Özgür Çelik’e ait bu deneme, bir hastane odasında tanık olunan son nefes anından yola çıkarak, birinci nesil Türk göçmenlerinin Almanya’daki gurbet tecrübesini duygusal ve nostaljik bir dille ele almaktadır. Yazar, Sirkeci Garı’ndan başlayan ve “iki yıla döneriz” hayaliyle yola çıkılan ancak altmış yılı aşan bir hasrete dönüşen bu yolculuğun başlangıcını tasvir eder. Maden evlerinin dar ve kalabalık odalarında yaşanan ilk yıllarda, zorluklara rağmen kurulan yoğun komşuluk ve akrabalık bağlarının samimiyetine vurgu yapılır. Ancak metin, 90’larla birlikte teknolojinin yayılmasıyla bu sıcak ilişkilerin koptuğunu ve bir zamanlar “biz” olan o kalabalığın, cenazelerde bir araya gelen tanımadığı bireylere dönüştüğünü vurgular. Her tabutun sılaya dönüşünün, sadece bir ömrün ağırlığını taşımakla kalmayıp, gurbetin asıl yükünün insanları birbirinden sessizce ayırarak içten içe erittiği gerçeğini ortaya koyar.
Hastane odasına adım attığımızda, içimde bir yerin çöktüğünü hissettim. Bir insanın son nefesini duymak, ömrün nasıl da kırılgan bir şey olduğunu yüzüne çarpar ya… Öyle bir an.
O nefes durduğu anda, aklımın bütün kapıları birden açıldı. Bir anda maden evlerinin dar odaları, kömür izine bulanmış duvarları, iki buçuk odanın içini dolduran kalabalık gülüşler ve gizli ağlayışlar geldi gözümün önüne. Üst üste oturduğumuz, üst üste nefes aldığımız, üst üste yaşadığımız o günlere geri düştüm.
Şimdi yine bir tabut hazırlanıyor gurbette. Yine bir uçak, kargosunda bir ömrün ağırlığını taşıyarak sılaya doğru uçacak. Ve biliyorum: Her gidenle birlikte bizden bir şey daha eksiliyor. Belki fark etmiyoruz ama gurbet bunu çok iyi biliyor.
Sirkeci Garı’ndan başlayan yolculuk geliyor gözümün önüne. Bir elinde karton valiz, diğerinde yoldan çok hayal taşıyan insanlar… O trene binen birinci nesil aslında memleketten çıkmamıştı; sadece hayatlarının geri kalanını, çocuklarını, torunlarını bile bu yolculuğun içine koymuşlardı. Valizlerinde iki kat çamaşır, bir dua kitabı, analarının “gurbet seni korkutmasın” diye arasına sakladığı kurumuş bir gül yaprağı… Ceplerinde ise mahcubiyetle karışık bir haysiyet duygusu.
Dil yoktu, yol yoktu… Ama çalışmak vardı. Azim vardı. Helal lokma kazanma çabası vardı. Ve akıllarının bir köşesinde aynı cümle: “İki yıla döneriz.”
Dönemediler.
O iki yılın üzerine altmış küsür yıllık bir gurbet kuruldu.

Onlar Almanya’yı sadece çalışarak kalkındırmadı; Türkiye’nin köylerine, kasabalarına, şehirlerine umut taşıdı. Kendilerini bir milletin yüzü, bir dinin vakarı, bir memleketin onurlu evladı gibi gördüler. O yükü biz çocukken bile anlayamazdık; biz sadece oynardık.
Ama en çok da o evlerdeki sohbetler yer etti içimde. Babalar işten döner, gözlerinde sürme çekilmiş gibi parıldayan bir yorgunluk… Kimse kimseyi gerçekten seviyor muydu bilmiyorum ama herkes birbirini severdi. Çünkü gurbette insan, sevmeyi bilmeden bile sevme mecburiyetindeydi.
VHS kasetler titrek görüntülerle dönerdi. Babalarımız o filmleri bizim için değil, memleket kokusunu duymak için izlerdi aslında. Bunu büyüyünce anladık.
Maden evlerinin iki buçuk odasında herkes birbirinin her şeyiydi. Komşu, kardeş, akraba, sırdaş, yoldaş… Darlık çoktu ama darlığın içinde geniş bir samimiyet vardı.
Sonra zaman, acımasız bir ustura gibi kesti bağlarımızı. 90’larla birlikte antenler evlerin çatısına çıktı, televizyon kanalları çoğaldı, odalar sessizleşti. Akrabalık bağları birer birer telefon rehberindeki isimlere dönüşüp silindi.
Eskiden ayda iki kez toplandığımız aileler, artık yılda bir kez cenazelerde bir araya gelir oldu. İnsanın içine acı bir gerçek çörekleniyor: Tanımadığımız bir kalabalığa dönüşmüşüz.
Bu dünya onları hep misafir etti, hiçbir zaman tam kabul etmedi. Onlarsa iki memleketi birden sevdiler: Birini özlediler, diğerine mecbur kaldılar.
Şimdi o tabut hazırlanırken içimde bir ses yankılanıyor ama çocuklara, torunlara söyleyemiyorum: “Gurbet, evlat… Gurbet bizi fark ettirmeden, sessizce, derinden eritti. Birbirimizden aldı. Biz, biz olmaktan çıkana kadar içimizi lime lime etti.”
Sirkeci’den başlayan yol, bir neslin omuzlarına taşıyamayacağı bir yük koydu. Ama her gidenle birlikte gurbet biraz daha karardı, biraz daha yalnızlaştı.
Bugün sılaya bir tabut daha gidiyor. Giderken arkasında sadece bir ömür değil; bizim çocukluğumuzun sıcaklığını, aile olmanın kaybolmuş tadını, birlikte yaşanan o güzel kalabalığın sesini de götürüyor.
Ve geriye biz kalıyoruz… Fısıltı halinde bir cümleyle:
“Gurbet bizden çok şey aldı. Ama en çok da birbirimizi aldı.”