Atsız Burucu
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Çürümenin Eşiğinde mi, Yeniden Doğuşun Kıyısında mı?

Çürümenin Eşiğinde mi, Yeniden Doğuşun Kıyısında mı?

0
Paylaş

Atsız Burucu’nun makalesinin ana fikri, bir milletin felakete sürüklenmesinin genellikle ani ve büyük bir yıkımdan ziyade, zamanla olağan kabul edilen yozlaşma ve çürüme süreciyle gerçekleştiğidir. Bu çürüme; ekonomide, mülteci sorununda, tarımda ve dış politikada kendini göstermektedir. Ancak, tıpkı Cumhuriyet’in kuruluşunda olduğu gibi, bu yozlaşmayı reddetmek ve yeniden ayağa kalkmak mümkündür. Makale, bu çürümeye seyirci kalmak yerine, her vatandaşın onu fark edip dile getirmesi ve doğru olanı savunması gerektiğini vurgulayarak, topyekûn bir diriliş çağrısı yapmaktadır.

 

Bir zamanlar benim de okuyup derinden etkilendiğim, dost, kardeş ve aynı zamanda akraba bildiğim Fin halkına dair Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı, bana hep Türkiye’yi düşündürmüştür. Atatürk’ün de okullarda okutulmasını istediği bu eser, bir milletin nasıl çöküşten dirilişe geçtiğini anlatır. Finlandiya halkı, tarihsel bağlarımız ve akrabalığımız nedeniyle bana her zaman yakın gelmiştir; Petrov’un bu kitabı da o bağı yeniden hatırlatmıştır.

Yoksulluk ve cehaletin pençesindeki Finlandiya, halkın iradesi, öğretmenlerin fedakârlığı, aydınların cesareti ve devlet adamlarının kararlılığıyla yeniden ayağa kalkar. Kitapta geçen şu cümle, aslında yalnızca Finlandiya’ya değil, bütün toplumlara bir uyarıdır:

Milyonlarca halk; bedenen, ruhen, fikren ve ahlaken çürüyor da hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor. Herkesin karakteri bozulmuş veya herkes bu yozlaşmışlığa alışmış da bunu doğal bir durum sanıyor sanki. Ama bu böyle mi olmalıdır?

Petrov’un işaret ettiği hakikat şudur: Bir milleti felakete sürükleyen çoğu zaman büyük bir yıkım değil, yavaş yavaş yayılan ve zamanla olağan hale gelen çürümedir. Atatürk’ün, Türk milletine örnek olsun diye işaret ettiği de tam buydu.

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu tabloya bakınca, bu uyarının canlılığını bütün çıplaklığıyla görebiliyoruz.

Ekonomide, uzun yıllar büyüme masallarıyla gizlenen kırılganlıklar artık her evde hissediliyor. Hayat pahalılığı, işsizlik, eriyen alım gücü… İnsanlar, her sabah artan fiyatlara alışmış durumda. Oysa en tehlikelisi, yoksulluğun sıradanlaşmasıdır. Çünkü halk, kendi çöküşünü kanıksadığında direncini kaybeder.

Mülteci sorununda, geçici denilen misafirlik kalıcılaştı. Milyonların gölgesinde iş gücü piyasası altüst oldu, kültürel gerilimler büyüdü. Toplum, olağanüstü bir tabloyu günlük hayatın doğal bir parçası gibi görmeye başladı. Ama olağanüstünün sıradanlaşması, her millet için en derin krizin başlangıcıdır.

Tarımsal üretimde, Anadolu’nun bereketi eriyor. Çiftçi üretemez hale geliyor, köyler boşalıyor, ithalat bağımlılığı artıyor. Market raflarındaki yabancı ürünler, artık kimseye tuhaf gelmiyor. Bu sessiz çöküş, yalnızca ekonomiyi değil, aynı zamanda kültürel köklerimizi ve stratejik bağımsızlığımızı da kemiriyor. Toprağını kaybeden, geleceğini de kaybeder.

Dış politikada ise, günübirlik hesaplar ve zikzaklarla hareket eden bir anlayış, Türkiye’nin güvenilirliğini zedeliyor. Dün dost olan bugün düşman, dün hayati çıkar sayılan yarın vazgeçilebilir hale geliyor. Böyle bir tabloda devlet aklı değil, günü kurtarma refleksi öne çıkıyor.

Ama bu tablo karşısında umudu diri tutmamızı sağlayacak tarihsel bir mirasımız var: Cumhuriyet’in kuruluş yılları.

Yokluk içindeki bir millet, işgalle parçalanmış bir vatan, dağılmış bir devlet… O günlerde de “çürüyüş” vardı; ama millet, onu olağan görmedi. Direnişi bir avuç insanla başlatıp topyekûn bir halk hareketine dönüştüren ruh, işte o reddedişten doğdu. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde, halkın iradesiyle yeni bir devlet kuruldu. Cumhuriyet, çürümenin kanıksanmasına değil, onu reddedip ayağa kalkmaya verilmiş bir yanıttı.

Bugün ise yalnızca devletten değil, bireylerden de sorumluluk bekleniyor. Çürümeyi fark etmek, onu dile getirmek, yanlış olanı kanıksamak yerine reddetmek her vatandaşın görevidir. Çünkü millet, bireylerin toplamıdır. Herkes kendi alanında doğru olanı savunmadıkça, topyekûn diriliş mümkün olamaz.

Şimdi sorulması gereken soru nettir: Çürümeyi kabullenip seyirci mi kalacağız, yoksa Cumhuriyet’in kuruluşundaki gibi yeniden dirilişin öncüsü mü olacağız?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!