlerine göre çeşitli polemikleri dinmeyen ABD iç siyaseti, ABD dış siyasetinin yörüngesinden önemli sapmalara neden olacak hiçbir farklılık üretememiştir on yıllar içerisinde…
Bugün ülkemizde en düzeysiz kavgalarla atışan siyasi parti başkanları, kurmayları ve tabanları ne denli kutuplaşırsa kutuplaşsın ülkemizin en önemli sorunlarında müesses nizamın tüm büyük partileri de güya iktidara talip olan particikler de aynı aymazlığa gömülmektedir.
Cumhur İttifakı’nın iki büyük partisi ile Millet İttifakı’nın iki büyük partisini birkaç örnekle ele alalım…
Cumhuriyet yıkıcılarının halen arkasından ağladığı, Milli Güçler’e karşı işgal kuvvetleri saflarında yer aldığı için idam edilmiş bir vatan haini geçtiğimiz günlerde Çorum Valisi ve mahiyeti tarafından mezarı başında avuç açılarak anıldı. Her daim orta çağ artığı tarikat ve cemaatlerden beslenen, hainleri kahraman kahramanları hain ilan eden sözde tarihçi meczupları yücelten Ak Parti’nin böylesi bir vahametten hoşnutsuzluğu düşünülemez.
Fakat ne hazindir ki Cumhur İttifakı’nın tabanı katışıksız Türk Milliyetçisi olan ortağı MHP’nin liderinden de konuyla ilgili bir eleştiri gelmedi. Üstelik Millet İttifakı’nın büyük ortağı CHP’nin ve küçük ortağı İYİ Parti’nin liderleri de böylesine bir skandala millet ve Cumhuriyet adına itiraz etmediler. Milyonlarca seçmeni olan genel başkanlar kimi partililerinin çeşitli haykırışlarına karşın aynı sessizliğe gömüldüler…
Yine ülkemizi şimdiden kriminalize eden, stratejik göç mühendisliğine dayalı, ülke kaynaklarımızı kurutan, her geçen gün daha büyük sorunlara neden olan milyonlarca Suriyeli’nin ‘geçici korunma altındaki yabancı’ statüsünde yurdumuza sokulmasına da anılan dört siyasi partinin dört genel başkanı da açıkça veya itiraz etmemek suretiyle zımnen onay veriyorlar.
Sözde muhalefet partilerinin de Cumhur İttifakı partilerinin de Suriyeliler konusunda hassasiyet gösteren, toplumu ikaz eden mensupları partilerinden dışlanıyorlar, kovuluyorlar veya yok sayılıyorlar.
Kamuoyunun milli hassasiyetlerini tatmin etmek üzere dört siyasi parti de Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik alçakça saldırısını ortak bildiriyle kınayabiliyor. Fakat örneğin Ermenistan meselesinde en önemli aktörlerden olan Rusya’dan satın aldığımız S – 400’lerin neden aktive edilemediği konusunu dört partinin lideri de tartışmıyor. Milli jeo – strateji ve dış politika konusunda İran Azerbaycan’ı başta olmak üzere soydaşlarımız dört liderin tümünce yok sayılıyor.
Yine malum ittifakların dört büyük partisi de haksız, art niyetli ABD yaptırımlarının kabul edilemezliğiyle ilgili TBMM’de ortak bildiri yayınlayabiliyor. Fakat aynı ABD’nin parasını ödediğimiz F – 35’leri neden teslim etmediği ve burnumuzun dibindeki Suriye’de PKK’istan kurma çabaları dört genel başkan tarafından da kamuoyunda tartışılmıyor. Bu ve benzeri milli güvenlik sorunlarını dile getiren partililer ise dört büyük partide de kurmay kadrolarda barındırılmıyor.
Örnekler çoğaltılabilir. Doğu Türkistan’da yaşanan trajediye dair cılız ve çelişkili kimi çıkışlar dâhil önemli milli konuların tümünde esasen iktidarın da muhalefetin de büyük bir uyum içerisinde hareket ettiği rahatlıkla tespit edilebilir.
Yani son tahlilde ittifaklar eliyle dayatılan, milli programları ve milli aklı reddeden, milliyetçiliği sadece popülist hamasi söylemlerle kullanan fakat icraata geçirmeyen iki partili BOP’çu bir sistem kendisini belli ediyor. İşin daha da vahimi ittifak görünümündeki zemini oynak, sürekli çeşitli pazarlıklara açık iki siyasi kutup da aslında birbirinin özdeşi. Büyük krizlerle yüzleşip o krizlere milli çözümler üretebilecek kadrolardan ve programlardan yoksun.
NASIL BİR SİYASİ MÜCADELE? NASIL BİR SİYASİ ÇERÇEVE?
Türkiye’ye Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile dayatılan böylesi bir siyasi atmosferde Cumhur İttifakı’ndan da Millet İttifakı’ndan da medet umulamayacağı gerçeğiyle vatandaşımızın yüzleştirilmesi gerekiyor.
Hiçbir hastaya “akciğer kanserinden mi yoksa karaciğer kanserinden mi ölmek istersin?” diye sorulması makul değildir.
Ekonomisi, milli güvenliği, hukuku, demografik yapısı, kültürü, sosyolojisi ağır yükler altında ezilen Türkiye’de devlet aygıtlarının yönetilemediği, siyasetin iflas ettiği aşikâr. Hazine yardımlarının ve zengin taşra politikacılarını avlamanın peşindeki, eleştirdiğine kendi içerisinde dönüşmüş sahte muhalefet partilerinden bahsediyoruz. Açıktır ki böylesi partiler iktidara gelseler Milletin yakıcı sorunlarını çözemeyip boyutlandırırlar ve tıpkı iktidar ortağı partiler gibi bu partiler de inandırıcılıktan uzak organizasyonlar.
Merkez medya, her iktidarla her devirde çeşitli menfaat ilişkileri içerisindeydi. Fakat hiçbir dönemde vatandaşı bu denli gerçeklerden koparmaya çalışan, ahlak ve izan dışı bir yaygın medya yoktu. Türk toplumu büyük bir çöküşü pek çok alanda yaşıyor.
Gidişata tepkili, siyasetin yeniden tanımlanması ve ülkenin ferahlaması, dirliğinin sağlanması gereğine inanan yurttaşlar öncelikle nasıl bir siyasi mücadele verilmesi gerektiği konusunda uzlaşmalı. Vatandaşımız oy verdikleri veya siyasi istikbal umdukları siyasi partileri akıl ve mantıkla muhakeme etmek durumunda. Tek yol elbette yasal, demokratik mücadeledir. Böyle bir mücadelenin ise öncelikle siyasi esasları belirlenmeli, ilkeleri kuşkuya yer vermeyecek bir berraklıkla tespit edilmelidir. Gerçek ve sonuç alma kabiliyeti olan bir ‘Milli Siyaset’ bina edilmelidir.
