İZMİR- Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte, siyasi belirsizliğin ve gerilimin arttığı, mültecilere yönelik ırkçı söylemlerin tırmandığı bugünlerde Türkiye’nin politik-psikolojik manzarası nasıl? İnsanlar neden kendilerini yoksullaştıran hükümetleri destekler? Bu çelişkinin altında yatan psikolojik mekanizmalar neler? Kısır döngü gibi görünen bu sürecin başka bir yöne evrilmesi mümkün mü?
Politik psikolojinin yanı sıra,, şiddet, göç, ayırımcılık ve militarizm konularında yaptığı çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Melek Göregenli sorularımızı cevapladı.
AK Parti iktidarının kendisine karşı olan muhalefeti farklı biçimlerde gayrımeşrulaştırarak, destekleyici kitleleri için bir tehdit unsuru haline getirdiğine vurgu yapan Göregenli, “Bunu bütün sağ-popülist-otoriter iktidarlar hep yaptı, yapar. AK Parti iktidarında farklı olan bu toplum için tehdit olarak tarif ettiği gruplara yönelik bir kolektif nefret inşa etmek ve bu kolektif nefretin taşıyıcısı olan potansiyel paramiliter grupları yaratmak oldu. Bu insanlar sadece iktidar ideolojisine gönülden bağlı ve biat eden insanlar değil aynı zamanda bu bağlılığın bir değer olduğu inancıyla ve eylemleri sonucunda kutsanarak ödüllendirilen insanlar. 15 Temmuz’dan sonra ‘demokrasi kahramanları darbe karşıtları’ olarak köprüde gencecik çocukları linç etmekten, doktorları dövebilme özgürlüğünü kazanmakla sınıf atlamış kadına ya da 28 Mayıs’ta çifte silahıyla bekleyen imama kadar örnekler çoğaltılabilir” dedi.
‘KÜRT SEÇMEN DE YOK, KADINLAR, GENÇLER DİYE KATEGORİLER DE YOK’
Cumhuriyetin yüzüncü yılında, 14 Mayıs’ta cumhuriyeti derinden etkileyecek bir seçim yaşadık. Bir tarafı ile sanki geleneksel kodlarımız değişmiyor. Bir tarafı ile daha çok kentli diyeceğimiz çok parçalı demokrasi ittifakına evrilmeyen ama diktaya da direnen memnuniyetsiz bir kesim söz konusu. Siz Türkiye’nin politik-psikolojik manzarasını nasıl görüyorsunuz?
Bu soruya bir tek cümleyle yanıt vermem gerekse, bu manzarayı, değişim ve değişime direncin bir arada bulunduğu ve değişim talebinin hızla nicelik ve nitelik olarak diğerinin alanına girmeye çalıştığı, bir yandan bütünüyle farklı ve ayrı bir yandan da birbirine akan, iç içe geçen renklerden oluşan bir tabloya benzetirdim.
Seçim sonuçlarını ve politik iklimi bazı kısaltmalarla tarif edilen toplumsal gruplar ya da kazanmak-kaybetmek ikilemesi üzerinden anlamaya çalışmak doğru gelmiyor bana. Sosyal ve siyaset psikolojisi bilgisi bize neredeyse bir asırdır, hiçbir grubun bir ya da birkaç özelliği, eğiliminden hareketle tarif edilemeyeceğini, davranışlarının bu homojenleştirmeyle öngörülemeyeceğini; insanların ve grupların çok kimlikli olduklarını, bu çok kimlikliliğin, farklı gruplar arasında geçişliliği sağlayabileceğini; aynı kimliklerdeki insan ve grupların davranışlarını, bağlam başta olmak üzere pek çok etkiyle değiştireceğini gösterir. İdeolojiler, politik eğilimler hakkında da pek çok şey biliyoruz fakat insanın politik davranışlarından biri olan oy verme davranışını öngörmek çok zor, çünkü çok katmanlı çok boyutlu ve bir yanıyla kolay değişmeyen bir yanıyla da çok hızlı değişebilen bir sosyal olgu bu.
