Özcan Pehlivanoğlu’nun “30 Ağustos’ta Türk Olmak” başlıklı metni, Türk milletinin tarihi yürüyüşünü ve Anadolu’daki askeri başarılarını vurgulayarak başlıyor. Yazar, Alparslan’dan Mustafa Kemal Atatürk’e kadar uzanan zaferleri içeren 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlarken, şehit ve gazilere duyduğu derin minneti dile getiriyor. Ancak, metnin ilerleyen bölümlerinde modern Türkiye’de “Türklük” kavramının sorgulanması ve aşağılanması üzerine eleştirel bir bakış açısı sunuluyor. Özellikle 2010 yılındaki Cuma hutbelerinde “Türk” kelimesinin geçmemesi ve Alparslan ile Mustafa Kemal’in anılmaması gibi durumlar, yazar tarafından Türk kimliğinin kasıtlı olarak göz ardı edildiği şeklinde yorumlanıyor. Pehlivanoğlu, Türk milletinden gerçeklerin saklandığını ve ülkenin bölünme tehdidi altında olduğunu ifade ederek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünü ve Türk milletinin vatanseverliğini yeniden vurgulamanın önemini dile getiriyor. Metin, “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışının korunması ve Türk Ordusu’nun zaferlerinin daim olması dileğiyle son buluyor.
Tarihinde batıya doğru yürüyüşünü yüzyıllar öncesinden başlatan Türk Milletinin, Anadolu’ya attığı en büyük askeri ve siyasi adımların yaşandığı günlerin tekrarını bu günlerde yeniden yaşıyoruz.
Her ne kadar gözden, gönülden ve akıldan uzak tutulmaya çalışılsa da Alparslan’ın Malazgirt Ovası’nda bir kez daha açtığı kilidin Mustafa Kemal Atatürk’le daha da sağlamlaştırıldığı ve Türk Ordusunun zaferlerle yoğrulduğu günleri içeren “Zafer Haftası”nı bir kez daha gururla idrak ediyoruz.
Bu sebeple Türk Milletinin ve bağrından çıkardığı Peygamber Ocağı olarak gördüğü şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerinin, 30 Ağustos Zafer Bayramı hepimize kutlu olsun.
Türk Milletini ve Allah’ın nizamını yer yüzüne hâkim kılma davasında, toprağı kanları ile sulamış bulunan bütün şehitlerimizin aziz ruhları önünde bir kez daha saygıyla, minnetle ve şükranla eğiliyor, Müslüman Türk Milletinin bu kahraman evlatlarını binlerce Fatiha ile selamlıyorum.
Yine Allah yolunda, Türk Milleti için çarpışarak gazilik mertebesine ulaşmış yiğit insanlarımızın ebediyete intikal etmiş olanlarına rahmet yaşayanlarına da hayırlı ve bereketli bir ömür diliyorum.
Şahsen Allah’tan sonra kendimi en borçlu hissettiğim varlıklar, şehitlerimiz ve gazilerimizdir.
Anama, babama, dedeme, atalarıma ve çocuklarıma nefes alacak, karın doyuracak bir toprak bulduysam onlar sayesindedir.
Onlara ve mirasçılarına ne yapsam haklarını ödeyemem. İnanıyorum ki; kendisini Türk olarak hisseden her kişi, aynı duygular içerisindedir.
Şehitlerin ve gazilerin, kanları ve canları pahasına bize emanet ettikleri bu vatanda, bugün Türklük sorgulanmakta ve adeta aşağılanmaktadır.
Hatta Türk Milletinin devlet üzerindeki hükümranlığı referandum (şimdi “Öcalan Komisyonu“) ile geçirileceği farz edilen anayasa değişiklikleri ile sonlandırılmak istenmektedir. Demek ki; yaşananlara bakarsak, emaneti korumakta, üzerimize düşeni layıkıyla yerine getirememişiz. Ya da en azından ben getirememişim!