Devletimize ve milletimize en fazla sorun yaşatan konuları sağaltacak bir yön ve kararlılık ortaya konmalıdır. Yaşamsal önemdeki konuları sıralarsak:
Milli Devletten, Üniter Yapıdan Tavizsiz Atatürk Siyaseti Çerçeve Edinilmelidir:
Küreselcilerin, neo – liberallerin, etnik bölücülerin, ortaçağ artığı dincilerin müşterek alerjisi milli devlet, üniter yapı ve Atatürk’tür. Gayri milli çevreler, milliyetçiliğin emperyalizme yutulmama reçetesi olduğunu yadsıyıp milli hassasiyetleri ırkçı veya şoven gericilik olarak yaftalarlar. Oysa ki Türk mitolojisinin biricik sembolü Bozkurt’u paralara, pullara, resmi kurum mühürlerine bastıran, İbrahim Çallı’ya yaptırdığı yağlı boya Ergenekon’dan çıkış tablosunu Türk Ocakları’nın girişine astıran Atatürk’ün mirası Türk Milliyetçiliği günümüzde de yaşadığımız dörtlü krizden kurtuluş yoludur.
Bilimle, sanatla, kültürle hemhal; milliyetçiliği tarihsel ortak paydacı bir çatı olarak öneren Atatürk’ün ömrünü adadığı Türk Milliyetçiliği çağın ihtiyaçlarıyla yeniden kavranmalı, soğuk savaş döneminin kronik hastalıklarından arındırılmalıdır. Siyasal İslam’ın etkisinden tümüyle ayıklanması gereken bir milliyetçilik oluşacak siyasi merkezin çerçevesi sayılmalıdır.
Aziz Sancar, Oktay Sinanoğlu, Yusuf Halaçoğlu gibi bilim insanlarının alanlarındaki yetkin çalışmalarından ilham alınmalıdır. Ekonomi politik olarak daha devletçi veya daha liberal görüşleri savunabilen Türk yazarlarının politik duruşları değil ürettikleri edebi eserler, romanlar, şiirler milli şuura ve kültüre katkı sunan farklı mücevherler gibi algılanmalı sağ veya sol ayrımına, ötekileştirmesine gitmeden Türk toplumu için üretmiş her bir kıymet sahiplenilmelidir.
Milli güvenlik, ekonomik, sosyal ve sair sorunlarını çözecek bir Millet, öncelikle akılcı bir milli siyaset ve motivasyon üretmelidir. Aziz vatanın bölünmez bütünlüğü ve emperyalist projelere göre değil Çanakkale’nin, İstiklal Harbi’nin şehitlerinin kanıyla oluşturulmuş sınırlarından, birliğinden, bayrağından ödün vermeyecek bir devletin tek ihtimal olduğu kararlılığına sahip çıkılmalıdır.
İsrafa, Lükse, Liyakatsızlığa ve Talancılığa Savaş Açan Bir Dürüstlük Yüceltilmelidir:
Devlet televizyonunda çöpten yiyecek çıkartıp tüketilebileceğine dair program yapıldı. Halkımızın geliri eriyor, hayat pahalılığı ilan edilen resmi enflasyon verilerinin çok ötesinde artıyor. Çok kötü yönetilen salgın hastalık koşullarında geçmişin hatalarından dönülmemesi nedeniyle büyük bir ekonomik müzayaka, geçim sıkıntısı vatandaşı perişan ediyor. Ülkemizi ‘uçuşa geçirmekte olduklarını’ iddia eden ekonomimizin bir önceki patronu ve Ak Parti Genel Başkanı’nın damadı olan kişi şu anda nerede, ne yapmakta kamuoyu bilmiyor…
Kendi hayranlığı, siyasi hevesi veya akılsızlığı sırtından lüks içinde yaşayanlara, milyonluk araçlarla konvoylar yapanlara, çeşitli parasal kaynaklar üzerinden siyasi partilerine hakimiyet kuranlara değil dürüstlüğü sınanmış kadrolara önümüzdeki dönemde millet şans tanımak zorundadır.
Vaşington, Brüksel, Pekin, Katar veya Moskova kafasıyla değil Ankara aklıyla hareket edecek, milli ekonomi uzmanları başlatılacak mali seferberlik için şimdiden çalışmaya başlamalı.
‘Yap – İşlet – Devret’ modelini, ‘Yaptır – Soydur – Enkazı İade Etsin’ sistemine çeviren, döviz üzerinden müşteri garantili yatırımların akıbeti, milleti suiistimal edenlere uygulanacak formüller tartışılmalıdır. Pırlantadan, lüks yattan sembolik vergi alınırken çiftçinin ve bordrolunun vergi yükünün nasıl azaltılacağı tespit edilmelidir. Yurttaştan çalınanların kararlı bir hukukla millet adına kamulaştırılacağı, hain yapıların el konulmuş malvarlıklarının ise lüks düşkünü yandaş kayyumlar elinde çarçur edilmesinin engelleneceği ilan edilmelidir.
Siyasetin servet, güç edinme değil yurttaşa ve yurda katkı üretme işi olduğu, mazisi iddiasının içini doldurabilecek nitelikte, siyasetten geçinmemiş, emeği ve ürettiğiyle var olmuş vatan evlatlarınca vatandaşa ispatlanmalıdır. Bu ispatı vatandaşın kavramasıyla, böylesi adaletsiz ve hakkaniyetsiz bir rantiye düzeni sona erecektir.
Emekten, alın terinden yana, zümrelerin veya siyasi çevrelerin değil hukukun, liyakatin üstünlüğünden kamusal göreve talip olunabilecek bir siyasi ekol oluşturulmalıdır. Türk Milleti bu heyecana ve çıkış yoluna hasrettir.
Laiklikten Tavizsiz Siyasal İslam’a Cephe Alacak Siyaset Zorunluluğu:
Ak Parti İktidarını Demokratik Yoldan Yenmek İçin Ak Parti Sosyolojisini
Ve Yakın Tarihi İrdelemek Gereklidir!