Mesela, seçim öncesi bir Z Kuşağı efsanesi vardı, ne oldu, kime oy verdi Z kuşağı? Bu ve benzer nitelemeler, sınıfsız, bağlamsız, donuk kategoriler gerçekte yoklar. Muhafazakâr seçmen, Kürt seçmen de yok, kadınlar, gençler diye kategoriler de yok, politik iklimin anlaşılması açısından hatta yoksullar diye bir kategori de yok; içinde bulunduğumuz politik iklimi anlama çabasına buradan başlamak gerek bence. Çünkü bu sınıf, cinsiyet, etnisite gibi özelliklere kör gruplar inşa etmek ve siyasal davranışı, iklimi bunlar üzerinden anlamaya çalışmak hem gruplar arası kesişim alanlarını görmeye engel oluyor hem de bu grupları özcü bir yaklaşımla tarif ederek siyasetin hedef kitleleri haline getirmek, siyaseti bir anlamda ideolojilerden sıyırarak aynılaştırıyor. Mesela, seçim sonrasında muhalefetin, Sinan Oğan’ın beklenmedik oy oranını ve dayandığı seçmen kitlesini milliyetçilik ve mülteci karşıtlığı temasında dondurarak, bu grupların yaşadığı yabancılaşma, belki marjinalleşme, belki sistem karşıtlığı ve belki tam da radikal bir değişim ve saygın bir kimlik edinme ihtiyacını gözden kaçırmasını örnek verebilirim. Hatta bu seçmen grubunun muhalefet liderine gönülden bağlı seçmen gruplarının bir grubuyla çok benzer özellikleri olduğunun da gözden kaçırıldığını, kısaca, gruplar arası geçişliliği ve bu geçişliliğin dinamizminin siyasetin merkezinde yer almasını engellediğini, ilkesel ve merkezi ideolojik kavramları olan bir siyaset dili geliştirmeyi imkansızlaştırdığını söyleyebilirim. Bu seçimin özgün yapısı, gruplar arası geçişliliğin ortasında oluşan temel bir eksende oluştu bence; böyle mi devam edeceğiz yoksa başka mümkün bir hayat için bir adım atacak mıyız?
‘BU ÖZGÜRLÜK VE DEĞİŞİM ARZUSUNA TUTUNUYORUM’
Bu seçimin bir dönüm noktası, bir kırılma anı olduğu yaklaşımı konusunda ne düşünüyorsunuz?
İlk sorunuzun başlangıcında yer alan ve bu seçimi ölüm-kalım meselesi gibi algılamamıza yol açan “Cumhuriyeti derinden etkileyecek bir seçim” nitelemesi de bununla ilişkili, üzerine düşünmeliyiz bence; tıpkı, seçim sonuçlarının sunulduğu iki renkli haritalar gibi. Oysa uzun yıllardır bu “derinden etkileyici” siyasi dönüşüm gerçekleşiyor ve bu “seçim anı” ne başlangıç ne son bence. Çünkü seçim sonucu bence şöyle de yorumlanabilir ve bu yorum, iktidarın hiçbir aygıtını en ufak bir meşruiyet kaygısı gütmeksizin hunharca kullandığı bu derinden dönüştürücü sürecin bütün gücüne, akıl almaz uygulamalarına rağmen “karşıtı”nı yok edemediğini de gösterir: Seçimin ilk tur sonuçları, toplumun neredeyse yarısı sizin deyişinizle “diktaya direnen memnuniyetsiz bir kesim”in yok edilemediğini, toplumun neredeyse yarısının rızasının üretilemediğini gösteriyor.
