Söze “milletin bize verdiği görev” diye başlayıp, hizmeti “lidere” yapmak biraz ironik. Zira o görev yılda birkaç kez mecliste el kaldırıp indirmek değil; her alanda, her konuda, her platformda, her şart altında sizi oraya getirenlerin iradesini temsil etmek.
Demek milletin size verdiği görev ha? Bizi mi kandırıyorsunuz kendinizi mi efendim?
Evvela;
Görevi birçoğunuza millet falan vermiyor. Millet, önüne getirilen kısıtlı seçenekler içerisinden seçim yapmak zorunda kalıyor(!) Dolayısıyla bu seçimleri yaparken kişiye itibarından değil, kişinin temsil etmeye namzet olduğu fikre, ideolojiye yahut partinin temsil ettiği ideoloji ve vadettiği politikalara inancından yapıyor. Yani böbürlenecek bir şey yok. Karşınızda iliklenen ceketler, sıcak koltuğunuzdan kalkana kadar. Ha, eğer o koltukta görevinizi “layıkıyla” yaparsanız, koltuk gitse de nâmınız kalır, ölene kadar ve hatta öldükten sonra adınızın geçtiği her yerde itibar görürsünüz. “Layıkıyla” derken kastettiğim anlaşılmıştır umarım. Zira kulağınızın her çınlaması sevgiyle anılmaktan olmayabilir!
Sonra;
Yukarıda ifade ettiğim gibi, sırf inandığımız ülküye hizmet edileceği varsayımı ve umuduyla, pusulada önümüze adınız gelene kadar biz de inancımız ve onun temsiline vekalet edeceğini düşündüğümüz isimler için çalışıyoruz. Maddi, manevi, psikolojik, sosyolojik envâi çeşit mücadeleden geçiyoruz. Burada da kimse böbürlenmesin, yine mesele kişilerle ilgili değil, ülkü ile ilgili. Kula kul değil, davaya neferiz. Buraya kadar helâli hoş olsun.
(Elbette bu yazdığım şartlar özellikle “Türk Milliyetçisi” seçmen için geçerli. Zira başka partilerde konu tamamen ticari olabiliyor)
Bu noktadan sonra…
Önce bir Türk milliyetçisi sonra seçmen olarak;
1. Ben emek verdiğim işin takipçisi olurum. Hele de konu davam ise… Bana düşen görevi layıkıyla yapmış isem, vekalet verdiğim kişinin de görevini yapıp yapmadığını takip ederim. Yapmamış ise hesabını sorarım. Bu benim hakkım! Gücünü bizden alan her kim olursa olsun, bize karşı sorumlulukları vardır ve bunları yerine getirmekle mükelleftir. Bizim bu güce sahip olmamızı sağlayan ve birleştiren ise ortak ideolojimiz ve bizi etrafında toplayan “ülkünün” meydana getirdiği sinerjidir. Ha, ben yapmamış isem bana da sorulsun hesap, bu da vekilin hakkıdır.
2. Ben oyumu verirken vekalet eden, “parti liderine” değil, vatana ve millete itaat etsin isterim. Tabi bir nokta önemli. Elbette liderlik oldukça önemli bir marifettir. Tekraren yaptığım bu vurgu meseleyi izahat konusunda bu zorunlu. “ORTAK AMAÇ” Tüm bu süreçlerde her şeyi unutsak bile unutmamız gereken, baş ucu notumuz hep bu olmalı. Neyi, neden, ne pahasına yaptığımız hiç aklımızdan çıkmamalı. Lider bu ortak amaçtan sapmamış, maksadını unutmamış, bu amaç uğuruna çabalıyor ise neden itiraz edelim, neden isyan edelim ki? Zira marifet iltifata tabidir. Lakin aksi söz konusu olduğu halde lidere itaat, amaca ihanetle eş değerdedir. Aslî amacımız olan Türk Milliyetçiliğini, güncel siyasetin geçici popülizmi adına deforme eden lidere itaat etmek, Milliyetçiliğe ihanet etmektir. İster uzun vadeli politikalar, ister günlük siyasi meseleler olsun, her eylem, her söylem, kendi ilkesel duruşumuzla, milliyetçi çerçevemizle, taviz vermeden, kararlı bir şekilde yapmalı. Ne pahasına olursa olsun.
3. İdeolojik birlikteliklerde eylemler, söylemler ve gerçekleştirilmesi planlananlar içerisinde bir bütünsellik söz konusudur. Çelişmemelidir. Çakışmamalıdır. Paralel seyretmelidir. Eşgüdümlü ilerlenmelidir. Özetle iddiada istikrarlı davranmalıdır. Aksi, önce kendi iç çevremizde sonra bize katılmasını amaçladığımız diğer zümrelerde güven kaybettirir ve inandırıcılığımız yitip gider. Türk milliyetçiliğinin, güncel politikada baskın fikir ve kuralları belirleyen temel çerçeve olması, iddialı ve cesur bir tavırdır. Bu cesaret ve iradeye sahip olmayan kişiler, bu fikri ileriye taşıyamaz. Bu sorumluluğu alabilecek kudreti, kendine inancı, ya da tabanına inancı olmayan herhangi bir kimse, beni temsil etmek şöyle dursun, gölge etmesin başka ihsan istemez!