Milli siyasetin en temel çelişki yaşadığı ve hem ideolojik hem siyasi kavgayla bertaraf etmesi gereken tehlikelerin başında Siyasal İslam gelmektedir. Siyasal İslam belasının ülkemize verdiği zararlar irdelenmeden, devlet kurumlarına ve siyasi partilere sirayet eden tarikat veya cemaat görünümündeki ihanet şebekelerinin nasıl büyütüldüğü sorgulanmadan Milli Siyaset inşa etmek imkânsızdır.
Aynı şekilde Ak Parti iktidarını seçimlerde yenmek, dörtlü krizi aşmak için Siyasal İslam’ın zirveye çıktığı Ak Parti iktidarını yaratan sosyolojiyi ve yakın tarihi irdelemek şarttır.
Zira yaşadığımız dörtlü krizin mimarı elbette Ak Parti iktidarıdır. 28 Şubat süreci Ak Parti’nin doğum sancılarıysa, 12 Eylül darbesi bu partinin ana rahmine düşmesi sayılabilir.
Çeşitli gayri milli siyasi çevrelerin desteğiyle doğan Ak Parti, Milli Görüş akımından bir bedendeki yaradan cerahatin fışkırması gibi çıkmıştır. Yara derinleşince uzun yıllar boyunca biriken toksinler, harici baskıyla yüzeyin ötesindeki yeni yaşam koşullarına fırlamıştır. Ve mihrakından kopan organizma kısa sürede evrimleşip yara yatağından daha güçlü, daha etkili, başka ve bağıntısını yitiren bir varoluşa kavuşmuştur. Sosyal morfolojik fakat biyolojiden eğretilemeyle Ak Parti – Milli Görüş ilişkisine göz atmanın ötesinde, Ak Parti’nin aksiyonunu kavrayabilmek için Milli Görüş’ün yolculuğunu ve sonradan uğradığı bozgunu da anımsamak gereklidir.
Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi kronolojisinde siyasallaşarak pekişen dini söylemlerin ve kadroların yol ayrımı Ak Parti’yi doğurmuştur. Bu yol ayrımında kapitalizmle harman olmuş, batıyla barışık, sermayeye liberallik makyajıyla gülümseyen fakat dini grupların sırtını sıvazlayan Özal usulü başarısı sınanmış siyasetin büyük rolü vardır.
- Yeşil Kuşak – Ilımlı İslam Stratejisi ve 12 Eylül Darbesi
Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın muzaffer lideri ABD, bu savaştaki müttefiki ve küresel güç savaşlarındaki yeni rakibi SSCB’yi, din silahının namlusu haline getirmek istediği uluslarla kuşatma uğraşına girişmişti. Güney Amerika’da ve Güneydoğu Asya’nın kimi bölgelerinde Hristiyanlık, Asya ve Kuzey Afrika’da ise İslam silahları doğrultularak SSCB’nin baskı altında tutulması, şartlar olgunlaşınca da tetiğin tek merkezden çekilmesi hedefleniyordu.
Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın hem coğrafi hem siyasi sınırları arasına sıkışmış durumdaki Türkiye, SCCB’ye ve Ön Asya’nın sorunlu devletlerine komşu bir “üs” olarak görülüyordu. Sosyalist bloğun “yeşil bir kuşak”la “ılımlı İslam”cı fikirler ekseninde çevrelenmesi için Türkiye’ye önemli roller biçiliyordu.
Usta gazeteci Rıza ZELYUT’a göre söz konusu stratejinin özeti şöyledir:
“Ilımlı İslam veya Yeşil İslam gibi adlar takılan ve aslında Amerikancı İslam denilmesi gereken bu İslam anlayışı, ılımlı falan da değildi. Hukuksal bir elbise geçirilerek yasallaştırılmak istenilen ve böylece de her türlü insanlık dışı ilişkisi ve uygulaması meşrulaştırılan bu İslam ile, devlet de kuşatılacak, kuşatılan bu devlet komünizmin karşısına dikilerek Amerika’ya gelecek bir saldırı, o bölgede karşılanacak, tehlike azaltılacaktı.
Birleşik Amerika, müttefik adı altında kendisine bağladığı geri ekonomik durumdaki ülkeleri kendisi için kullanırken, o ülkeleri sömürerek atılım yapmasını da önlüyor ve halkın yaşam düzeyinin dini ideolojilerden kurtulacak düzeye çıkmasını da önlemeye çalışıyordu. Gerek devletin, gerekse devletin uzaktan kumandacısı ABD’nin arzuladığı plana uygun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş amacına ve başlangıç ilkelerine hiç de uymayan bir yapılanma ağır ağır organize ediliyordu.”[2]
Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle tüm dünyayı kasıp kavuran 2. Cihan Harbi’nin ‘40 karanlığı’ döneminde tek parti CHP’si kimi uygulamalarıyla muhafazakârların tepkisine yol açmıştıı. Bu koşullarda dönemin CHP’si içerisinden eleştirel bir siyaset ve Demokrat Parti doğdu. Demokrat Parti iktidara gelince kendi keyfi, tahammülsüz, zorbaca iktidarını ABD’ye yaslanarak kuracak, Siyasal İslam’ın, Cumhuriyet düşmanı kesimlerin ve gericiliğin hortlaması koşullarını oluşturan bir sermaye partisine evrildi.
1946’da Türk Talebe Birliği adıyla yeniden kurulan Milli Türk Talebe Birliği’nin “4. Devre” periyodundaki yani 1965 – 1980 dönemindeki yapısı, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidarıyla açılan Komünizmle Mücadele Derneği, Aydınlar Ocağı, Erbakancılar’ın gençlik teşkilatı olan Akıncılar Derneği gibi kuruluşlar tüm ülkede şubeleşerek örgütlendiler.
Soğuk savaş yılları iki kutbun sahadaki faaliyetleri nedeniyle Türkiye için hiç de soğuk geçmiyordu. Yabancı servislerin temasta olduğu örgütlerin ve politik grupların gayretiyle özellikle 70’ler boyunca gerilim çok yüksekti. ABD’nin yeşil kuşak maşası olarak dönüştürmek, SSCB’ninse bence rejim ithal etmek değil Anti-Amerikancı bir ülkeye çevirmek istediği Türkiye nispi anarşiyi, silahlı fraksiyonların kendi içlerinde dahi kanlı hesaplaşmalara gittiği terörü ekonomik buhranla birlikte yaşıyordu.
Özellikle “Kanlı 1 Mayıs” olarak tarihe geçen 1 Mayıs 1977 ile 12 Eylül 1980 darbesi arasında, hiçbir görüşten yurttaşın can güvenliği kalmamıştı. 1977’den 1980 Ağustos sonuna dek tırmanan terör eylemlerinde toplam 4.196 siyasi cinayet işlendi.
