Zayıflık ve güçsüzlük süreç içinde toplumların kendilerine olan güven duygusunu yok eder. Kendilerine olan güven duygusunu kaybeden toplumlar, başkalarının yönlendirmelerine açık hale gelir. Ümitsizlik ve idealsizlik de güvensizlikle ilgili bir sorundur. Güven duygusunu kaybeden toplumlar, zaman içinde var olabilmek için can düşmanlarından yardım talep eder hale gelirler.
Ayakta kalmayı ve var olmayı başkalarının himmetinde arayan iktidarlar, yabancıların ülkeleri üzerlerindeki emellerini makul ve meşru görmeye başlarlar. İktidarda kalmak ya da iktidara tutunmak için yabancıların hedeflerini kendi hedefleri olarak benimseyenler de tarihte işbirlikçi olarak nitelendirilmişlerdir.
Şahsi çıkarları ile yabancıların amaçlarını birleştirenler sahip ya da ait oldukları toplumlara (farkında olarak ya da olmayarak) ihaneti kurtuluş reçetesi olarak sunmuş olurlar. İş o hale gelir ki bu algıya sahip yönetimler “İngiliz sicimiyle asılmayı” bir kariyer olarak nitelemeye başlarlar. “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl” söylemi bu tür bir algının halk diline yansımasıdır. Acısı, sızısı az ve ölümün ani olması dolayısıyla İngiliz usulü sicimin, daha doğrusu İngiliz usulü ölümün tercih edildiği bilinmektedir.
Adı “Koca” yani “Büyük” olarak nitelenen Reşit Paşa, çöküş döneminde Osmanlı’yı zamanın “Küresel Düzeni” ne daha doğrusu İngiltere’nin politikalarına uydurmak için cansiparane bir gayret göstermişti. Balta Limanı Antlaşması (1838) onun Hariciye Nazırlığı döneminde hazırlandı, Tanzimat Fermanı’nı (1839) ise bizzat kendisi okuyarak ilan etti. Bütün bunları, sırtını İngiltere’ye dayayarak yapmıştı.
Reşit Paşa’nın Sadrazamlıktan azledildikten sonra İngiliz büyükelçisinin müdahalesiyle tekrar Sadrazamlığa getirildiğinde gözyaşlarını tutamadığı söylenir. İşte bu Mustafa Reşit Paşa döneminde de bugünküne benzer tartışmalar yaşanıyordu. O zaman elbette NATO yoktu ki Suriye’ye müdahaleye çağrılsın. Ancak Reşit Paşa “Siz yapmazsanız başkaları gelir yapar” demiyor, doğrudan Avrupa devletlerini Osmanlı’nın iç işlerine müdahaleye çağırıyordu.
Azınlıklara daha fazla hak ve hürriyetler verme taraftarı olan Mustafa Reşit Paşa, bunun sağlanması için Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya çağırıyor ve; “… Türkiye için en büyük iş, reâyâ es’elesidir. Eğer reâyâya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir Müslüman gözü ile bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reâyânın hür ve mes’ûd olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devleti’nde), Hristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reâyâ, haraç yüzünden isyân etmektedir. Reâyâ,düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi Hristiyanlar için yerleşirse, Müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun (Osmanlı Devleti’nin) yenileşmesi için ilk mesafe alınmış olacaktır…” diyordu. (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turgue, Documents et Memoires, volume-44)
Azınlıklara farklı muamele ya da vergilendirilmede ayrı standartların uygulanması doğru değildi. Ancak bunu düzeltmek için Avrupa devletlerini Osmanlı’nın iç işlerine karışmaya çağırmak, herhalde vatan severlik değildir. Kaldı ki Müslümanlar, o dönem tabi tutuldukları muamele yönünden azınlıklardan çok daha iyi bir durumda değildi. Mustafa Reşit Paşa’nın, azınlıklar “haraç yüzünden isyan etmektedir” söylemi de doğru değildir. Azınlıkların niçin isyan ettiklerini tarih çok acı bir biçimde Reşit Paşa’nın torunlarına, 93 Savaşı ve Balkan Savaşları sonrasında öğretecektir.
Osmanlı’nın çöküş döneminde yabancılara dayanarak iktidarda kalmak başlı başına bir modeldi. “Yeni Osmanlılık” adı altında bugün sürdürülen politika, dünden bugüne çok fazla bir şeyin değişmediğini göstermektedir.