Konuya başlamadan önce hemen belirteyim, Şükrü Alnıaçık kardeşimin “Yedi konuda yedi yorum” başlıklı ve Haberiniz.com sitesinde yayınlanan yazısından dolayı bu konuda yazma ihtiyacını hissettim.
Yazıda Ülkücü hareketin İstanbul’da bir türlü başarılı olamayıp kritik eşiği aşamamasının sebebini birçok kişinin genel başkanımıza yüklemeye kalkışmalarını yanlış olduğu ve Ülkücü hareketin esas meselesinin İstanbul’da başarılı olamaması ve bu yüzden Türkiye genelinde de belirli bir noktadan ileriye gidememesi sonucunu doğurduğu anlatılmaktaydı.
Bu tespitler genelde çok doğru tespitlerdir ama bence İstanbul ile de sınırlamamak gerekmektedir.
Aşağıda bu konunun detaylarına da gireceğim.
Önce biraz kendimden bahsedeyim;
Ben aslen Bursalıyım ama ömrümün 25 yılı İstanbul’da geçti, çocukluğumu ve gençliğimi İstanbul’da yaşadım, yani, kısaca İstanbul’da gözüm açıldı da diyebilirim.
70 li yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenciydim, o zamanın ülkücülerindenim, İstanbul’da o yıllarda verilen mücadelenin de içindeydim.
İstanbul Ülkü Ocaklarında ve MHP teşkilatlarında da en alt kademelerden yöneticilik kademelerine kadar görev yaptım.
Şimdi hatırlayalım, o yıllarda biz İstanbul için ne derdik?
—- Bu şehirde Bizans ruhu hala yaşamaktadır.
Bu tespitte “tamamen olmasa da” doğruluk payı yüksektir, İstanbul çok dilli, çok milletli ve çok dinli bir İmparatorluğun başkenti olduğu için bu şehir kozmopolit bir yapıdadır.
Yüz yıl önce de bu böyleydi bugün’de “çok değişmiş olmasına rağmen” o kozmopolit yapılanmanın etkisinden pek de kurtulmuş değildir.
Bu şehir aynı zamanda da Türk Kültür hayatının başkentidir.
Yani Türkiye’nin kültür başkentidir.
Türkiye’nin her yerine yayın yapan TV’ ler, gazeteler, radyolar, dergiler İstanbul’dadır.
Bütün yayınevleri İstanbul’dadır, yazarların ekseriyeti de İstanbul’dadır tabii.
Ayrıca İmparatorluk başkenti olması dolayısıyla tarihi eserlerin çoğu da İstanbul’dadır ve tabii Türk kültürünün geçmişi olan ve binlerce cilt kitabı barındıran Kütüphaneler de buradadır.
Bunların en büyük örneği yüz binlerce cilt "çoğu el yazması olan” kitabı barındıran “Beyazıt Kütüphanesidir”
Ama İstanbul sadece bunlardan ibaret değildir, bu parıltılı görünüşün ardında İstanbul’un bir de arka yüzü vardır.
Uyuşturucu kullanımından ve ticaretinden fuhuş ve haraç mafyalarına kadar her türlü yozluk da buradadır.
İyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış bu şehirde yan yanadır.
Aslında hayat da böyle değil midir?
Evet aynen böyledir, insan hayatında asıl olan da kötülerin arasında iyiyi, yanlışların arasından doğruyu seçmek değil midir?
İnsanların da milletlerin de ideolojilerin de başarılarının ölçü kriteri de bu değil midir?
Şimdi 70 li yıllara geri dönelim;
Ben 1969 ile 1976 arasında İstanbul Üniversitesi öğrencisiydim. Dolayısıyla 12 Mart 1971 muhtırasını ve 70 li yılların “siyasi kan davasına” dönüşen kaos ortamını bire bir yaşadım, tabii yaşadıklarımın içinde 12 Eylül ortamı da vardı.
Bizim kuşak ülkücüleri “bilhassa İstanbul ülkücüleri” tabii azınlıkta olmanın da etkisiyle çok büyük mücadeleler verdiler.