Katliam ölçeğindeki eylemlere hem batıdan ve Ortadoğu’dan, hem de Kuzey’den yabancı servis ve örgütlerin parmak izleri bulaşıyor, görünmez bir el bu izleri siliyordu.
Çalkantılı, çatışmalı yıllar boyunca milliyetçiler dinsel düşüncenin daha fazla etkisine girmişti. Solcular bünyelerindeki etnik milliyetçi, bölücü, dış odaklı akımların aşırılıkları ve askeri yönetimlerin sola daha ağır uyguladığı yaptırımlar nedeniyle iktidar alternatifi olmaktan uzaktı.
Sağ sermaye bir taraftan Amerikan politikalarına uygun olarak SSCB’yi en büyük tehlike gören dernek ve grupları finanse ederken, din eksenli siyaset ve Türkçü damar ise kendi aralarındaki kimi çatışmalara karşın genel olarak parlamentodaki sağ partilerle ‘komünizm tehlikesine’ karşı dayanışma içerisindeydi. Örneğin toplumsal kamplaşmanın, öfkenin doruğa çıkmasına ve büyük trajediye yol açan 1978 Maraş Katliamı sonrası Başbakan Demirel “bana sağcılar cinayet işletiyor dedirtemezsiniz” diyerek gazetecileri paylıyordu.[3]
Hem sağ, hem sol gruplar silahlıydı. Temel iki tarafın sempatizanları da kendi destekledikleri tarafı ‘meşru müdafaada bulunmakla’ savunurken karşı tarafı ‘vatana ihanetle’ suçluyordu.
- Milliyetçilerin Din, Solcuların İthal Teorilerle Sınavı
Sol örgütlerle, sağ örgütlerin birbirine girmesi “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar” gibi sonuçsuz tartışmalara neden olurken ortadaki gerçek her iki tarafın da silahlı olmasıydı. ‘Devrimci şiddet’, ‘silahlı propaganda’, ‘vatan savunması’, ‘ya susturacağız ya kan kusturacağız’, ‘kahrolsun faşizm’, ‘halk mahkemesi’, ‘Ezan susmaz bayrak inmez’ gibi sloganlar çocuk yaştaki eli tabancalı gençlerin dilinden düşmüyor, karşısındakine öfkesini keskinleştiriyordu. O silahları kimin nasıl sağladığını, yurda soktuğunu sorgulayan yoktu.
Seyit Ahmet ARVASİ’nin Türk – İslam Ülküsü kitabında 1979’da yayımladığı kitabındaki görüşleri Ülkücüler arasında nicedir yaygın, savunulan ve karşıt tezlerin yeni bir bileşen ortaya koyduğu “sentez” fikrine yaslanan Türk – İslam sentezine karşı çıkan, Türklük ile İslamiyet’i özdeş gören fikirler içeriyordu. Bu kitap anarşinin, terörün kol gezdiği 12 Eylül koşullarının kendisini dayattığı günlerde basılmıştı.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Yusuf AKÇURA gibi milliyetçiliği dinle hemhal etme çabasına karşı çıkıp mukaddesatçılıktan ayıklama gereğine inanan Türkçüler’in görüşleri ıskalanmıştı. Hüseyin Nihal ATSIZ gibi kadim kültürel tezleri, antropolojik çözümlemelerle bir arada yorumlayan, milliyetçiliğe ırksal bakışla da yaklaşan Türkçüler zaten siyaseten milliyetçiliğin sözünü söyleyenlerce dinlenmiyordu.
MHP Lideri Alparslan TÜRKEŞ’in “Türklük bedenimizse İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur” sözündeki ve Ülkücüler’i “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olarak tasvirindeki dinsel vurgu ön plandaydı.
“İlay-ı Kelimetullah” yani Allah’ın adını ve hükümlerini yücelterek yeryüzüne yaymak, “Nizam-ı Alem” yani Kur’an ve Sünnet hükümleriyle Allah’ın emrettiği düzeni tüm dünyada geçerli kılmak gibi ülküler ortaya konmuştu. Atatürk, Akçura veya Atsız gibi Türkçüler’in düşünceleri böylesi bir milliyetçilikle elbette kolay kolay bağdaşamazdı.
Solda ise sadece SSCB kurucularını değil Mao’yu, Latin Amerikalı gerilla liderlerini önderleri gören, birbiriyle kavgalı, pek çok suça ve cinayete ideolojik gerekçe sıralarken Marksist teorisyenlerin fikirlerini yarıştıran irili ufaklı sayısız grup vardı. Arnavutluk Lideri Enver Hoca’nın adı dahi şiddet eylemleri gerçekleştiren “Enver Hocacı” örgüt kurulması için kullanılabiliyordu.
Hem solcu sendikacılar, öğrenciler, aydınlar hem sağcı işadamları, politikacılar, talebeler, her görüşten gazeteciler, yazarlar katlediliyordu. Tetiği çekenlerse genelde en yoksul, eğitim düzeyi düşük ailelerin çocukları oluyordu.
- Kanla Olgunlaşan Darbe
Aylar geçmesine karşın TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçemediği, her gün aralıksız cinayetlerin işlendiği, Türkiye’nin 19 ilinde sıkıyönetim uygulandığı koşullarda 12 Eylül 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN’in liderliğindeki generaller yönetime el koydu. Evren’in sonradan defalarca iftihar edeceği üzere “11 Eylül’de oluk oluk akan kan ve tüm yurttaki terör olayları bıçakla kesilir gibi bir gecede kesilmişti”.[4]
Evren’in ileride “şartların olgunlaşmasını bekledik, biz planımızı bir yıl önce yapmıştık” sözleri ve CIA Türkiye Şefi Henze’in ABD Başkanı’na “our boys have done it (bizim çocuklar yaptı)” yazılı bir pusulayla darbeyi bildirmesi sayısız yazıya, televizyonlardaki pek çok tartışmaya neden olacaktı.[5]
- Özal ve 12 Eylül’ün İki Yüzü
12 Eylül 1980 askeri darbesi, görüntüde lâiklikten taviz vermeyen generallerin yönetime el koyduğu fakat özünde Amerikan stratejilerine uygun olarak Ilımlı İslam’a verimli alanlar açacak bir balyoz gibi ülkeye indi. Ordu, demokrasimizi bir kez daha rafa kaldırmıştı.
