Mekke’de Bir Vakıf ve Seyyid Abdullah Attas

Mekke Hatıralarından:

 
Yıl 2005… Saddam’ın Körfez harekâtından dört yıl geçmiş… Hac yapmak üzere Mekke’deyiz. Daha önce hoş karşılanmayan ve açıkça izin verilmeyen tasavvufi toplantılara müsamaha edilmeye başlanmış… Bunlar içindeki en önemlilerinden biri ve belki de birincisi Hz. Ali soyundan gelenlerin kurdukları bir vakıf… Türkçesi  “Hz. Ali Evlatları Aile Reisleri Vakfı” olan “Vakfu Ruesâi Aleviyyin”in kurulması olmalıdır.

Yukarıdaki cümlede yer alan “Ali” kelimesinden üretilmiş olan “Aleviyyin” bütün İslam dünyasında “evlâd- Ali” anlamında kullanılır. Osmanlı döneminde de  – nerede ise- 1990 yılına kadar da ülkemizde de “Alevi” olarak kullanılan kelime de, benzerleri de “Ali Evladı” anlamına gelirdi.

Bugün ülkemizde kullanılan “Alevi” kelimesi yerine, çok yakın zamana kadar “KIZILBAŞ” kelimesi kullanılıyordu. Bir kültürel yozlaşma yaşamış olduk ve İslam dünyasından ayrılmış olduk.

2005 yılında Mekke’de Hz. Ali evlatlarından Hz. Hasan ve Hüseyin soyundan geldiği kabul edilen 5.400 ailenin yaşamakta olduğunu da öğrenmiştim.

Mekke’de bulunan üniversitenin adı, “Ümmü-l Kura Üniversitesi”dir. “Ümmü’l Kura” Mekke’nin farklı isimlerinden biri olarak Kur’an’da geçen isimlerden biridir. Adıgeçen Vakfın Başkanı olan Seyyid Abdullah ATTAS da, bu üniversitenin Hukuk Fakültesi (Prof.)  öğretim üyesiydi.

Böyle bir vakfın kurulmuş olması, beni tahmin edemediğim kadar heyecanlandırmıştı. Bu heyecanın da neden olduğunu ve kaynağını da çıkaramamıştım. Ama heyecanımı da yatıştıramıyordum.

İslam dünyasında ki, asıl problemin dünyamıza liderlik, önderlik edecek veya irşatta bulunacak, herkesin güvendiği ülke ve/ya kurumun bulunmadığını da ilk defa orada farkettim.

Bu vakfı önce tanımak ve sonra onlarla işbirliği yaparak, hac mevsimlerini İslam dünyasında birlik ve beraberliği sağlayacak bir bilimsel çalışmalar; sempozyumlar, konferanslar ve ortak “barış ve sevgi artırıcı, güven veren toplantılar yapılması”nı sağlama gibi hayaller kuruyordum.

Bu toplantıların,  hac mevsiminde;  Mekke ve Medine’de hac heyecanı içinde yapılmasının daha etkili ve heyecanlı olacağı kanaatinde idim…

Asıl problem, İslam ülkesi adıyla bilinen ülkelerin, kendilerine veya diğer İslam ülkelerine değil, batılı ve varlıklarını borçlu oldukları emperyalistlere inanıp, güvendiklerini de orada farkettim.

 İslam ülkelerinin kendi aralarında kurdukları işbirliği örgütleri de bahsedilen “güvenilen ülke”leri de “gözlemci” sıfatıyla içlerinde bulundurması ise, kendilerine ve “kardeşlerine güvensizliklerinin ana merkezini oluşturduğunu da görür gibi olmuştum”.

Bu durumu görmeden baktığımızda “İran, Şiilerin yıldızı veya lideri” gibi görünürken, Sünni diye ayrılan kesimde “Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkeler arasında bir rekabetin varlığı”ndan söz etmek mümkündü.

Ramazan ve Kurban bayramı gibi günler de bile aramızda bir ve/ya ikişer gün fark olması bu rekabete mi dayanıyordu?

Bu durum ve rekabet dedi koduları bile sanaldı.

  ***

İşte bu duygular içinde kendimi kaybetmeden Suudi Arabistan Kızılay’ı yakınında olduğunu tespit ettiğim vakfın telefonlarını da bulmuştum.

Telefonuma, Vakfın Başkanı, Prof. Dr. Seyyid Abdullah ATTAS[1] kendisi çıkmıştı.

Bu ilk görüşmede, “Ehlibeyt merkezli çalışmalar yaptığımı ve bu konuda kendisiyle görüşmek istediğimi anlatmıştım.”

– Konuyu tam olarak söylememi” isteyince de,

Ehlibeyt sevgisinin dünya Müslümanlarının birliği ve İslam Devletlerinin gelişmesine katkıları gibi” bir cümle kurmuş ve bu konuları görüşmek üzere randevu istemiştim.

– Üç yarımgün yeterli olur mu?” demesinden son derece mutluydum.