Bence o mücadeleler destansı mücadelelerdi.
Hemen belirteyim, kendisiyle barışık bir kişilik yapısına sahibim ve kavga etmesini hiç mi hiç sevmem.
Ama o dönem yaşadıklarımız bizi birbirimize kenetledi inatla sabırla ve inançla mücadele verdik, benim gibi “o dönemin haricinde kavga bile etmemiş olanlarımız bile” militanlaştık.
Bizi birbirimize bağlayan uğradığımız baskılar ve tabii “o baskılara boyun eğmeyen” idealist karakterimizdi.
Bu mücadelede bizi aynı zamanda acımasızlaştırdı da.
Kendi şehitlerimizin haricinde ölen kimseye acımıyorduk.
Yani kinimiz ve hissiyatımız bizi yönetiyor aklımız ise 2. veya 3. plana düşüyordu.
35 yıl sonra bugünkü düşüncemle o günlere bakınca o kinin ve nefretin bizi birbirimize bağlaması olmasaydı, bizi İstanbul’dan silip atacaklarını ve tarih sahnesinden silineceğimizi de görüyorum.
1969-70 öğretim döneminde bulunduğum fakültede sayıca çok azınlıktaydık ve sayımız bir elin parmaklarından fazla iki elin parmaklarından da azdı.
Bugün kahraman devrimciler !!! ilan edilenler o yıl bizi okulumuza sokmadılar.
Okuluna giremeyenler sadece biz değildik, başka fakültelerde okuyan ülküdaşlarımız da okullarına alınmamaktaydılar.
Biz asla mücadeleden yılmadık, üç iken beş, beş iken on on iken yüz, yüz kişiden beş yüz kişilere, binlerce kişilere ulaştık.
Bizler “en iyi savunmanın hücum olduğuna inanan” bir savunma grubuyduk, zamanla mücadele etmesini de öğrendik ve bize yapılan zulmü zamanla zalimlerin kafasına da geçirmesini bildik.
Ama her zaman İstanbul’da azınlık olmaktan öteye gidemedik ve bu konuda bir tespitim daha olacak, solculuğun moda gibi algılandığı günlerde hiçbir zaman ülkücülük moda olmadı.
İstanbul’da en büyük mücadele 78 – 80 yılları arasındaki iki yılda verildi.
Kaderin cilvesi o ki ben o yıllarda askerliğimi yapmaktaydım ve İstanbul’da değildim, şayet İstanbul’da olsaydım öldürülmem veya yaralanmam veya hapse girmem olmayacak bir şey değildi.
İstanbul’da o dönemde en büyük mücadele okullardan daha fazla olarak İstanbul’un semtlerinde yaşandı.
Yüzde doksanına komünistlerin hakim olduğu o koca şehirde küçük küçük mahallelere sıkıştırıldık, ama hiçbir surette mücadeleden yılmadık, direnişten vazgeçmedik.
İşte İstanbul ülkücüsünü “Anadolu’nun diğer yörelerindeki ülkücülerine göre” keskinleştiren bu “köşeye sıkıştırılmışlık duygusuydu.
Bir kediyi bile köşeye sıkıştırdığınız zaman üzerinize atlayıp pençesini atmaz mı işte biz aynen öyleydik.
Bir şey daha var ki nedense bu İstanbul’un bizi sevmediğini düşünüyor ve tabii bunun sonucu olarak biz de İstanbul’u Bizans olarak görüyorduk.
Ben aradan 40 yıl geçtikten sonra bu görüşün “tamamen olmasa da kısmen” doğru olduğunu düşünüyorum.
Peki, bu İstanbul halkı bizi neden sevmedi?
Bunun ilk sebebini yukarıda yazdım;
Kozmopolit bir sosyolojik yapıya sahip olan bu şehrin insanlarının Türkçü ve milliyetçi yapılanmaya “pek de sıcak bakmamasının” normal bir durum olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca o yıllarda solcu olmak modaydı birinci sebep buydu,ülkücülük hiç moda olmadı.,biz sol ile mücadele ettikçe onlara sempati duyan halkın bizi sevmesi pek mümkün değildi.