Bir yandan başörtüsü ile subay, astsubay aileleri orduevlerine ya da okullara girmekte sorunlar yaşıyordu. Öbür yandan Kenan EVREN, Erbakan’ın “arka bahçemiz” dediği iddia edilen[6] binlerce İmam Hatip Okulu’nu açmakla övünüyordu. Turgut ÖZAL sayesinde “muhafazakârlık”, “dindarlık”, “sivilleşme”, “din ve vicdan özgürlüğü” gibi anahtarlarla devletçi karma ekonominin kilitleri ve bürokrasinin zincirleri Ilımlı İslam’ın tedrisatından geçmiş yöneticilerin eliyle kırılıyordu. O yöneticilerin en ünleneni ve beceriklisi ise kuşkusuz Turgut ÖZAL’dı.
Siyasete 80 öncesinin kaotik ortamında Milli Görüş saflarında atılan Özal, Milli Selamet Partisi’nden 1977 seçimlerinde İzmir milletvekili adayı olmuştu. Seçilmesi için kampanyası boyunca en çok çabalayan partilisi ise Bülent ARINÇ’tı. Özal seçilemeyince 43. Hükümette Başbakan Demirel’in müsteşarlığına getirilmişti. DPT Müsteşar yardımcılığının ardından 12 Eylül sonrası Bülend ULUSU’nun ekonomiden sorumlu yardımcısı oldu. Nakşibendi Tarikatı’nın müridiydi ve hem ABD ile hem generallerle arası iyiydi.
Turgut ÖZAL’ın generallerce ekonominin başına getirilmesiyle basında “serbest piyasa ve Özal” rüzgârları esmeye başlamıştı. Özal, pragmatik ve zeki bir politikacı olarak hem batının hem gelenekçi seçmenin nabzını tutmayı becererek Anavatan Partisi’ni kurdu. Postalların gölgesinde gerçekleşen 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde iktidara geldi.
Hesabı yapılmış olmalıdır ki Amerikan politikalarının darbenin sonrasında işbaşına gelen Özal dâhil uygulayıcıları, batının popüler kültürel akımlarının 12 Eylül baskı ortamından bunalmış ülkeyi teslim almasını sağladılar. Çetin koşullarda politize olup askeri darbeyle biçilmiş kuşaklar cezaevinde ya da geçim sıkıntısı içinde yılgınken, televizyon çağıyla ve iktidarın tercihleriyle korkunç bir yozlaşma ortaya çıktı.
Kravatlı, makam koltuklu “muhafazakâr”, “dindar” patronlar ve politikacılar kervanlarını yürütüyordu. Fakat ortaya çıkan yozlaşmadan duyulan kırsal, taşralı, sınıfsız ve/veya cami – mescit odaklı kaygılar tabandaki İslamcı yığınların ontolojik bir savaş anlayışı olan Cihat fikirlerini pekiştiriyordu.
12 Eylül’ün generalleri ve seçimlerle göreve başlayan onanmış politikacılar bir yandan Atatürkçülüğü kimseye bırakmıyordu. Diğer yandan Menderes’in açtığı şoseyi Amerikan – İsrail karşıtı bir söylemle tümden din esaslı bir yola çeviren Erbakan’ın dayandığı kesimleri arkalarına alacak kadrolara asıl yolu hazırlıyorlardı. Ve o yolun sonu demokrasimizi tümden felç edecekti.
- Demokrasi Olmadan Laiklik Koruma İddiasının İflası
‘Adil Düzen’ düşünün hüsranı olan 28 Şubat muhtırasının ardından 20 Haziran 1997’de CHP’nin dışarıdan desteğiyle kurulan ANAP, DSP ve DTP azınlık hükümeti düşürülünce Türkiye yeni bir seçime sürüklenmişti. 25 Kasım 1999’da Başbakan Mesut Yılmaz aleyhine Türkbank ihale yolsuzluğu[7] iddiasına dair CHP’nin verdiği gensoru önergesi hükümeti sona erdirmişti.
Uyumsuz, bürokraside mevzi kapmak için rekabet eden ve Baykal’ın desteğine muhtaç olan üç partinin birbirine tahammül ettiği “ANASOL-D” olarak adlandırılan 55. Hükümet sağlıksız yaşamış, kısa sürmüştü. Kısa ömürlü bu kabine ülkede cadı kazanlarının kaynadığı bir dönemde iş başındaydı. Ak Parti serüvenini irdelerken Ak Parti’yi var eden 28 Şubat sonrasının siyasi atmosferine, 55. Hükümet’in doğduğu koşullara da göz atmak gerek[8].
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısı Vural SAVAŞ’ın başvurusu üzerine 16 Ocak 1998’de Necmettin ERBAKAN’ın Refah Partisi’nin kapatılmasına karar vermişti. Yerine aynı kadrolarca Fazilet Partisi kurulsa da sandık iradesinin orduyu, yargıyı ve bürokrasiyi yöneten “derin devlet” eliyle engellendiği savındaki temel eleştiri; muhafazakâr, Kürt, liberal ve sosyalist seçmenin ortak söylemine dönüşmüştü.
Holding medyasına göre muhafazakârlar 28 Şubat zulmünden, Kürt kökenli seçmen 1990’lar boyunca devam etmiş devlet, terör ve kriminal çeteler irtibatlı kısmi anarşiden, ülkenin tümü siyasi partilerin kamu kaynaklarını talan ortak paydasında bir kulbundan tuttuğu koalisyonlardan bezmişti. Enflasyon ve geçim sıkıntısı halkı bunaltmıştı.
Esasen 2001 yılında kurulacak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sosyal ve siyasi zemini ‘bin yıl sürecek bir süreç’ denen 28 Şubat’la oluşturulmuştu.[9]
Erbakan’ın onlarca yıllık emekle inşa ettiği Milli Görüş çatırdıyor, 4 Nisan 1997’de Türkeş’in ölümüyle iç karışıklıkların boy gösterdiği MHP, Devlet Bahçeli’nin Genel Başkanlığı ile kısa bir fetretin ardından önemli isimlerin tasfiye edildiği bir yeniden yapılanmayı benimsiyordu.
Tansu ÇİLLER, Mesut YILMAZ, Erkan MUMCU, Mehmet AĞAR ve Hüsamettin CİNDORUK gibi merkez sağın önemli isimleri gün geçtikçe siyasi güçlerini yitiriyor, siyasetten siliniyorlardı.
Yeni bin yıla girildiğinde askerin siyaset üzerindeki etkisi ciddi anlamda sorgulanıyordu. Neredeyse ikili bir iktidar halen ülkeyi yönetse de gerek ülkenin mali durumu gerekse 28 Şubat nedeniyle muhafazakârlar üzerinde izansızca uygulanmış baskılar ekseninde, yeni serpilen özel televizyon kanalları ve sayısı artan gazeteler vasıtasıyla iktidarın fiili ortağı generallere karşı kamuoyu oluşturuluyordu.