Bu yıl (2010) Zafer Haftası nedeni ile camilerde okunan Cuma hutbesinde bir kez dahi “Türk” sözcüğü geçmedi. Sanki Alparslan ve Mustafa Kemal; Türk ve komutalarında savaşan askerler Türk askerleri değildi!!!
Bu Diyanet İşleri’nde, imamlarımızda, vaizlerimizde ve müezzinlerimizde hiç mi haysiyet kalmadı? Yeri ve zamanı değil ama birçok konu var ki neredeyse beni arkalarında namaza durmaktan alıkoyacaklar. Onun için acilen aynaya bakmalarında fayda görüyorum.
Eskiden vaaz ve hutbelerde “Müslüman Türk”lerin İslamiyet’e yaptıkları hizmetlerden bahsedilir ve Zafer Haftasında Türk Ordusunun komutanları ismen zikredilerek övülürdü. Şimdi bakıyorum da ne Alparslan’ı (onu anıyorlar şimdi ama nedenleri farklı işi Kürtlere bağlıyorlar) ne de Mustafa Kemal’i anan var, ne hatırlayan. Varsa yoksa “bu millet” tantanası. Tarih mi değişti yoksa bu imam, müezzin ve vaiz tayfası mı?

Gözümün önünden camilerde asılı “Ne mutlu Türküm Diyene” ve diğer milli söylemli mahyaların apar topar indirilişi geçiyor ve bu anı hiç unutamıyorum. İnsan ister istemez, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra yurdun dört bir köşesinde müttefik güçlerin işgalinde yaşananları hatırlıyor. Yoksa aynı günlere doğru mu gidiyoruz? Ya da nereye gittiğimizi biliyor muyuz?
Atatürk’ün, Bulgar Ivan Manelof’la 1906 yılında yaptığı konuşmaya bakacak olursak, “Türk Milleti gerçeği görünce arkasından yürür…” diye ifade ettiği düşüncesinin doğru olduğu kadar bugün bunun hayata geçirilmesinde büyük zorluklar içinde olduğumuz tartışılmaz bir hakikattir.
Türk Milleti kendisinden saklanan gerçeği nasıl görecektir? İşin püf noktası budur…
Her türlü yol denenerek Türk Milletinden, başına gelecek olanlar saklanmaktadır. Bunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Biraz tarih bilgisi ve de gündemi takip etmek bizi sonuca götürmektedir. Yeter ki gaflet içinde olmayalım.
30 Ağustos Zafer Bayramı’nda “Türk” sözcüğünün es geçilmesi ve bunun için, camilerin ve din adamlarının da içinde bulunduğu her türlü argümanın kullanılmış olması fikirlerimizin haklılığına delalet eden en büyük göstergelerdir.
Ancak yine de Türk Milletinin içinde yok edilemeyecek ve asli cevher olarak nitelendirilen bir öz vardır ki; bu öz oynanan oyunu yine bozup atacaktır.
Dünyanın neresinde “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışı içinde yaşayan, gönlü ve kalbi Ayyıldızlı bayrak için atan ne kadar kardeşimiz varsa, onlarla hep birlikte nice 30 Ağustoslarda birlikte olmayı diliyor, Asil Türk Milletinin Zafer Bayramı’nı kutluyor, Cenab-ı Allah’tan Türk Ordusuna her daim muzafferiyet niyaz ediyorum.
Hepinize soruyorum; ülkemiz silahlı bir bölücü saldırı(terör) ve iç savaş tehditti altındayken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin büyük bir gösterisi ile 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlasak, yeniden dosta güven düşmana korku salsak, kahramanlık türküleri ile halkımız coşsa, kara toprağın bağrına bizim için düşen şehitleri ansak, “hepimiz Mustafa Kemal’iz”, diye haykırsak fena mı, olurdu? İstemezler değil mi?
Olsun onlar istemesin; biz şerefle, onurla, gururla 2010 (2025) yılında da 30 Ağustos’u kutlayalım ve haykıralım “Her Türk Askerdir”, “Türk Milleti, Ordu Millettir”. Var mı ötesi?