Makale, yazarın bir kaza sonrası yaşadığı istirahat döneminde Hans Magnus Enzensberger’in “Radikal Kaybeden Üzerine Deneme” başlıklı eserini yeniden okumasıyla tetiklenen derin bir sosyo-psikolojik analizi sunmaktadır. Metin, günümüz dünyasında korkunun artık sirenler yerine ekranların ışığından yayıldığını ve terörün süreklileşmiş bir tedirginlik hâline geldiğini öne sürer. Bu atmosferde, modern toplumun sadece kazanmayı yücelttiği için yarattığı “radikal kaybeden” figürü merkeze alınır; bu figür, sesini duyuramamış, dışlanmış ve biriken öfkeyi radikalleşmeye dönüştüren kişiyi temsil eder. Yazar, bu radikalleşmenin kaynağını medeniyetler çatışması yerine, bireyin değersizleştirilme duygusu ile değerli olduğu fikri arasındaki iç çatışmaya bağlar. Sonuç olarak metin, asıl sorunun “onlarla nasıl savaşırız” değil, “onları neden üretmeye devam ediyoruz” olması gerektiğini vurgulayarak, çözümün yalnızca güvenlik önlemlerinde değil, eğitim, adalet ve bireye değer verme gibi toplumsal araçlarda yattığını savunur.
…Bu ara uzun aralar veriyorum, verebilirim; sağ omuzumdaki bütün tendonlarım yırtıldı. Ameliyat ve uzun bir istirahat ve Kitap okuma dönemi – Yatarken, düşünürken, kendi kırılganlığıma bakarken, yıllar önce okuduğum Hans Magnus Enzensberger – Versuch über den radikalen Verlierer’i (Radikal kaybeden üzerine deneme) elime aldım. Türkçeye çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum…
Günümüz dünyasında korku artık sirenlerin, barikatların ve dumanların içinden değil; ekranlarımızın ışığından, telefonlarımızın titreşiminden, hiç susmayan bir uyarı hâlinden konuşur. Tehlike, eskisi gibi “orada” değil; hem her yerde hem de hiçbir yerdeymiş gibi hissedilir. Tren istasyonlarında, havaalanlarında, kalabalık meydanlarda değil yalnızca; insanların zihinlerinde, ilişkilerinde, kendi kendileriyle kurdukları bağda gizlenir. Terör, görünür bir düşman olmaktan çok, süreklileşmiş bir tedirginlik, normalize edilmiş bir olağanüstü hâl biçimine dönüşür.
Bu atmosferin içinde Hans Magnus Enzensberger’in “radikal kaybeden” figürü belirer: Kaybetmiş, geri itilmiş, sesi duyulmamış ve artık dünyaya karşı bir öfke biriktiren insan. Ancak bu figür, münferit bir psikolojik vakadan çok daha fazlasıdır. O, çağın ve uygarlığın ruhundaki kırılmanın bir belirtisidir. Çünkü modern dünya, insanlara sadece kazanmayı, öne geçmeyi, görünür olmayı öğretir; kaybetmeyi değil. Kaybedene yer ayırmayan bir düzen, kaçınılmaz olarak öfkeyi de, kırılmayı da radikalleşmeyi de üretir.
Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezi, dünyayı büyük kültürel bloklar arasındaki gerilim üzerinden okumayı önerir. Ancak bugün bu çatışmanın yalnızca devletler, dinler ya da coğrafyalar arasında değil; bireyin içinde, kimliğinde ve benliğinde yaşandığını görmek gerekir. Enzensberger’in radikal kaybedeni, işte bu çatışmanın insan ruhundaki izdüşümüdür. O, başka bir medeniyetin askeri değil; kendisini dışlayan, tanımayan, görünmez kılan dünyanın isyankâr çocuğudur.

Göç, yoksulluk, eşitsizlik, kültürel bölünme ve hızın kutsallaştırıldığı bir çağda, milyonlarca insan iki dünya arasında sıkışır. Ne tamamen ait olabilir ne de bütünüyle kopabilir. Özellikle Türkiye gibi Doğu ile Batı, gelenek ile modernlik, inanç ile sekülerlik arasında salınan toplumlarda bu gerilim daha çarpıcı hâle gelir. Genç bir birey, kendisinden hem çağın hızına ayak uydurması hem de geleneksel kalıplara sadık kalması beklenen ikili bir baskı altında büyür. Bu baskı, zamanla derin bir boşluğa, anlam kaybına ve görünmez bir yalnızlığa dönüşür.
Radikal kaybeden, işte bu boşluğun içinden doğar. O, ideolojiden önce bir ruh hâlidir: İncinmiş, değersizleştirilmiş ve artık geriye dönmenin mümkün olmadığına inanmış bir ruh. Kimi zaman kendini dine, kimi zaman aşırı ideolojie, kimi zaman şiddete, kimi zaman da kendi yok oluşuna yöneltir. Ama neye yönelirse yönelsin, aslında istediği tek şey görülmek, tanınmak ve var olduğunun kabul edilmesidir.
Bu yüzden mesele yalnızca güvenlik, polis, gözetim ya da askeri önlemler meselesi değildir. Hiçbir duvar, hiçbir kamera, hiçbir yasa; insanın içinde büyüyen boşluğu tek başına dolduramaz. Asıl çatışma, medeniyetler arasında değil; insanın değerli olduğu fikri ile, ona yaşatılan değersizlik arasında yaşanır. Başarıyı tek ölçüt, rekabeti tek anlam hâline getiren bir uygarlık, her zaman kaybedenler üretecektir. Ve bu kaybedenlerin bir kısmı, er ya da geç radikalleşecektir.
Bu noktada asıl soru “onlara karşı nasıl savaşırız?” değil, “onları neden üretmeye devam ediyoruz?” olmalıdır. Eğitim, kültür, sanat, adalet ve eşitlik yalnızca soyut kavramlar değil, bu döngüyü kırabilecek gerçek araçlardır. Bir insan, kendini bir yere ait hissettiğinde; dinlendiğinde, anlaşıldığında ve değer gördüğünde, yıkmak yerine inşa etmeyi seçer.
Radikal kaybeden, bu anlamda yalnızca bir tehdit değil, bir uyarıdır. Medeniyetin nerede çatladığını, nerede insanı unuttuğunu gösteren acı bir işarettir. Onu görmezden gelmek, aynayı kırmaktır; ama onu anlamaya çalışmak, belki de yeni bir uygarlık fikrinin ilk adımıdır. Çünkü gerçek barış, sınır kapılarında değil; insanın içinde, toplumun vicdanında ve birlikte yaşama iradesinde başlar.