O günlerde farkında olunmasa da 28 Şubat, sonuç olarak laikliğin demokrasi olmadan korunabileceği iddiasının iflasıydı. Laikliği koruma kaygısıyla demokrasiden de olunabileceğine, yağmurdan kaçarken doluya yakalanılabileceğine ihtimal vermeyenlerin asıl derdi laiklik miydi yoksa kendi ayrıcalıkları ya da kendilerine etki eden iradenin yönlendirmeleri miydi ayrı bir çalışma konusudur.
Fakat kısaca değinmekte fayda var. Askeriye, YÖK, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı gibi kurumlar eliyle muhafazakâr, dindar yurttaşa gerçekten önemli bir baskı uygulanmıştı. Muhtırayla parlamentodaki en büyük partiye yani Erbakan’ın Refah Partisi’ne iktidardan el çektirilmişti.
Örneğin yüksek puanla üniversite kazanan bir başörtülü kız ikna odalarında da başörtüsünden vazgeçmeyince eğitim hakkından mahrum kalıyordu. O kızın yakınları, aile fertleri ise oy verdiği partinin iktidarı da düşürülünce büyük bir infiale kapılıp hınçla bileniyor, mevcut yapıya düşman oluyordu. Namaz kıldığı için fişlenen memurlar, inancı ve gelenekleri nedeniyle devlet kapılarında aşağılananlar siyasi bir çıkış arayışına girmişlerdi. Erbakan’ın partisine artık ne olursa olsun imkân verilmeyeceğini düşünüyorlardı.
Bozulan ekonominin, çözülemeyen sorunların faturası ise yıllarca iktidarda kalmış merkez sağ partilere ya da iktidar ortağı olmuş sosyal demokratlara, demokratik solculara kesilecekti.
Kendileri yalılarda ya da konforlu konutlarda müreffeh yaşayan, şarabını içen, hayatları boyunca Amerika politikalarını desteklemiş Nazlı ILICAK ya da Mehmet BARLAS gibi isimler, ‘demokrasi’ parolasıyla bu dışlanmış kesimleri özellikle 28 Şubat baskısı gevşeyince liberallerle bağdaştırma işine girmişlerdi. Pek çok yazar, televizyonlarda pek çok yeni yüz türedi.
Bununla birlikte eski siyasilerin devri dolarken artık siyasi güç edinmekte olan iki temel grup sessiz ve derinden ilerliyordu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, Abdullah GÜL, Bülent ARINÇ gibi isimler Milli Görüş çizgisinin 28 Şubat duvarına toslamasının ardından geleneklerini sorgulamaya koyulmuştu. Dışarıda daha ılımlı ve liberal söylemlere göz kırpan, kendi kitlelerine de hâlen din, diyanet nutukları atan Fazilet Partisi’nin parlak siyasetçileri ön plana çıkmaya başlamışlardı.
Üstelik bunlar İstanbul, Ankara gibi kentlerde belediyeler vasıtasıyla rant yönetmenin, kadrolaşmanın tadını almış, çekirdekten yetişme politikacılardı.
Siyasi güç kazanan diğer grup ise gerek merkez sağın liderleriyle, gerekse Ecevit’le ve askerle sempatik ilişkiler içerisinde olan, günden güne yeni mali olanaklara kavuşan hatta 24 Ekim 1996’da Bankasya’yı açacak kadar hem finansal anlamda hem de bürokratik lobi anlamında büyümüş olan Fethullah GÜLEN örgütüydü.[10]
Yetişmiş kadroları olmayan Ak Parti, on yıllardır yoksul gençleri ve çocukları avlayarak tedrisatından geçirmek suretiyle eğitime yatırım yapan Fethullahçı çeteyi İnsan Kaynakları havuzu olarak kullanarak, devleti yönetmek üzere bu örgütün mensuplarından faydalandı. Ergenekon – Balyoz kumpaslarında, Kozmik Oda ihanetinde ve muhalif millici beyinleri biçerken gerçekleştirdiği kadrolaşmada Fethullahçı Terör Örgütü iktidarın en önemli dayanağı oldu.
Sayısız trajedi, 15 Temmuz vahşeti ve nice Cumhuriyet’e karşı kalkışma bu nedenle yaşandı.
Milli Siyaset, artık hiçbir tarikat veya cemaatin devlet kurumlarına sızmasına izin verilemeyeceğini, böylesi yapıların oy havzası olarak değil ihtiyatla yaklaşılması gereken potansiyel birer tehdit olduğunu anlamalıdır!
Zira Türk Milleti’nin çok büyük bir bölümünün Hanefi – Maturidi zemindeki inanç sistemi, Siyasal İslam’ı kullanan iktidarlarca Selefilik’e tahrif ettirilmiştir. Yine Türk Dünyasında Hanefi – Maturidi gelenekten sonra en yaygın olan Şiilik ve Alevilik – Bektaşilik de Selefilik tarafından hedef alınmış, marjinalleştirilmeye ve milli şuurdan koparılmaya çalışılmış, dışlanmıştır.
Milli manevi değerlere, inançlara saygılı bir siyaset ve tavizsiz, net bir laiklik Milli Siyaset’in temel ödevidir. ‘Hanefi – Maturidi’ inancın, Anadolu’da yaygın ‘Alevi – Bektaşi’ Alp – Eren geleneğinin özünü Arapçı, akıl dışı sözde İslami akımlara talan ettirmemek, bilimi ve kültürü kılavuz edinip emperyalist uşağı din ve bidat ithalatçilerine geçit vermemek her Türk’ün görevidir.
Milli Siyasetin Diğer Siyasi Hasmı: Etnik Bölücülük
Siyasal İslam belasıyla kimi merhalelerde iç içe geçen, Milli Siyaset’e karşı ittifaklar kurabilen etnik bölücülük de Milli Muhalefet tarafından doğru teşhis edilmelidir.
Bu anlamda pek çok ocağına ateşler düşen, pek çok evladını bölücü teröre kurban veren, ekonomik ve siyasi büyük bedeller ödeyen Türk Milleti konunun farkındadır. Milli Siyaset inşası iddiasındakiler de bu meseleye karşı sağlam tavır almalıdır. Örneğin HDP ve Demirtaş tartışmalarında, Milli Muahalefet beklentisi olan seçmen, partilerinin muğlak ve yalpalayan tutumları nedeniyle büyük düş kırıklığı yaşamakta, iktidarın tuzağına düşebilip ‘açılım ihaneti’, ‘mobil mahkemeler hukuksuzluğu’ gibi hataları yadsıyıp muhalefetten uzaklaşabilmektedir. Etnikçiliğe hoşgörülü, mikro milliyetçilik yapan bölücü gruplarla kol kola bir Milli Siyaset kurulamayacağı tartışmasız bir kararlılıkla ortaya konmadan Milli Siyaset toplumu kavrayamaz, dönüştüremez.