Aslında bizim de kendimizi sevdirmek için pek fazla bir şey yaptığımızı söylemek de mümkün değildi tabii. Bunda şüphesiz bizim tavizsiz ve idealist yapımızdan dolayı “insanlar bizi kabul edeceklerse böyle kabul etsinler” düşüncemizin de etkisi olmakla beraber, kendimizi anlatamamak gibi bir yanımızın olduğu da meselenin bir başka yanıdır.
Üçüncüsü bizi basın da sevmezdi, burada basından bahsederken gazete patronundan köşe yazarlarına kadar hepsini kastediyorum, kendimizi yeterince anlatamamamızda onların da etkisi vardı.
Bırakın bizi anlamaya çalışmalarını karşılarına alıp dinlemezlerdi bile.
Tabii biz de mukabil olarak onları sevmedik biz de basını köşe yazarlarının çoğunun solcu olduğu beynelmilel mason örgütlerinin sesi olarak görmekteydik.
Bu konuda pek de haksız sayılmazdık.
O yılların İstanbul’unda neredeyse her semtte sokaklarda sol kitaplar işportalarda satılırdı bizim aynı şeyi yapmamız pek de mümkün olmazdı zira hemen saldırıya uğrardık.
Zamanla biz de sayıca az da olsa hakim olduğumuz semtlerde kitaplarımızı ve dergilerimizi satmaya başladık.
Şunu hemen belirteyim bunları yaparken her zaman kellelerimiz koltuklarımızdaydı, her an vurulup düşmek ihtimali vardı.
Teşkilatımızın afişlerini yapıştırmak da ayrı bir cesaret işiydi tabii. Sitemkâr Başboğa adlı ülküdaşımız duvara astığı MHP afişinin önünde katledildi.
Biz yüzlerce ülküdaşını sırtında taşıyıp toprağın kara bağrına veren bir nesiliz.
Ama bu ortamda bile okuduk okumayı asla ihmal etmedik.
Ayrıca parti ve ocak teşkilatlarımızı okula dönüştürüp binlerce ülkücüyü eğitimden geçirdik.
Bugün teşkilatımızın acilen halledilmesi gereken en büyük eksikliği bu ideolojik eğitimsizliktir.
Yanılmıyorsam 1975 veya 1974 yılıydı;
O zamanın Şişli teşkilatında çalışan iki ülküdaşımız kafa kafaya verdiler ve teşkilatın bir odasını “Türk milliyetçiliği okulu” haline getirdiler, bunu yaparken de kimseden emir beklemediler.
O iki kişinin biri Metin Öney idi diğeri halen devlet hizmetinde olduğu için ismini yazmayacağım.
Önce haftalık başlayan seminerler daha sonra üç güne daha da sonra “gruplara ayrılarak” her güne çıkartıldı.
Ben o yıl Adalar teşkilatının 2. başkanıydım aynı uygulamayı ben de yaptım.
Tabii bütün ilçelerimizde de bu uygulama oldu.
Bunları yaparken kimseden emir de beklemedik, zaten emirle hareket edilen yapılanmaların hantal yapılanmalar olduğuna ve ülkücü hareketin ise asla hantal olmadığına inanıyorum. Bizim İstanbul’da ayakta durmamızı sağlayan asıl faktörün bu “emir beklemeden hareket edebilen” yapılanmamız olduğunu da düşünüyorum.
Aynı uygulamalar sonra bütün Türkiye’ye yayıldı ve “Eğitimciler grubu" Şişli uygulamasından bir veya bir buçuk yıl sonra hayata geçti.
Dikkatinizi çekerim, bütün bunlar sokaklarda mücadele verilen o kaos ortamının içinde yapılmaktaydı.