Seçim kazanma stratejileri anladığım bir konu değildir ama muhalefetin yerine ben olsam, ikinci tur için siyasi mücadelemi yüzde beşlik oya heveslenip milliyetçilik ve mülteci karşıtlığı gibi hiçbir yeni hayat vadetmeyen bir iktidar ideolojisine değil diktaya direnişe saygı ve güven üzerine kurardım; bu rasyonel de olurdu ayrıca çünkü eğer seçim kazanılırsa o varsayılan ve hayal edilen yeni hayat ancak bu heves ve inanç üzerine kurulabilir. Ben, sonuç olarak manzaranın, hemen seçim sonrasından başlayarak bu yanına bakıyorum; önce kırılıp küsen sonra hemen toparlanan bu özgürlük ve değişim arzusuna tutunuyorum. Bunun nedeni sadece kişisel politik duruşum değil, Türkiye toplumunun olabilecek en büyük çoğunluğunun hayatının daha iyiye gidebilmesini sağlayacak dönüşümün ancak bu heterojen gruplardan hatta farklı fikirlerden oluşan değişim ve özgürlük arzusuna dayanarak gerçekleşebileceğini düşündüğüm için. Yani bir andan değil, bir süreçten, bir gelecek tasavvurunu gerçekleştirme niyetinden söz ediyoruz; bu seçim, bu ülkede, bu niyetin ve iradenin birbirine pek de benzemeyen milyonlarca yurttaş tarafından üstlenildiğini gösterdi bence.
‘BÜTÜN BU YOKSULLUK VE ADALETSİZLİĞİN ASIL SORUMLUSU İKTİDAR’
Siyaset alanında yapılan araştırmalar, seçmen tercih ve kararlarını etkileyen yüzlerce faktör olduğunu ortaya koyuyor. Peki, insanlar neden kendilerini yoksullaştıran hükümetleri destekler? Bu çelişkinin altında yatan psikolojik mekanizmalar neler?
Amerika’da yaklaşık otuz yıl önce başlayan sosyal-politik psikoloji araştırmaları bu sorunun yanıtını arıyor. Çünkü orada da iki kez Bush, sonrasında Trump gerek savaş gerekse diğer politikalarıyla en çok zarar verdikleri toplumun en alttaki gruplarından en çok oyu alıyor. Bu konuda ciddi araştırma verisi ve bilgi birikimi oluştu. Meslektaşlarımızla son yirmi yılda yaptığımız farklı konulardaki araştırmalarda, Türkiye’de de eğitim düştükçe, gelir, kaynaklara ulaşma konusundaki imkanlar kısıtlandıkça, muhafazakarlık ve ilişkili zihniyet yapıları, otoriterlik, milliyetçilik, kör vatanseverlik, homofobi, cinsiyetçilik, dünyanın adil olduğuna ve herkesin hak ettiği gibi yaşadığına dair inançlar gibi ideolojilere eğilimin de yükseldiği açıkça görünüyor. Bu teoriler sadece Türkiye’de değil başta ABD olmak üzere pek çok ülkede, neoliberal kapitalizm koşullarının yarattığı sınıfsal eşitsizlikler, siyasal ve ekonomik belirsizlik koşulları, geleceğin öngörülememesi ve iç ya da dış tehdit yaratma mekanizmalarının otoriter iktidarlarca kullanılma biçimleri ve yoğunluğu arttıkça, içinde yaşanılan sistemin özellikle yoksullar ve dezavantajlı gruplar tarafından meşrulaştırıldığını gösteriyor. Üst sınıflar sistemi zaten, çıkarlarını korumak ve sürdürmek ayrıca kazanımlarının “hak edilmiş” olduğuna inanmak ve toplumun diğer kesimlerine inandırmak için meşrulaştırıyorlar.
