Mehmet Özkendirci

Koza

0
Paylaş

Mehmet Özkendirci’nin “Koza” adlı eserinde, yıllar içinde ördüğü yalnızlık kozasına hapsolmuş bir adamın hikayesi anlatılır. Emekli bir banka şefi olarak hayatının durağanlığından yakınan ana karakter, bu durumu rahmetli babasından miras kalan, taşa taş demekten vazgeçmeyen dürüstlük ilkesine bağlar. Fırsatçılık peşinde koşan ve çıkarları uğruna taşa bile tahta diyebilen yakınlarının aksine, bu duruşu nedeniyle dünyevi başarıya ulaşamamıştır. Ancak zamanla, kalabalıklar içinde yaşanan yalnızlığın asıl yalnızlık olduğunu fark ederek, kendi kozasındaki hayatı benimser ve bu yaşam biçiminden şikâyet etmek yerine onu sevmeye başlar. Eser, dürüstlükle fırsatçılık arasındaki çatışmayı ve insanın kendi özüne dönerek huzuru bulmasını sorgular.

Yıllar geçtikçe ördüğüm kozanın içince daha çok yalnızlaşıyordum. Son kalan üç beş arkadaş ebediyete göç edince koskoca dünyada dört duvar arasında tek dostum, her gün aksatmadan yazdığım günlük olmasa duvarlarla konuşmaktan korkuyordum. Yalnızlık mı beni seçmiş ben mi yalnızlığı seçtim bilmiyorum. Yıllarca yanıtlayamadığım çözemediğim soruydu. Bir yaş büyük kardeşim için annemin yedi kralla barışık derken benim ta çocuk yaşta bu yalnızlığa mahkûm olacağımı söylemiş olabilir miydi? Bir insanın herkesle barışık olması o kişinin kişiliksiz olduğu anlamına gelmez mi?

Ben girdiği her kaba göre şekil alanlardan değildim. Olsaydım her gün eşimin başıma kaktığı gibi sünepe pısırık emekli bir şef olmazdım. Benim sınıfta kopya verdiklerim çalıştırdıklarım kimler nerelere gelmişti. En küçüğü bir bankada müdür olurken, vali, müsteşar hatta vekil olan bile vardı. Ben servis müdürlüğü beklerken yanımda staj yapan gencin başıma müdür olabileceğini tahmin edemezdim. Partinin il başkanının yeğeni varken ben mi müdür olacaktım. Günlerce eşimin dırdırlarından kurtulamadım, neden bir adamın yok diye… Hırsızla, hainle, kalleşle, dönekle barışık olmakta neyin nesiydi. Bu huyum rahmetli küçük bir tenekeci olan babamdan geçmiş olmalıydı. Babam kendisi gibi iki kardeşin küçüğüydü. İki kardeş önceleri baba mesleklerini devam ettirmek isteseler de amcam senesi dolmadan işten ayrılmıştı. İnşaatlarda çalışmanın hem parası az hem de tehlikesi fazlaydı. Dediğine göre itkuyruğu gibi ne uzar ne kısalırlardı. Hatta gün geçtikçe uzama olanağımız da kalmayacaktı. Çevrelerimizde bu meslekten kim ihya olmuştu.

Amcam müstakbel kayınpederinin yanında bakkallığa başlayınca beklediği fırsat ayağına gelmişti. Ticari zekâsı ve çalışkanlığının ödülü olarak biricik kızının eşi oldu. Kayınpederinin beklenmedik ani ölümüyle yeni ailenin tek erkek kişisi olarak bakkal dükkânın başına geçmiş. Sonrası Allah ya kulum mu dedi bilinmez yürümeyi unutup koşmaya başlamış. Küçük bakkal dükkanını merkezde daha büyük mekâna taşıdı. Perakende işleri ona göre değildi. Senesi dolmadan toptan bakkallığa geçti. Artık kilolarla değil çuvallarla mal alıp satıyordu. Bir gün İzmir’den kamyon dolusu toz şeker getirirken piyangonun büyüğü vurdu. Şekerler Konya’ya ulaşmadan yolda yüzde dört yüz zamlanmıştı. Babam baba mesleğini sürdürürken amcam un şeker yağ satmakta daha kazançlı olduğu altın işine el attı. Sarraflar içinde bir dükkân açtı. Altının hem kazancı iyi hem de akarı kokarı çalışanı yoktu. Bir gün babamın haline acıyıp konuşmuş.

-Bırak bu işleri kafanı çalıştır. Bedenle çalışıp ihya olan kim var?

-Nasıl olacak?

-Beni dinle… Elimdeki ne?

-Taş.

-Tahta.

-Ne tahtası abi taş bu…

-Bir daha soruyorum bu ne?

-Abi sen benimle alay mı ediyorsun. Bu taş.

-Tahta be oğlum tahta, tahta

-Ama abi ben tahtaya nasıl taş derim.

-Diyeceksin oğlum diyeceksin. Ben de biliyorum bunun taş olduğunu. Ama taşa her zaman taş dersen senden bir halt olmaz. Duruma göre bu taş tahta da olur bakırda altında…

Rahmetli babam tahtaya hep tahta dediği için hayatı yoksulluk içinde geçti. Doğruluk güzel şeydi fakat karın doyurmuyordu. Bende bu kötü(!)mirastan hiç ayrılmadığım için ancak bir bankada şeflikten emekli olmuştum.

Bugün günlüğümün son sayfasına neler yazacağım ya da yazmayacağım belli olacaktı. Benim de satırlara sıkışmış günlük değil gündelik bir hayatım olmalıydı binlerce milyarlarca insan gibi. Havanın soğukluğuna aldırmadan başıma beremi takıp sokağa çıktım. İnsanların maskelerinin altında neler olduğunu merak etmiyordum, her an her kişiden beklenmedik hareketler gelebilirdi. İşte o anlarda gerçek yalnızlığın kalabalıklar içinde yaşandığını anladım. Yeni bir günlük almak için ilk gördüğüm kırtasiyeciye girdim. Kendi yalnızlığımdan şikayetçi olmam kendime en büyük haksızlıktı. Ben o yalnızlıkta hiç bilinmese bile nice eserler vermiştim.

Ördüğüm kozanın içinde ölünceye kadar bir başıma kalmalıydım. Tuhaftır ben bu kozadaki hayatımı gün geçtikçe alışmaktan öte sevmeye başlamıştım. Yalnızlığım dört duvar, dördünde de insanlar derken Meşhur Franz Kafka’nın ‘benim yalnızlığım insanlarla dolu’ diye yazdığını sonradan öğrendim. George Eliot’n söylediklerine de katılmamak mümkün mü.  En kötü yalnızlık, kimsenin seni anlamadığı yalnızlıktır. Bu durumda kozamın içinin dışından farkı ne. Sonuçta tek geldiğimiz dünyayı yine tek başımıza terk edecektik. Kozanın içinde ya da dışında… Kimsesizler mezarlığı son durağımız olmasa bile kimsesiz değil miyiz aslında taşa hep taş dediğimiz için.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!