4. Beni temsil etmek adına bana vadedilen yapılmaz ise, bu yazılı olmayan “sözleşme” feshedilir. Bu karşılıklı bir sözleşme, evet… Bu noktadan sonra artık bir vekalet söz konusu değildir.
Bir Türk Milliyetçisi sıfatıyla;
Ben, beni temsil ettiğini iddia edenler adına utanmak, onların kusurlarını kapamak, yalanlarını ört bas etmek, onlar yüzünden düşman kazanmak, ONLAR ADINA UTANMAK zorunda değilim. Onları, habire arkalarını toplamak için seçmiyoruz!
Onların arkasını toplamaktan, buna kafa patlatmaktan, zaman ve efor harcamaktan asıl meselemize bakamıyoruz.
Beceremeyen çekilsin, bizim bir davamız, bir hedefimiz var. Yormasın bizi…
Kendi işimi kendim yapacaksam arada vekile lüzum yok!
Dönelim en başa,
“Milletin bize verdiği görev…” dedikten sonra milletin verdiği görev yapılmalı. Ya da “liderin verdiği görev” milletin bize verdiği görev olarak anlatılmamalı. Alemi kör, milleti ahmak sanıyorlar!
Verdiğimiz görevi de takip ediyoruz yaptığınız icraatları da! Körler sağırlar birbirinizi ağırlayıp duruyor. İçlerinde neyin vekaletini aldığını hatırlayan sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Mevcut siyasi partilerdeki vekillerin birçoğu milletin değil liderin vekili. Milletin sadece omuzlarındaki yük.
Eğer ne ile görevlendirildiğini hatırlamayan var ise, birkaç madde ile yazalım, baş ucu kitabı yapsın da hatırlasınlar. Yok biz zaten hatırlıyoruz diyorlarsa bu daha da büyük bir sıkıntı. Zira o halde yaptıklarının ya da “yapamadıklarının” farkındalar demektir ki bu da bir başka ihanet şeklidir.
Türk milliyetçiliği çaresiz değildir. Çaresiz ve acınası olan bu fikirden taviz verendir. Türk milliyetçiliği, en karanlık zamanlarda kılavuz ve ışık olmuştur. Siyasilerin darda kalınca, lazım olunca değil, daima akıllarında tutmaları gerekir.
Uzun uzun yazdığım zaman sonuna bir büyüğümün sözünü eklerim genelde. Bu kez Ümit hocanın geçtiğimiz gün bir programda sorulan bir soruya verdiği bir cevabı eklemek istiyorum.
Sunucu soruyor; “Ben röportajlarınızda da hatırlıyorum, dediniz ki benim aslında fikirlerim hiç değişmedi, yani ben lisedeyken neyi savunuyorsam şimdi de onu savunuyorum” diye. Bu, hem bir taraftan o dik duruşu gösteriyor ama bir taraftan da değişmeyen tek şey değişimin kendisidir felsefesiyle bakıldığında, acaba neden hiç değişmedi, dünya değişti, iklim değişti de Sayın Özdağ hiçbir kararında ya şunu şöyle yapsaydım diye bir pişmanlık duymadı mı diye kendi içimden geçirdim.
Hoca’nın cevabı oldukça önemliydi aslında,
“Güzel bir soru. Doğrusu siyasette çok büyük bir pişmanlığım olduğunu söyleyemem. İki defa iki 1970’te de dört ediyordu, şimdi de dört ediyor. Onun için ben 1970’te de Türk birliği diyordum, 77’de de Türk birliği diyorum. Bir gün bir büyükelçimiz beni aradı, Hocam dedi. Türk Konseyi’nin bayrağı çekilecek, Türk birliği bayrağı. Çok küçük bir grup gelecek, sizi de aramızda görmek istiyoruz. Dedim ki bayrağı kim çekecek. Dedi ki Abdullah Gül çekecek. Abdullah Gül, Türk birliğine inanmaz; ama işte talih ona Türk birliği bayrağını çektirtti. Doğrusu, büyük bir mutluluk duydum. Biraz önce Bakü ile ilgili bir soru sordunuz. Dün Sayın Erdoğan Bakü’deydi, çok mutluymuş. Enver Paşa’dan 101 sene sonra Türk ordusunu Bakü’ye, Erdoğan yolladı. Erdoğan Şam’a yollamak istiyordu; ama tarihin tekerleği Türk ordusunun doğru yöne gitmesini Bakü’ye gitmesini sağladı. Onun için neden değişeyim? Yanlış yerde duranlar değişsinler, ben doğru yerde duruyorum. Ben Ziya Gökalp’in, Atatürk’ün, Türkeş’in çizgisinde duruyorum.”
Günlük siyaset için yolunu değişenlere aslında bir ibret vesikası olacak nitelikte bir cevap idi bu. Muazzam bir örnek idi. Bozulmayın, taviz vermeyin, vazgeçmeyin, hiç gerek yok… Öylesine mukaddes bir fikir çatısı altındasınız ki, zaman ve koşullar zaten rotasını sizin yönünüze çevirecek, sizin zamanınız gelecek. Yeter ki kararlı, istikrarlı ve sabırlı olun.