Üç yarım günden de fazla süren konuşmalarımızın ilk günkü bölümünde:

– Ben, uzunca bir süredir, Arabistan dışına çıkmadım. Türkçe de bilmiyorum, –dedikten sonra, masasının üzerindeki bilgisayarı göstererek şu renkli camın çıktığı günden bu güne, İngilizce üzerinden her gün en az iki saat Türkiye haberlerini okurum. İstersen beni, Türkiye hakkında bir imtihan et. Çünkü sizinle konuşacaklarımızın merkezini Türkiye ve Türkler oluşturacak gibi” bir cümle  demişti.

Ben de, kendisine, “bu kadar emin ve beni imtihan et, diyen kimsenin imtihan edilemeyeceği”, gibi bir cümle kurduğumu hatırlıyorum.

Muhterem (merhum) Seyyd Abdullah ATTAS:

“- Dünyada yaklaşık bir buçuk milyar kadar Müslüman var. Bunda kuşku yok. Ama iş İslam Devleti’ne geldiğinde, bilmemiz gerekir ki, İslam devleti diye görünenler, gerçek devlet değil; onlar emperyalizmin akvaryumunda balık gibidir. Sadece Türkiye, bu akvaryuma gırtlağına kadar batmış, başı akvaryumun dışındadır. Olabilir ki, düşünebilir; düşündükçe aklını başına alabilir ve kendisini kurtarabilir. Bunu başarırsa ötekileri de kurtarma görevi ona düşer”, demişti.

Seyyid ATTAS, konuşmasının bir yerinde;

“- Emperyalizm öyle güçlü ki, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, dili, rengi, mezhebi ne olursa olsun, her hangi bir Müslüman kendisini emperyalizme karşı koruyacak bir güç olduğunu bilmese, –inanın– ne “Kelime-i Şahadet”i, veya “Kelime-i Tevhidi”, ne de Müslüman olduğunu yüksek sesle söyleyebilir,” demişti.

-Gerçekten durum böyle mi, dediğimi hatırlıyorum.

“-  Evet,  tam böyle…  Böyle bir gücün bizi koruduğunu bilmesek, biz bile Mekke’de, Kâbe’nin içinde “Tekbir” getiremeyiz veya Müslüman olduğumuzu söyleyemeyiz!”.

Biraz şaşkın, biraz da heyecanla sordum:

-Bu gücün adı ve maddi olarak varlığı var mı, varsa adı nedir?

-Tarihi ve kültürel mirastan gelen bir güç, diye cevap verdi.

Sözünü keserek tekrar sordum,

“ – Bu gücün adı var mı?

Sakin bir üslupla cevap verdi:

“- Ceyşü’l etrak!” (Türk Ordusu!.)  dedi ve ekledi:

-Kadere bakın ki Türkiye’deki İslamcılar bunu fark edemiyor veya anlamıyorlar.

Ne yazıktır ki, Türkiye’nin İslamcıları, Türk Ordusuyla savaşıyorlar, demişti.


 

MEKKE’DE AHMED BİN MUHAMMED MALİK EL- ALEVİ EL-HASENİ DERGÂHINDA MEVLİD-İ ŞERİF ve BEKTAŞİ GELENEĞİ

Ezher Üniversitesi Profesörlerinden “Muhammed Malik El Alevi, el Hasani” önemli Hadis bilginlerindendi. Hadis metoduna ilişkin kitabı özelikle Diyanet İşleri başkanlığı özel kurslarında okutulurdu.

O Hakk’a yürüdü.

Ahmed bin Muhammed Malik el– Alevi el-Hasani de O’nun oğlu ve Ezher Üniversitesi’nde profesördür. Mekke’li olan bu ailenin yaklaşık 1200 civarında insanı alan Mekke’de bir dergâhları ve yanında da ondan biraz daha geniş bir camileri bulunuyor.

 “Cemelülleyl” ailesine mensup Şeyh Cafer Cemelü’l-Leyl’in babası Kâbe’nin son Osmanlı İmamı… Küçük oğlu Mustafa ise benim dostlarım arasında önemli bir yeri olan çok önemli biri…

Şeyh Cafer anlatmıştı; Kâbe’nin son Osmanlı İmamı olan babası şöyle dua edermiş:

“ – Allahım, Türkleri cennetine koy, onların hürmetine bizleri de…”

Cemelü’l-leyl böyle bir aile…

Şeyh Cafer doksan yaşlarında idi. Şeker hastalığından iki dizinden aşağısı kesilmişti. Tekerlekli sandalyesiyle kendisine özel küçük bir masada yiyecek – içecekler ikram edilirdi. Dergâhlarına her gittiğimizde, bizi özel masasına davet eder, babasından ve Onun Osmanlı dönemi hatıralarından bahsederken son derece mutlu olduğu yüzünden okunurdu.

Türkiye’de tarikat şeyhliği yapan, önemli sayılan kişiler de bu tür dergâhlara gidip gelirlerdi.

Dergâhlarında bazı haftalar sesli zikir yapıldığı gibi, bazen de “kaside-i Büride” veya başka duaların okunduğu da olurdu.  

Birkaç kere hac yolculuğumuzda bazı dost ve arkadaşlarımızı da götürdüğümüz de olmuştu.