Başta Atatürk olmak üzere Türk milliyetçilerini ‘faşistlikle’ suçlayan, parti binalarında katil örgütün paçavraları ve katil başının posterleri asılı olan HDP, egemen siyaset hangi açılım veya seçim sürecinde hangi mensubuyla kol kola girerse girsin Milli Siyaset talep edenlerin turnusol kağıdıdır. Cani başının heykellerini dikeceklerini iddia eden, o hükümlü katile ‘Başkan’ diye hitap eden, dağ kadrolarıyla hemhal Selahattin Demirtaş’ın ‘hukukunu’ savunmak hevesindekiler; Eren Bülbül’ün, Fethi Sekin’in, Fırat Çakıroğlu’nun ve nice vatan evladının hakkını, hukukunu savunanlarla yol yürüyemez!
Benim vatanıma ve milletime karşı sorumluluğum hain Fethullah Gülen’in hangi fikirdaşı hangi hukuki süreci yaşarsa yaşasın ne denli umursayacaksam, hain Abdullah Öcalan’ın hangi kadrosu hangi hukuki süreci yaşarsa o denli umursayacağım düzeydedir.
Siyasi mücadelemizin kapsamı yasal ve yasa dışı tüm terörist yapıların ve unsurların en tesirli şekilde cezalandırılmasını gerektirir. Zira FETÖ’nün de PKK’nın da güdümündeki tüzel kişilikler kapatılmalı, topluma mali yük olmaktan çıkartılmalıdır. Hiçbir demokrasi, kendi varlığına kanlı yollarla kast eden cürüm yapılarıyla müşterek hareket eden öz düşmanlarına geçit verecek kadar savunmasız duruma düşmemeli, oy hesabıyla kendisini imha etme riskini üstlenmemelidir.
(Yazımın ikinci bölümünde Milli Muhalefet’in siyasi çerçevesini tartışmaya devam edecek, ilerleyen bölümlerinde ise teşkilatlanma ve yönetim esaslarına dair önerilerimi paylaşacağım…)
[1] Bkz. Ümit ÖZDAĞ, Kaçınılmaz Çöküş – AKP Rejiminin Dörtlü Krizi, Destek Yayınları.
[2] (Rıza, ZELYUT – Muaviye’den Erbakan’a Din ve Siyaset, Yön Yayıncılık, s.203)
[3] “Kendisine ‘Kahramanmaraş olaylarını sağcı militanların başlattığı söyleniyor; bu iddiaya ne diyorsunuz’ şeklinde bir soru yöneltmiştim. Süleyman Demirel’in bu sorudan hiç hoşlanmadığını hissetmiştim. Süleyman Demirel bu soruma açıkça cevap vermek yerine birkaç lafla geçiştirmek isteyince, ‘Sizden sorumun cevabını alamadım’ diyerek müdahale etmiştim. Böyle demekle de Süleyman Demirel’i sinirlendirmiştim. İşte o zaman Süleyman Demirel, ‘Bana sağcılar suç işliyor, cinayet işliyor dedirtemezsin’ demişti.
Ertesi günü onun bu sözü tüm gazetelerde manşetti. Bu olaydan iki yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. O dönemde evinde baş başa yaptığımız görüşmede konu dönüp dolaşıp ‘Bana sağcılar suç işliyor, cinayet işliyor dedirtemezsin’ sözüne geldi. Süleyman Demirel bana, ‘Sağcıların da suç işlediğini, cinayet işlediğini ben de biliyordum. Ama bana oy veren sağcı tabanı karşıma almaktan çekindiğim için bunu söyleyemedim’ dedi. Ardından ‘Biz siyasetçiler her doğruyu her ortamda söyleyemeyiz; siyaset icabı davranabiliriz’ diyerek de ekledi.” (Lütfü OFLAZ, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsin”, Star, 2 Şubat 2017)
[4] “Kenan Evren’e, ‘11 Eylül günü akan kan 13 Eylül günü nasıl durdu’ sorusunu Demirel sormuştu.12 Eylül günü Türkiye’nin 19 ilinde sıkıyönetim olduğunu belirterek, ‘Siz o sırada Antalya’da Tapu Müdürü müydünüz’ demişti. (…) 12 Eylül yargılamalarında yol haritası olabilecek değerde bilgiler içeriyor. ‘Anı Değil İtiraf’ isimli çalışmanın amacını, ‘Bize yardımcı olması gereken zamanın 5 kişilik komuta heyetinin, kan gölünde kendilerine ikbal ve istikbal arayışlarını gün ışığına çıkarmak’ olarak açıklıyor Demirel. Sıkıyönetimin ilan edilmesi ve Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olmasıyla birlikte olayların hızla tırmandığına dikkat çekiyor Süleyman Demirel.