Böylece genel olarak içinde yaşanılan sistem meşrulaştırılıyor ve bu süreç pek çok psikolojik, çevresel ve bağlamsal değişkenle destekleniyor. Meşrulaştırıcı mitler, komplo teorilerinin yaygınlaşması, ayrımcılığın meşrulaştırılması ve mağdurun suçlanması eğilimleri bu süreci pekiştiriyor. Bu kuramların öncülerinden John Jost, bu irrasyonel hatta paradoksal olduğu düşünülebilecek yönelimi şöyle açıklar özetle: Sistemi ya da en azından eşitsiz ve adaletsiz koşulları değiştirmek için verilen mücadelelerin sonuçsuz kalmasının yarattığı acı ve çaresizlik, sistemin meşrulaştırılması yoluyla, içinde bulunulan durumun “hak edilmiş olduğunu düşünmenin” verdiği acıdan daha fazladır, yani bu eğilim motivasyonel olarak insanın eylemlerinin sonuçsuz kalmasının yarattığı, motivasyonel, bir tür acıdan kaçma eğilimidir. Muhafazakarlık, geleneksel tanımından öte iki eğilimle birleştirilerek anlaşılabilir: Değişime direnç ve eşitsizliğin meşrulaştırılması.
Ayrıca, sonsuz sayıda enformasyona adeta bedenimizin bir parçası haline gelen aygıtlar yoluyla kolayca ulaşabiliyoruz; “bedene iliştirilmiş toplumsallaşma” diyorum ben buna. Ama bu siyasal kimlik edinme sürecini de doğrudan etkileyen dijital enformasyonu işlemek, doğruluğu ve hakikati yansıtması açısından değerlendirmek, yanlışı doğruyu montajı elemek için zamana, kaynaklara, zihinsel donanıma sahip olma konusunda hiç de eşit koşullara sahip değiliz. Evde ya da dışarda emeğin yoğun ücretin düşük olduğu ağır çalışma koşulları, medyanın iktidar lehine tekelleştirilmesi, özellikle büyük kentlerde mekânsal ayrıştırmaya dayalı kentleşme politikaları, kamusal alanların dolayısıyla farklı grupların karşılaşma-temas olasılıklarının giderek yok olması hem dezenformasyonun yayılma gücünü artırıyor hem de ayrımcılığın, özellikle en alt gruplar arasında yaygınlaşmasına neden oluyor. Örneğin mülteci karşıtlığı ve mültecilerin yaşanan tüm zorlukların asıl nedeni olduğuna dair günah keçilerine dönüştürüldüğü nefret söylemi neden en çok da yaşam koşulları mültecilere benzeyen gruplar arasında benimseniyor dahası nefret suçlarını hayata geçiren de hep aynı gruplar?
İktidar, nasıl oluyorsa bir tek bu konuda pek hümanist. İnsanların göç etmek zorunda kalmalarına yol açan savaşın tarafı olmanın kefareti mi bu yalnızca, bence ne hümanizm ne hak edilmiş bedel bu. İktidar, mültecilerin sayısı, aktarılan kaynaklar, mekânsal hareketlilikleri gibi pek çok konuda diğer konularda olduğu gibi gerçek verileri sağlamıyor, hiçbir rasyonel entegrasyon politikası izlemiyor ve yer yer kölelik koşullarına benzeyen çalışma ortamlarının verili yasal çerçevede düzenlenmesi için hiçbir şey yapmıyor. Ayrıca politik çıkarları için sığınmacıları manipüle hatta militarize ettiği, yasal olmayan biçimde seçmenlik statüsü kazandırdığı gibi iddia ve belirtileri de hiç umursamıyor. Böylece, bir yandan zaten kârlarına kâr katan sermaye sınıflarına güvencesiz-düşük ücretli iş gücü yaratıyor; yoksullar arasında mülteci olan-olmayan ayrımıyla gerçekçi bir rekabet ortamı yaratarak düşmanlığı körüklüyor diğer yandan da bütün bu işsizliğin ve yoksulluğun, sorumluluğunun mültecilerin varlığına yüklenmesini sağlıyor. Bir de mülteci karşıtlığı, mültecilere yönelik ayrımcı ve nefret söylemine dayalı yaklaşım, muhalif siyasetin ana eksenlerinden biri haline getirildiğinde, bütün bu yoksulluk ve adaletsizliğin asıl sorumlusu olan iktidarın, bu sorumluluktan ve bunun politik sonuçlarından sıyrılmasına nasıl yardımcı olduğunuzu da gözden kaçırabiliyorsunuz.