Şimdi her şeyi MHP’nin genel merkezinden veya Genel Başkanından bekleyen ve Devlet Bey’e yüklenmek için hiç bir fırsatı kaçırmayanları gördükçe o günleri hatırlıyorum.
Beyler bir şeyler yapmaya çalıştınız da önünüzü mü kestiler, size engel mi oldular elinizden tutan mı vardı?
Biraz da bugünün İstanbul’undan bahsedelim;
Benim Üniversitesinde okuduğum İstanbul’un 2.750.000 nüfusu vardı, o zamanın Bursa’sında ise 250.000 kişi otururdu.
Köylerden şehre göç o yıllarda başlamıştı ama bu kadar hızlı değildi. Kültürel yozlaşma daha başlamamıştı gecekondu kültürü de denen ve köy kökenli olup da şehirlileşemeyen toplum yapısı pek fazla etkili değildi..
O yıllarda İstanbul beyefendilerinin sayısı hiç de az değildi ve magandalık veya zontalık denen yozlaşma da pek etkili değildi, ayrıca mafya düzeni de bu kadar etkili değildi.
Şimdi ise durum çok daha farklıdır.
Bugünün İstanbul’u 15 milyon nüfuslu dev bir metropoldür, ama şehirli kültürü yerini rant ekonomisine ve avanta bölüşme düzenine bırakmıştır, yani İstanbul’a göç edenlerin “neredeyse tamamı” göçlerinin üzerinden nice yıllar geçtiği halde hala şehirlileşememiş ve o “şehirli kültürüne” uyum sağlayamamıştır.
Bu 15 milyonluk şehrin düzeninin kaymağını da en üst ve en alt tabakalardakiler yemektedirler.
Şimdi hemen soracaksınız, üst tabakalardakileri anladık da alt tabakalardaki insanlar nasıl olup da bu düzenin kaymağını yemektedirler?
Şöyle oluyor;
Köyünden gelen vatandaş hazine arazisine gecekondusunu yapıyor, sonra devlet oraya elektriğini, suyunu, telefonunu bağlıyor, arkadan Karadenizli müteahhit geliyor ve o gecekondu apartman dairelerine dönüşüyor, işte alt tabakanın kaymağı bu,
Üst tabaka gelince onlar zaten beyaz Türklerdir ve zaten zengindirler.
Siyaset mekanizmasının üst tabakası ile alt tabakasının işbirliği de burada başlamaktadır.
Üst yöneticilerin zaten bellidir ama partilerin alt tabakalarını ise yukarda anlattığım rantiyeler teşkil etmektedir.
O şehrin yerlilerine gelince, onlar da “hepsi eski eser olan evlerine” anıtlar kurulu kararı ile çivi bile çakamamakta ve düzen tarafından cezalandırılmakta ve itilmektedir.
Bu siyaset mekanizmamızın en büyük saadet zinciridir ve benim bildiğim en az 40 senedir de bu düzen devam etmektedir.
Partilerin alt kademeleri bu üst düzeyleri seçmekte ve bu düzen de saadet zincirinin devamını sağlamaktadır.
Bu düzen Türk siyasetinin genel bir meseledir ve bu çarkın Türkiye’yi iyiye götürmesi de, değişmesi de pek mümkün görünmemektedir.
Türkiye’de ve tabii ki “onun kültür başkenti olan” İstanbul’da da 70 li yılların insan profili arasında da farklar vardır.
70 li yılların İstanbul’u bu günün İstanbul’u kadar imar edilmiş değildi belki ama medeniyet yönünden bugünün İstanbul’undan çok daha ileriydi. Yani aradan geçen kırk yılda köylü toplumundan şehirli topluma dönüşen Türk milletinin şehirliliğinin sadece görüntüde olduğunu ve aynı ölçüde medeni davranışlarda ileri gidemediğini anlatmaya çalışıyorum.
Bundan 40 yıl öncesinin 2.750.000 nüfuslu İstanbul’unda da yağan yağmurların suyunu toplayacak kanalizasyon sistemleri yoktu, bugünün 15 milyonluk İstanbul’unda da yok, zaten olmadığı için bir yaz yağmurunda bile 35 kişi şehrin sokaklarında boğulup ölmektedir.