Şu satırlar dönemin başbakanına ait. ‘Biz, kan dökülmesini önleyelim diye çırpınırken, bu işi yapacak olanlar, daha çok kan dökülsün de haklılık kazanalım diye adeta seyirci durumuna geçmişlerdi. Bunun maliyeti 4 bin can olmuştur.’ 12 Eylül öncesinde çıkan olaylarda 4272 kişinin hayatının kaybettiğini belirtiyor Demirel. ‘Kanlar kimin için aktı?’ diye sorduktan sonra yanıtını da kendisi veriyor. ‘Kanlar Evren’i Çankaya’ya taşımak için aktı.’ Devam ediyor, ‘Kendisi 4 bin kişinin ölümü karşısında hassasiyet göstermedi. Onu 9 senelik istikbaline gerekçe yaptı.” (Abdülkadir SELVİ, “Demirel soruyor, Evren yanıtlıyor”, Yeni Şafak, 10 Nisan 2012)
[5] “Dönemin CIA Türkiye sorumlusu Paul Henze, darbeyi ABD Başkanı Jimmy Carter’e ‘Our boys have done it’ (Bizim çocuklar becerdi) sözleriyle bildirmişti. Bu söz çok dile getirildi. O ‘becerilen’ işin altında kan ve gözyaşı vardı. Hem de unutulacak gibi değil. Türkiye, 1977 yılından itibaren ABD merkezli Gladyo teşkilatı eliyle kanlı bir çatışmaya sürüklendi. Aynı merkezin silahları bir soldan, bir sağdan insanları öldürdü ve kışkırtma köylere kadar yayıldı. Son günlerde Türkiye çapında ölenlerin sayısı 5-10’lardan 30-40’lara çıkmıştı. Can güvenliği kalmamıştı. Yıldırılan halk darbeye razı edildi. Evren’in ‘Biz, şartlar olgunlaşsın diye bir yıl bekledik’ sözleri bu manada anlamlıydı…” (Ercan DOLAPÇI, “Kenan Evren’i ilk günden desteklediler!”, Aydınlık, 12 Eylül 2018)
[6] Erdoğan’ın 5 Temmuz 2005’te ABD’de iken Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ı kastederek söylediği “Biz İmam Hatipler arka bahçemiz diyen zihniyetle yolumuzu ayırdık” sözüne hem Milli Görüş camiasından hem de İmam Hatip camiasından büyük tepki gelmişti. Erbakan’ın bu sözü yalanlamasına rağmen, eski ANAP Lideri Mesut Yılmaz ile Gazeteci Cüneyt Ülsever in ilk kez kullandığı bu ifadeleri, Başbakan Erdoğan tarafından da siyasi polemik konusu yapılması büyük tartışma çıkarmış, Milli Görüşçüler’deki Erdoğan’a yönelik öfkeyi körüklemişti. (Bkz. Milli Gazete, 7 Temmuz 2005)
Milli Görüş’ün yayın organlarından Elazığ merkezli haftalık gazete El-Aziz’de Muhammed ÇELİK imzasıyla yayınlanan yazıda ise “arka bahçe” tartışmaları şöyle açıklanıyor: “Erbakan ‘imam hatipler arka bahçemizdir’ demedi. Bu sözün kaynağı gazeteci Yalçın Doğan’dı. Yalçın Doğan da bunu Erbakan’ın söylediğini iddia etmemişti. Aslında bu kendi iddiasıydı. Yalçın Doğan 13.11.1996 tarihli Milliyet Gazetesi’nde ‘İmam-hatip mezunları üniversitelerde genellikle hukuk ve kamu yönetimini tercih ediyor. Oradan içişleri, emniyet ve adalet birimlerine yerleşiyor. Refah Partisinin kadroları buralarda oluşuyor. İmam Hatipler gerçekte RP’nin arka bahçesi!’ diyordu. Sonra Mesut Yılmaz 03.04.1997 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde ‘Türkiye’de iki zihniyet savaş halindedir. Bu iki zihniyetin bir kutbu CHP çizgisi, diğeri ise RP çizgisidir. Biri ister ki okullar dinsiz ve milliyetsiz bir nesil yetiştirsin. Diğeri imam-hatipler onların arka bahçesi mücahitleri olsun” diye bir açıklama yaptı. Ecevit de bu malzemeyi kullandı ve ‘Kesintisiz 8 yıllık eğitim rejim için önemlidir. İki ayrı kuşak yetiştiriliyor. Erbakan imam-hatip okullarını kendi fidanlığı gibi görüyor.Bu okullar Refah Partisi’nin arka bahçesi olmamalı.’ açıklamasını yaptı. (Bkz. El-Aziz, 01 Ağustos 2012)
[7] Kariyerini FETÖ’nün bitirdiği E. İstihbarat Daire Başkanı Sabri UZUN, 55. Hükümet’i düşüren Türkbank kasedini Fikri SAĞLAR’a Fetthullahçı örgütün sızdırdığını iddia etmektedir. (Bkz. İn- Baykal Kaseti, Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar, Kırmızı Kedi Yayınevi). İddiaları reddeden Fikri SAĞLAR ise gerek Yüce Divan’daki ifadelerinde gerekse Kod Adı Susurluk adlı kitabında bu kasedi kimden ne şekilde aldığını açıklıkla anlatmamış olmasına karşın konuyu zaten izah ettiğini ifade ederek Sabri UZUN’un iddialarını yalanlamaktadır.
[8] Atatürk sonrası tek parti dönemi, ardından on yıllarca hüküm süren sağ iktidarlar ve kaotik koalisyonlar eliyle ülke çok kötü yönetilmiş, demokrasimiz 60’dan itibaren yaklaşık her on yılda bir askeri müdahaleye uğramıştı. 28 Şubat 1996 ise verimsiz, bakımsız hale getirilmiş bir tarlanın delik deşik edilerek sürülmesinin ardından hormonlu, kanserojen tohumların ekilmesi gibiydi. 55.,56. ve 57. hükümetler bir nevi gübrelemeydi. 58. Hükümetle hasat başlayacak, göz alıcı iri ürünler ortaya çıkacaktı. Fakat yetişen ürünü yiyenin tümden sağlığını yitireceğini öngören hemen hiç kimseyi dinleyen yoktu.
[9] Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, 3 Eylül 2009 tarihinde düzenlediği basın toplantısında “28 Şubat gerekirse 1.000 yıl sürecek” demişti. O zamanlarda komuta kademesinin tepesindeki generallerin sık sık akredite gazetecileri çağırıp hemen her konuda ülke gündemine ve siyasete yön verecek demeçler vermesi olağandı. Oysa generallerin 28 Şubat hamlesi, başka etkenlerle birlikte 1.000 yıllık bir sürecin başlangıcı değildi. Aksine 28 Şubat uygulamaları sonrasında olgunlaşan şartlar, yakında irticai terörün ordumuzu kuşatacağı, pek çok askerimizin çeşitli tertiplerle tutuklanacağı başka bir siyasi dönemi başlatmak üzereydi.
[10] Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu ÇİLLER, Devlet Bakanı Abdullah GÜL, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, eski bakanlardan Abdülkadir AKSU ve Fethullah GÜLEN o zamanlarki adıyla Asya Finans’ın açılışına katılmıştı. Açılıştan 10 yıl sonra Çiller “O dönemde himmet paralarının kayıt dışı olarak tutulduğuna dair istihbarati bilgiler ulaşmıştır. Bu paraların ülkemizin finans sistemine dâhil edilerek, kayıt altına alınmasının gerekliliği dikkate alınarak, bunu sağlayacak bir adım olarak değerlendirilen Bank Asya’nın açılışına katılınmıştır.” Demişti. Oysa kısa sürede yüzlerce şubesi açılan bankaya merkez sağ ve Milli Görüş geleneğinden gelen siyasilerin ve pek çok taşralı partilinin referansıyla personel alınmıştı.