Köşe yazısı, Dr. Alper Sezener’in “Yatay Zekâ” başlıklı makalesinden alıntılar sunmaktadır ve temel olarak yapay zekânın düşünce üzerindeki sığlaştırıcı etkisini eleştirmektedir. Yazar, “yatay zekâ” adını verdiği bu fenomeni, bilginin derinliğini ortadan kaldıran, kopyala-yapıştır bilgelikle yetinen ve düşünmenin yerini hızlı çıktılara bıraktığı bir çağın trajedisi olarak tanımlar. Bu eleştiri, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya romanı ve Ari Folman’ın The Congress filmi gibi eserlerin ışığında simülasyonun gerçeğin yerini alması ve toplumun yüzeyselliğe teslim olması tehlikesi üzerinden güçlendirilmektedir. Metin, bireyleri bu gürültülü yüzeyciliğe karşı derinleşmeye ve yapay zekâyı bir ikame yerine araç olarak kullanmaya teşvik eden bir çağrı ile sonuçlanır.
Bir süredir etrafta tuhaf bir hâl var, farkındasınızdır. İnsanlar konuşuyor ama cümlelerin içi boş; kelimeler çoğalıyor ama anlamı yok. Herkes, elinin altındaki uygulamanın verdiği güçle birden bire her konuda uzman kesiliyor. Sanki yüzyıllardır insanı olgunlaştıran o uzun yol, yani şüphe, yanılma, çaba, okuma, karşılaşma, bir anda kısalıvermiş gibi… Ne kadar acı… Bilginin soyluluğu, kopyala-yapıştır bir uçarılığın gölgesine mahkûm oldu.
İşte bu yüzden zeka, adını “yapay”la birleştirince bambaşka bir şeye dönüştü. Artık yukarıya doğru filizlenen, derinlere inen bir enerji değil; her şeyi aynı seviyeye indirgeyen, her boyutu sığlaştıran garip bir makine bu; bir nevi “yatay zekâ”, tıpkı Türkçe Rap müziğinin ustası Ceza’nın o meşhur şarkısında işaret ettiği gibi, hızlı, gürültülü ve sığ sularda boğulmaya yatkın “adaptasyonel yapay veba”…
Bu yeni çağın en büyük trajedisi, eskiden sınırlı olan zekasının farkında olup susmayı bilen insanların, şimdi yapay zeka yardımıyla her konuda fikir beyan etmeye başlaması. Sessizliğin erdemi yerini şişkin bir özgüvene bıraktı. Birkaç saniyelik cevap üretimi, binlerce yıllık düşünme kültürünün yerine kondu. Akıl yürütmek yerine “çıktı almak” yeterli görülür oldu. Böylece düşünce, bir kıymığını bile hak etmeyen yüzeylerin üzerine serildi.
Artık, kabul edelim: Gürültü her zaman hakikatten daha baskındır. Yapay zekayı rehber değil, dublör olarak kullananların kalabalığı, düşünmeyi gerçekten bilenlerin sesini bastırıyor. Derinlik yerini yankıya, hakikat yerini tekrara bırakıyor. Öyle bir dönem ki bu, “biliyor olmak” ile “bilmiş görünmek” arasındaki fark silikleşti; hatta tehlikeli biçimde kaybolmaya başladı.

Bugün yaşadığımız şey, düşüncenin kendi ağırlığını kaybetmesi. Zekâ yataylaştıkça, bilgi de toprağından kopuyor; köksüzleşiyor. Soruların yerini hazır cevaplar alınca, merak dediğimiz o kadim içsel ateş de sönüyor. İnsanlığın ilerlemesini sağlayan şey cevaplar değil sorulardı; ama biz şimdi soruyu gereksiz bulan bir çağdayız.