Yani sadece görünüşte imar edilen “aslında makyajlanan şehir” ne kadar görünüşte medeni ise o şehrin içinde yaşayan insanlar da o kadar medenidir.
Aradan geçen kırk yıldan sonra geriye gidenin sadece Türk İnsanının profili olmadığını “o insanlardan birileri olduğumuz için" Ülkücü profilinin de değiştiğini düşünüyorum.
Tabii bu değişikliğin de müspet yönde olması mümkün değildir sonuçta çorbanızda ne varsa kaşığınızda da o olacaktır.
Bugün 70’li yılların o cevval ülkücüleri gibi idealist ve fedakar ülkücülerin “her şeye rağmen” var olduğuna ama ülkücü sayısına nispetle pek de fazla olmadıklarına inanıyorum.
Bunu yıllardır yazı yazdığım ülkücü forumlarda bizzat gördüm ve yaşadım.
Benim yukarıda söylediklerimi o forumların birinin yöneticisi olan bir ülküdaşımız “ağabey bu günün ülkücüleri hala sizin neslinizin mirasını yemekte” diye ifade etmişti ve bence o da haklıydı.
Ama kırk yıl önce de İstanbul’da başarılı değildik, bugün de değiliz.
Ben o kırk yılın tamamını yaşadım, gördüm ve hayat tecrübelerimin arasına koydum, burada yazdıklarımı tamamı o tecrübenin ürünüdür.
Ama halen dahi idealist yapımızın devam ettiğine inanıyorum.
Biz idealist insanlarız, bir ölçüde de mükemmeliyetçi bile sayılabiliriz.
İşte onun için fikirlerimizden ve düşüncelerimizden taviz vermeye pek yanaşmayız.
Bizim için asıl olan fikirlerimizin ve düşüncelerimizin net ve tavizsiz olarak uygulanmasıdır. Bunun için bizim kendimizi anlatmamızı ve halkın bizi olduğumuz gibi kabul etmesini bekleriz.
Biz kırılırız parçalanırız ama asla bükülmeyiz, eğilip bükülmeyi ve boyun eğmeyi de asla kabul etmeyiz.
Fakat Türk milleti bu düşüncede değildir.
Maalesef bizim milletimizin 21. yüzyıldaki halinde oportünistlik, nemelazımcılık ve vurdumduymazlık egemendir.
Bizim insanımız “kendisini sokmayan yılanın bin yıl yaşamasını diler”, ayrıca bizim “gemisini kurtaran kaptan”, ”at binenin kılıç kuşananın” gibi veciz !!! sözlerimiz de vardır.
İşte size nemelazımcılığın ve vurdumduymazlığın delilleri.
Çok açık değil mi?
Yani burada insanımızın tehlikeyi görmeden inanmayan ve tehlike kendisine dayanmadan uyanmayan bencil ve ferdiyetçi bir yapısının olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca bu insan tipi okumamakta, araştırmamakta kendisini de yöneticilerini de sorgulamamaktadır.
Yanlış anlaşılmasın burada milletimizi yermek veya hor görmek gibi bir amacım yoktur, yaptığım sadece bir durum tespitinden ibarettir.
Türkiye’yi yıllardır yönetenler de bu cahil yapılanmanın devamından siyasi rant elde etmekte ve onların oylarını almaktadırlar.
Çünkü cahil “ve bir anlamda kitle sürü haline getirilmiş” insanları yönetmek akıllı ve ne istediğini bilen insanları yönetmekten çok daha kolaydır.
Bir araştırmada okumuştum;
Geçen seçimlerde oy veren 43 milyon insanın 30 milyonunun haber seyretmediğini ve gazete okumadığını anlatmaktaydı o araştırma. Ben kendi payıma o 43 milyon kişinin 35 milyonunun ömründe “ders kitaplarının dışında" tek bir kitap bile okumadığına inanıyorum.