‘ÖNCE SINAVIN GÜÇLÜĞÜNE BAKMAK GEREK’
Bu bir kısır döngü gibi görünen sürecin başka bir yöne evrilmesi mümkün mü? Bir başka söyleyişle, insanların kendi yaşam şartlarını iyi yönde dönüştürecek politik alternatiflere yönlenmesinin koşulları neler?
Kuşkusuz mümkün; yine araştırma sonuçlarından hareketle yanıtlamaya çalışayım. Sistemi meşrulaştırmayanlar kimler? Aslında teorinin içinde cevabı var; kendi dünyalarını, koşullarını değiştirmek için harekete geçmekten vazgeçmeyen ve bu mücadeleden sonuç alanlar. İnsanlar, eğer, değişime dönük çabalarının sonuçlarının olumlu olacağını öngörüyorlarsa, değişim için güçlü bir alternatif olduğunu algılıyorlarsa yani harekete geçmenin bir anlamda hayatları için rasyonel olduğunu algılıyorlarsa sistemin ve kendi koşullarının adaletsizliğini meşrulaştırmıyorlar ve dünyayı değiştirme inadından vazgeçmiyorlar. Dünyada ve Türkiye’de yapılan araştırmalar, bu süreci ampirik araştırma bulgularıyla da doğruluyor. Kolektif eyleme katılma arzusu ve eylem sonucunda olumlu sonuçlara ulaşmak, başka bir döngü oluşturuyor ve bir tür hak bilinci yaratıyor. Bu nedenle, bu koşulların oluşabilmesi için asgari demokratik bir ortamın oluşması çok önemli; örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması, demokratik eylemin ağır bedellerinin olmaması, hukuk düzeninin asgari koşullarının varlığı çok önemli. Bu bilgiler bize bu seçimin önemi konusunda da fikir veriyor.
Toplumsal konsensus, siyasi irade ve demokrasi kavramlarını baz alarak muhalefet bloğunun toplumu neden daha fazla ikna edemediği noktasında gözlemlediğiniz yanlış ve eksikler neler?
Muhalefetin “başarı”sından söz ediyorsak, önce sınavın güçlüğüne bakmak gerek. Muhalefet bloğunun oluşması süreci gerek Türkiye’de bu deneyimin ilk kez yaşanıyor olması ve bileşenlerin yapısal ideolojik farklılıkları göz önüne alındığında; iktidarın tahrifattan ağır yalana varan propagandalarına, medya gücünün neredeyse yok denecek kadar sınırlı olmasına kadar engeller düşünüldüğünde, oldukça iyi bir sonuç alındığını düşünüyorum. Başta Kılıçdaroğlu’nun özellikle Kürt sorunu konusunda CHP’yi ve genel siyasi dili dönüştürme çabasının, HDP’nin zaman zaman kendi seçmeninin itirazlarına rağmen bu sürece yaptığı büyük katkının, sadece seçim süreci açısından değil sonrası için de dönüştürücü olduğunu düşünüyorum. Galiba muhalefetin bütün bileşenleri bu sözbirliği ve ortak iradeyi inşa etme sürecinde kendi ideolojik sınırlarını esnetebildikleri kadar esnettiler, bu kıymetlidir. Muhalefet bileşenlerini oluşturan parti örgütleri -CHP dahil- yeterince aynı çabayı gösterdi mi, emin değilim; süreç daha çok liderlerin performansları aracılığıyla yürütüldü ki bu niyetin doğasına pek uygun değildi.