Bir gün, “Mustafa Cemelü’l-leyl”i telefonla arayarak, bizi farklı bir dergâha götürmesi ricasında bulundum.

“ – Olur, sizi bu akşam farklı bir dergâha götüreyim, benim de bir süredir gitmediğim bir yer” dedi.

Daha önceki yıllarda, bu tür yerlere gidildiğinde Arabistan istihbarat elemanları resminizi çeker, kimliğinize falan bakardı. 2005 tarihinde bunlar kalkmıştı. Artık dergâhın adamları, kimsiniz, hangi ülkedensiniz, Hac organizasyonunda göreviniz var mı gibi sorular soruyor, ama resim falan çeken olmuyordu.

Gittiğimiz dergâh, “Ahmed bin Muhammed Malik el- Alevi el-Haseni dergâhı” idi.

O gece için yapılan planlamada, “Hz. Peygamberin Mevlidi”nin okunması vardı.

Mevlid, yani Hz. Peygamberin doğumu ile başlayan hayat hikayesinin şiir olarak yazılması ve dini merasim şeklinde “ritüel” olarak okunması Türkler tarafından icat edilmişti.

Bunun şiirle yazılması geleneğini de Süleyman Çelebi başlatmıştı.

Bu gelenek Araplar tarafından da beğenilerek, aynı diziliş sırasına göre, Arapça şiirler yazılmıştı.

Mevlit okunmaya başladı. Sıra Hz. Peygamber’in “Mirac hadisesi”ni anlatan bölümün okunmasına başlandığında, mevlidi okuyan zat ayağa kalktı, o kalkınca bütün cemaat ayağa kalktı.

Mirac bölümü bitince herkes bulunduğu yere tekrar oturdu.

Bu gelenek, eskiden ülkemizde de vardı.

Mevlid gece 23 gibi sona erdi. Peşinden yatsı namazı cemaatle kılındı ve bahçede ikramda bulunulacağı anonsu ile bahçeye çıkıldı.

Aşağı yukarı her birinin çapı 1 metre olan tepsiler içinde pilav ve üzerinde fırınlanmış kuzular vardı.

Biz de beraber gittiğimiz Türk arkadaşlarımız ve “Mustafa Cemelü’l-leyl” dostumuzla bir tepinin bulunduğu yere oturmuştuk ki, 10 yaşlarında bir çocuk yanıma gelip,

– Eğer izin verirseniz, Şeyh Ahmet yemeği sizin masanızda yemek istiyor,” dedi.

Ben de, “hay hay, şeref duyarız”, dedim ve Şeyh Ahmet geldi.

Ben, kendisine,

– Şeyh Hazretleri, yemek için bizi tercih etmenizin sebebini sorabilir miyim?” dedim.

Şeyh Ahmet:

– Listelere baktım, sizlerden başka bu akşam gelenler içinde Türk yoktu. Türklerle birlikte yemek yiyerek şereflenmek istedim” demez mi?

Hepimiz şaşkına dönmüştük. Ayrıca bu cevapla keyif aldığımızı da kaydetmeliyim.

Ben ikinci bir soru daha sordum:

– Şeyh hazretleri, Mevlid okunurken Mirac bölümü niçin ayakta okundu ve ayakta dinlendi?” dediğimde cevabı yapıştırdı:

– Eskiden Bektaşiler Mevlid okurken, Hz. Peygamber Mevlid okunan yere manen gelir kabul edilerek, ayağa kalkılır, Mirac’a yeniden gidip geliyormuş gibi telakki edilerek, O gidip gelinceye kadar ayakta selamlanır, saygı gösterilirmiş. Bu gelenek bize Bektaşilerden kalan bir kültürel mirastır” dedi.

–  Bu kültürel mirası bize kim unutturdu veya biz bunu nasıl unuttuk?

Bektaşileri hayırla anan Mekkelilere bakarak bu geleneği yeniden canlandırmak gerekmez mi, dersiniz?..


[1] Seyyid Abdullah Abbas, Hz. Hüseyin soyuna mensuptur. Küçük kardeşi Emin Attas ise, bir süre Hac Bakan yardımcılığı yaptığı gibi, 1980li yıllarda da “Rabıtatü’l Alemi’l İslamiye” adlı vakfın genel müdürlüğünü de yapmıştı. 12 eylül sonlarına tekabül eden günlerde, Diyanet’in yurtdışı kadroları yoktu. Diyanet’in girişimi ve ricası üzerine, Yurtdışına –özellikle de AB ülkelerine – gönderilmiş Din Görevlilerinin maaşlarını Rabıta adına ödemişti. Bu maaşları öderken, Emin Attas Beyin aklında, Rabıta’nın amacına hizmet edilmesi gibi bir düşüncesi asla olmamıştı. Onun deyimi ile “Tayyar Elletikulaç”ın ricasını kıramamıştı. Aslında annesi Çanakkaleli bir Türkmen olan Emin Attas, Türk akrabalarına hizmet fırsatı veren Allah’a şükür fırsatı olarak değerlendirmişti.

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!