İşte resim budur.
1965 seçimlerinde AP ‘yi seçen de, 1983 seçimlerinde ANAP’a yüzde 45 oy veren de,2011 seçimlerinde AKP’ye yüzde 50 oy veren de aynı kitledir.
Ayrıca Bir ülkede idealist insanların oranının da hiçbir zaman yüzde 10’u geçmediğini de yaşadığım bunca yılda bizzat gördüm.
O yüzde 10 oranın yüzde 6-7 civarındakileri bizleriz, diğerleri de sol aydınlardır.
Bu açıdan bakıldığına MHP’nin aldığı oyu başarıdır.
Çünkü bizim gerçek sayımız “o ocaklarda yetiştirerek eğittiğimiz” yüzde altı veya yedi oranındaki orandır.
Hatta daha da ileri gideyim;
2011 seçimlerinde bizi baraj altı bırakarak tarih sahnesinden silmek amacını taşıyan röntgen komplolarına ve alçak tezgahlara rağmen aldığımız oyun da başarı olduğuna inanıyorum.
Şimdi bu soruyu sormanın zamanıdır;
Bu millet bundan 35-40 yıl önce de böyle miydi?
Konuyu İstanbul ölçeğinden değerlendirdiğiniz zaman İstanbul halkının bundan 35 yıl öncesinde bugünden daha medeni olduğu sonucuna hemen varabiliriz. Millet açısından baktığımız zaman ise durum şöyledir;
Türk milleti bundan 35 yıl önce biraz daha iyi idi diyebiliriz, bunu şu sebepten söylüyorum, bilgisizlik ve adam sendecilik yine vardı ama bu kadar duyarsızlık ve ilgisizlik yoktu en azından.
Bazen TV’lerde hepimiz görüyoruz, vatandaş yolun ortasında can çekişirken kenarda seyirci gibi bakıp seyredenler ve hatta “bir TV ye görüntüleri satarım düşüncesiyle” yatan kişinin görüntüsünü çekenler yok mudur?
İnsanlık bu kadar mı yok olmuştur.
Evet yok olmuş ve hatta bilerek yok edilmiştir.
Yani insanları kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme operasyonlarının sonunda geldiğimiz yer aynen burasıdır.
Bu operasyonların neler olduğunu hepiniz biliyorsunuz ve o programları her gün tv lerde görmektesiniz.
Milletin sofra adabına ve yamak kültürüne hakaret edilen ve kavga çıkarmaya yönelik yemek programları.
Gelin kaynana kavgası çıkartmaya yönelik programlar.
Sözde evlendirme programları.
Ve tabii insanları tv bağımlısı yapan diziler.
Yukarda yazdığım programların ortak noktası kavga çıkartmaya yönelik olmaları ve tek merkezden maniple edilmeleridir
Yani insanlar cambazlara bakarken cepleri ve beyinleri boşaltılmaktadır.
21. yüzyılda olan aynen budur..
Tabii beyinleri boşaltılan "veya gereksiz şeyler ile abur cubur doldurulan” inanlar millet olmaktan çıkmakta ve yığın “yani sürü” haline dönüşmektedir.
Bilindiği gibi sürüleri yönetmek de şuurlu insanları yönetmekten son derece kolay olduğu için bu iş yönetenlerin işine gelmektedir.
Bir nevi “al gülüm ver gülüm” vaziyetidir burada olan.
Maalesef bu kimliksileştirme ve kişiliksizleştirmeden ister istemez bizler de nasibimizi almaktayız.
Maalesef bizler de tıpkı “ol mahiler ki derya içre deryayı bilmezler” örneğinde olduğu gibi bazen oynanan oyunun etkisiyle oyunun kurucularının istedikleri davranışları sergilemekteyiz.
Ben ülkücü forum sitelerinde bunu bizzat yaşadım ve ülkücülerin birbirleri ile çakıştığı hiçbir yerde de durmadım, bundan sonra da böyle yapmaya devam edeceğim.