Seçim sürecinde hedef kitle olarak tanımlanan seçmen gruplarının belirlenmesinde ve politik söylemin inşasında kullanılan tercihler, sanırım büyük ölçüde “kazanmak” hedefi öncelendiğinden zaman zaman asıl hedefle çelişti. “Muhafazakâr seçmen” olarak tanımlanan hedef kitle, aslında Türkiye’nin çok alışık olduğu sağ-muhafazakâr-milliyetçi tabandan AK Parti’nin 25 yıldır uyguladığı farklı biçimlerdeki rıza üretme politikaları sonucunda oldukça farklılaştı ve muhalefetin bu grupların sadece küçük bir grubundan oy alabileceğini öngöremediğini düşünüyorum. Yoksullukla, yoksulluğun yarattığı sonuçların radikal olmasa da görece dönüştürülmesi politikalarının yerine AK Parti, yoksulları “yardıma muhtaç, inayete bağımlı” insanlara dönüştürdü ve seçim süreci boyunca aslında sosyal devletin görevi olan bu destek politikalarının sadece kendi iktidarında sürebileceği inancını pekiştirdi. Orta, orta-üst muhafazakâr seçmenlerin ve yarattığı yeni zenginlerin, iktidarın nimetlerini paylaşmaktan vazgeçmelerini beklemek de hiç gerçekçi olmazdı. Örneğin, seçim süreci boyunca iktidar ve ortaklarının izlediği kadın ve LGBTİ düşmanı politikalarına zaman zaman utangaç karşı çıkışlara rağmen son virajda teslim olan “tedirgin muhafazakâr kadınlar” ın Kılıçdaroğlu’nun kapsayıcı vaatlerine ikna olmamalarının nedeni, gerçekten AK Parti iktidarı boyunca güvence altına alınmış olan inandıkları gibi yaşama koşullarının değişebileceği korkusu muydu? Hiç sanmıyorum. AK Parti, iktidarı boyunca, hegemonyasını sonsuza kadar sürdürmek için gereken kitle tabanını, başlangıçta var olan destekçi grupların meşrebine, sınıfına, kapasitesine göre ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda oya gibi işleyerek yarattı. Bir yanda sakince tenceresini kaynatmaya ve oy verme zamanı oyunu vererek bedelini ödemeye çalışan insanlar, bir yanda sağdan ve soldan devşirilmiş ideolojik hegemonyanın içerik üreticileri -gerekirse montaj, gerekirse yakın markaj, gerekirse mahkeme- ve asıl önemlisi, iktidar savunusunun paramiliter neferleri.
Bu süreci anlamak için yine sosyal-politik psikoloji bilgisine ihtiyacımız var: AK Parti iktidarı boyunca kendisine karşı olan muhalefeti farklı biçimlerde gayrımeşrulaştırarak, destekleyici kitleleri için bir tehdit unsuru haline getirdi, bunu bütün sağ-popülist-otoriter iktidarlar hep yaptı, yapar. AK Parti iktidarında farklı olan bu toplum için tehdit olarak tarif ettiği gruplara yönelik bir kolektif nefret inşa etmek ve bu kolektif nefretin taşıyıcısı olan potansiyel paramiliter grupları yaratmak oldu. Bu insanlar sadece iktidar ideolojisine gönülden bağlı ve biat eden insanlar değil aynı zamanda bu bağlılığın bir değer olduğu inancıyla ve eylemleri sonucunda kutsanarak ödüllendirilen insanlar. 15 Temmuz’dan sonra “demokrasi kahramanları darbe karşıtları” olarak köprüde gencecik çocukları linç etmekten, doktorları dövebilme özgürlüğünü kazanmakla sınıf atlamış kadına ya da 28 Mayıs’ta çifte silahıyla bekleyen imama kadar örnekler çoğaltılabilir. Kuşkusuz, sahte videoları üreten “kıvrak zekalı gençler” de bu kutsanmadan payını alır.
