Metin, Mehmet Özkendirci’nin “Sefasız Sefasür Hanım” adlı öyküsünden alıntılar içermektedir ve bir yazarın yeni taşındığı evin yakınındaki bir parkta gözlemlediği ilginç karakterleri anlatmaktadır. Yazar, parkta spor yaparken çevresindeki insanları, özellikle de dikkatini çeken, zayıflamaya çalışan ancak çelişkili davranışlar sergileyen bir kadını ve saçlarını uzatmak için emekliliği bekleyen eski bir albayı betimler. Öykünün dönüm noktası, yazarın kendisine yüksek sesle seslenen ve sonunda ilk nişanlısı Sefasür olduğunu öğrendiği bir kadınla karşılaşmasıdır. Sefasür, babasının tercihiyle evlendiği zengin eşinin servetini kaybetmesi ve ardından yatalak kalan ikinci eşiyle yaşadığı zorluklar nedeniyle mutluluktan uzak bir hayat sürmüştür. Yazar, nişanlısının hayatındaki dramatik değişiklikleri öğrenirken, kendi başarılı hayatını sadece emeklilik ve mutlu bir evlilik olarak anlatmayı tercih etmiş, Sefasür ise yazarın şiir ve yazılarını övmüştür.
Başlığa bakıp ucuz bir espri yaptığımı sanmadan önce lütfen öykümü okuduktan sonra karar verin.
Parklar ve bahçeler yeni yüzler ve olaylar için birçok esin kaynağı veriyor tabi görmek duymak isteyen kişiler için. Yeni taşındığım evin yakınında güçsüzleşen bacak kaslarımı çalıştırmam için bu park büyük nimetti. Genci yaşlısı erkeği kadını parkurda bir iki tur attıktan sonra spor aletlerinin bulunduğu alanda ayaklarını, kolları, karınlarını çalıştırmaya çalışırlardı. Parkurda en çok önceleri çok komik bulduğum sonunda azmine hayran kaldığım boyundan fazla kalça genişliği olan bir kadın ilk görüşte dikkatimi çekmişti. Baştan aşağı karalara bürünmüş öne doğru bazen hızlı hızlı yürüyen bazen de koşmaya çalışan kadının göğüs hizasındaki kolları sağa sola hareket ederken birer köşe yastığı sarılmış kalçaları ritmik olarak sağa sola dönüyordu. Daha başka hangi ilginç tipler yoktu ki bu mekânda. Yüzü kurak topraklar gibi çatlak çatlak olmuş saçlarını varsa bıyıklarını siyahın en koyu tonuna boyatınca otuz yaş gençleştiğini sanan emekli amcalar, avuç içini doldurmaya yetmez kır saçlarıyla topuz ya da atkuyruğu yapan entel sakal ve bıyıklılar. İçlerinde bembeyaz uzun dalgalı saçlı bir bey dikkatimi çekmişti. Ya bir ressam, mimar olmalı ya da pek tanınmamış bir şair, yazar. Bir fırsatını bulup tanışınca tam hayal kırıklığına uğradım. Meğer o kişi emekli albaymış. Yıllardır içinde ukte kalan dalgalı saçlarını uzatmak için emekliliğini beklemiş. Kadınların çoğu işi ciddiye alıp fit bir fiziğe sahip olmak için ter dökerken, bazıları parkurda yürüyüp yürümekte kararsız yanındaki arkadaşıyla sohbet ederken çekirdek çitliyorlar bazı ikindi sonları dondurma yalıyorlardı. Vermeye çalıştıkları kiloları tekrar geri almak için.
İşte böyle bir ortamda parkurda iki tur attıktan sonra petal çevirmek için spor aletine birazda dinlenmek için oturdum. Kafamda yazacağım öyküler için malzemeler biriktirirken gözüm kimseyi görmez kulaklarım yanımda top atılsa duymaz. Böyle kaç zaman geçti bilmiyorum karşımdaki kişi sesini gittikçe yükselterek bana bakıyordu.
– Sacit! Sacit! Sacit!…
Tanımadığım kadın ismimi nerden biliyordu ya da arkamda Sacit diye birisi mi var diye bakınırken sesini bir ton daha arttırdı.
– Ayol dakikalarca sana sesleniyorum. Kulakların duymuyor galiba. Senin adın Sacit değil mi?
– Evet fakat tanıyamadım özür dilerim.
Kadın bu sefer bağırmayı kesmiş hafiften bir kahkaha atarak konuştu.
-Ayol senin gözlerinde bayağı zayıflamış. Bence gözlük numaraların değişmesi lazım, ihmal etme.
– Ben Sefasür… Hani senin ilk nişanlın Sefasür.
Üzerindeki koyu yeşille kahverengi arasında kararsız kalmış eşofman üstünü görünce pekte sefa sürmediği anlaşılıyordu. Babası nikahımıza günler kala benim gibi yeni mezun küçük bir memur yerine demir tüccarının oğlunu tercih etmiş, kızcağızda çok sevdiği babasına hayır diyememiş. Eşi içki, kumar, kadın ne varsa yalan dünyanın nimetlerinden yararlanırken babası aniden ölünce koca servet güneş de kalmış kar gibi erimeye başlamış. Sonunda eve hacizler gelince baba ocağına karnında bir çocukla geri dönmüş. İki sene sonra esnaftan iki çocuklu dul bir adamla evlenmiş. Adam onu kuş sütüyle besliyor bir dediğini iki etmezken felç geçirip sekiz yıl yatalak yaşamış. Kızlarda evlenince üvey analarını arayıp sormamışlar. Tek oğlu Danimarka da yaşıyormuş. Terim fazla soğumadan parktaki kafeye bir şeyler içmeye davet ettim, kabul etti.
– Hep ben konuştum sen bunca yıl neler yaşadın.
Askerlik dönüşü girdiğim holdingde hızla Genel Müdürlüğe yükseldiğimi çocuklarımı yurt dışında okuttuğumu evlenirken düğün hediyesi olarak birer ev verdiğimi söyleyip neler kaçırdığını söyleyemedim. Sadece on iki yıl önce emekli olduğumu, emekli öğretmen eşimle çocuklarımı evlendirdikten sonra Köroğlu Ayvaz misali yaşadığımızı söyledim. Sıkça kaçıran gözlerine her baktığımda boşalmaya hazır yağmur bulutları çöküyordu.
– Ne kadar güzel şeyler yazıyorsun, senin bu kadar ince ruhlu olduğunu bilmiyordum. Nerden buluyorsun onca güzel kelimeleri. Hele o şiirler yok mu?
Nereden biliyorsun dedim safça. İletişim çağında yaşadığımızı, yazdıklarımı herkesin okuyabildiğini söylerken derin bir of çekip şu dizelerimi okumaya başladı.
– Kim bilir kimin neler çektiğini kül bahçelerine güller ektiğini.
– Bazen aniden öyle şeyler geliyor aklıma, sanki birileri kulağıma söylüyor Bana kağıda dökmek kalıyor.
– Hadi canım bırak bu kadar mütevazi olmayı…Eşin ne kadar şanslı olmalı senin gibi ince ruhlu bir eşe sahip olduğu için…
– Öyle sağ olsun… Bana rahatça yazmam için güzel bir ortam sunuyor. Yoksa benim gibi dağınık dalgın biri tek satır yazamazdı.
Yerinden ağır ağır doğrulurken her gün azan romatizma ağrılarından yakınıyordu. Sonraki günlerde parkta kendisini hiç göremedim. Kim bilir sefa sürmek için yeni bir aday mı bulmuştu. Bütün kalbimle Sefasür’ün artık sefa sürmesini diledim.