Konunun başlığı "Ülkücü hareket ve İstanbul” olmasına rağmen ben sadece İstanbul’u anlatmakla yetinmedim Türkiye den ve Türk toplumundan da örnekler verdim. Zira biliyorum ki Türkiye’nin kültür başkenti olan İstanbul’u anlamak için önce Türkiye’yi ve Türk insanının anlaşılması gerekmektedir yani “İstanbul Türkiye’dir Türkiye de İstanbul”
Sonuç olarak Ülkücü hareketin İstanbul’daki başarısızlığının Türkiye genelindeki başarısızlık üzerinde son derece etkili olduğunu görmekle beraber Türkiye’nin ve tabii Türk insanının vurdumduymaz ve nemelazımcı tavrının da bu başarısızlıkta etkili olduğunu ve idealist bir hareket olan ülkücü hareketin zaten oy tabanının da pek fazla olamayacağını da bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Ülkücü hareket “sadece oy kaygısıyla” ülkücülüğünden tavizler vermeye başladığında da ilk tepkinin içimizden geleceğini de hepimiz biliyoruz, oylarımızın pek de fazlalaşmamasının sebepleri arasında bunun da zikredilmesi gerekmektedir.
Bundan sonraki bölümde de “ne yapmak gerek” sorusuna cevabını arayacağım, bu cevap şimdilik sadece İstanbul ile sınırlı olacak, bu konuda Türkiye ölçeğinde de düşüncelerim var o konuda forum sayfalarında yazdıklarımı paylaşacak ve hatta yenilerini de yazacağım.
Evet, nasıl yapsak da İstanbul’da ülkücü hareketin başarısını sağlasak?
Önce bu konuda İstanbul’un içerisinde bulunan ve 70 li yıllarda imtihanını başarı ile verenlerden bir aksakallılar kurulu oluşturulmalıdır.
Bu aksakallılar tarafında eski ve yeni ülkücüler arasında anlayış birliği sağlanarak herkesin üzerinde ittifak edeceği eski ülkücülerden biri il başkanı yapılmalı ve eskiler ve yeniler birlikte o kişinin yönetimini oluşturmalıdır.
Aksakallılar teşkilatta danışman görevi yapmalı ama son söz başkanın olmalıdır.
Ayrıca ülkü ocakları Türkiye ölçeğinde yeniden teşkilatlandırılmalı ve sadece üniversite gençliğine hitap etmelidir.
Liseli gençliğe ve mahalle gençlerine hitap edebilmek için “Genç Ülkücüler teşkilatı gibi” ayrı bir teşkilat kurulmalıdır.
Ülkü ocaklarının başında üniversite öğrencileri olmalı ve okullarını bitirdikleri zaman yerlerini başka öğrenci ülküdaşlarına devretmelidir.
Yukarıda ocaklar için yazdıklarım aslında Türkiye ölçeğinde yapılması gerekenlerdir ama “pilot bölge olarak” buna İstanbul’dan da başlanabilir, onun için burada yazdım. Bilinmelidir ki bu 12 Eylül öncesi teşkilat modelimizdir.
Ayrıca ocak ve parti teşkilatlarında seminer çalışmaları yapılarak insan yetiştirilmeli ve bu eğitimlerde sadece siyaset değil, tarih, jeopolitik ve strateji de öğretilmelidir.
Bu da 12 Eylül 1980 öncesi programımızdır, bu yapılarak hem çekirdek kadroyu muhafaza ederek geliştirmek hem de siyaset yapmak mümkündür. Ayrıca bu eğitim programı da İstanbul’u açmaktadır ama yine de İstanbul burada pilot bölge olarak model oluşturabilecektir.
Ama her şeye rağmen kitlelerin oylarını almak için siyaset yapsak da “o çekirdek kitlemizi daima geliştirmeliyiz”
Bence başarımız buna bağlıdır.
Mehmet Sayın
1980 öncesi MHP Adalar ilçesi 2. başkanı
(Adalı Mehmet)