Söylemek istediğim, muhalefetin propagandasının hedefini saptarken yaptığı seçimlerden emin değilim, ilk tur sonrasında milliyetçiden çok milliyetçi olma iddiasının da yerinde olduğunu düşünmüyorum. Fakat yine araştırma sonuçlarından hareketle AK Parti’nin montaj kasetlerine dayanan propagandasının çürütülmesi için izlenen yolun partizan AK Partililer için tam da tersi etki yaratabileceğini söylemeliyim. İnsanlar, siyasal tercihlerini belirleyen bilgi ve inançlarının tam tersini gösteren açık deliller olduğunda bile, inançlarını değiştirmekten kaçınabiliyorlar. Araştırmalar, partizanlığın, insanları doğru bilgiden uzaklaştırabilecek en güçlü faktör olduğunu gösteriyor hatta karşıt politik grup üyelerinden gelen yanlış enformasyona ilişkin düzeltmeler tam tersi bir etkiyle geri tepiyor ve yanlış-sahte bilgiyi pekiştirebiliyor. Aksine, güvenilir iç grubun, benzer olanların teyitleri, yanlış bilgiyi düzeltme ve inançlarını değiştirmeye yönlenmenin etkili bir yolu olabiliyor. Ayrıca siyasi olarak daha muhafazakâr olmanın ve kişinin siyasi partisiyle daha güçlü bir şekilde özdeşleşmesinin bir arada bulunması, farklı siyasi gruplardan gelen düzeltme çabalarının geri tepmesine daha çok neden oluyor. Tersine, entelektüel alçakgönüllülük olarak ifade edilebilecek, kendi inançlarına karşı da dogmatik olmayan bir eleştirellikle yaklaşan kişiler ve siyasi eğilimler açısından süreç tersine işliyor. İkinci tur sonuçlarını aldığımızda, cumhur ittifakı seçmeninin muhalefetin sahte propagandayı ifşa etme çabasından ne kadar etkilendiğini göreceğiz.
‘ONLARIN AKILLARINI BAŞLARINDAN ALACAK KADIN VEKİLLERİMİZ VAR’
HÜDA PAR’ın 4 vekil ile Meclis’te temsil edilecek olmasıyla birlikte tarihteki belki de en gerici ve kadın düşmanı Meclis ile karşı karşıyayız. Bu durumun kadın mücadelesi üzerindeki olası etkileri üzerine ne söylemek istersiniz?
Siz de benim yakın arkadaşlarımdan bazılarının düşündüğü gibi, uslanmaz bir iyimser olduğumu düşünebilirsiniz ama ben siyasal iradenin ve eylemin dönüştürücü gücüne inanırım, güvenirim. Kısaca şunu söyleyebilirim: Bu akıl almaz gerici, baskıcı, cinsiyetçi ve heteroseksist yükselen dalga ne kadın hareketini ne de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinin çeşitliliğinin varoluş ve hak mücadelelerini geriletmez, aksine güçlendirir. HÜDA PAR ve Yeniden Refah’ın cinsiyetçi ve heteroseksist ideolojileri, AK Parti iktidarı döneminde zaten ihtiyaçlarına göre azalan ya da artan biçimlerde tıkır tıkır uygulanıyordu, İstanbul Sözleşmesi’nden kim çekildi? Daha pek çok, kadınları baskı altına almaya, aile içinde erkeğin kontrolünde, evli ve çocuklu oldukları sürece “insan” “yurttaş” sayabileceklerine dair ideolojileri ve pratikleri hiç yeni değil, bu ideolojinin fıtratında bu var. Zihnin, bedenlerin ve mekânın kontrolüne dayanıyor, oldukça ayrıntılı analiz edilmesi gerek ve başka bir söyleşinin konusu galiba.
Bununla birlikte şimdilik şunu söylemekle yetineyim: Türkiye’de feminist hareket ve LGBTİ+ mücadelesi kolay kolay geriletilemeyecek bir birikim ve geleneğe sahiptir. Her koşulda genel olarak toplumsal mücadelelere de güç kazandıran direniş imkanlarını bulacak ve varlığını sürdürecektir. Ayrıca Meclis’te, muhalefet partileri içinde sayıları çok az olsa da erkeklik ideolojisine ve politikalarına karşı, onların akıllarını başlarından alacak kadın vekillerimiz var; cinsiyetçi çoğunluğa karşı müthiş bir özgürlükçü azınlık orada Meclis dışı mücadeleye güç katacaktır, eminim.