Eskiden insanlar bir konuda konuşmadan önce düşünür, araştırır, bilgi birikimini yoklar, hatta “Ben kimim ki bu konuda ahkâm keseceğim?” diye duraksardı. Bu duraksama, düşüncenin en değerli bölümüydü: kendini sınamak, iddiayı tartmak, zihnin ağırlığını hissetmek. Şimdi o duraksamanın yerinde kocaman bir boşluk var. Yapay zeka, herkesin cebinde bir “hazır bilgelik” nesnesi gibi durunca, kimse kendinden şüphe etmiyor artık. Böylece ortaya tuhaf bir insan tipi çıktı: Bilgiye sahip olmayan ama bilgiye eriştiğini sanan, bilgiyi anlamadan tekrar eden, tekrarladıkça kendini zeki zanneden insan tipi.
Bu, yatay zekanın en büyük yan ürünü: derinlik illüzyonu. İçinde ışık olmayan bir lambanın, sokak karanlığında hala parlıyormuş gibi görünmesi… Yakından bakınca hiçbir şey yok; ama uzaktan bakınca insanı yanıltacak bir ışıltı.
Şimdi gelelim toplumsal yüzeye… Bu yataylık, demokrasinin damarlarına kadar sızıyor. Çünkü bilgiyle donanmamış kitleler, artık görüş üretmekle yetinmiyor; yönetmek, yön vermek, belirlemek istiyor. Oysa düşünme kasları gelişmemiş bir toplum, kendi kaderini taşıyamayacak ağırlıktadır. Ve tehlike tam burada başlıyor. Bilgi azaldıkça iddia çoğalıyor, iddia çoğaldıkça dogmalar geri dönüyor.
Dijital çağın sahte bilgelik patlaması, insanlığı ileri taşımak bir yana, eski karanlık alışkanlıkları yeniden hortlatıyor: kolay inanma, hızlı öfkelenme, sorgulama yoksunluğu, hakikati seçememe, sahte kahramanlara tapınma… Yani, yüzeyselliğin tahakkümü.
Peki bütün suç yapay zekada mı? Elbette hayır. Sorun, bu güçlü aracın yanlış ellerde oyuncak haline gelmesi. Teknoloji, düşünceyi genişletebilecek bir mercek olabilecekken, yanlış zihinlerde sadece bir vektör çiziyor: dikey olanı yataylaştırıyor, derin olanı sığlaştırıyor.
Ama bir çıkış ihtimali var.
Her çağda küçük de olsa, gürültünün içinden sıyrılıp kendi sesini duyabilen bir azınlık çıkar. Bu insanlar, hayatı sadece “bilgi tüketimi” olarak görmez; sorulara tutunur, bilginin ağırlığını taşımaktan korkmaz, yapay zekayı düşünmenin ikamesi değil, aracısı olarak görür. Bu azınlık büyüyebilirse, yatay zekanın açtığı yaralar kapanmasa bile kabuk bağlar.
Son cümleyi şöyle koyalım: Asıl zekâ, erişilen bilgide değil; o bilgiyle ne yapacağını bilen insanın derinliğinde saklıdır.
Yapay zekâ, rasyonel zekayı yataylaştırdı; ama insan kendi içine doğru derinleşmeyi seçerse dikeyleşebilir. Mesele, yüzeye razı olup olmayacağımız.
***
Yazının son bölümünde meseleyi iki güçlü eserin ışığında ele alalım. Biri, modern insanın kendi felaketini nasıl parlak bir kağıtla kapladığını anlatan bir roman; diğeri, hakikatin yerini simülasyonların aldığı bir geleceğe rotayı çok erken kıran, nedense çoğu insanın radarına bile girmemiş bir film.
Kitap, anti-ütopyanın önemli örneklerinden biri, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” isimli eseri. Huxley, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden biridir. Sadece bir romancı değil; aynı zamanda keskin bir kültür eleştirmeni, etik filozofu ve modern uygarlığın gidişatına erken uyarılar bırakmış bir entelektüeldir.
Huxley, insanın en büyük zayıflığını, hazza teslim olduğunda düşünmeyi bırakması olarak betimlemiştir. Kitapta insanlar gerçekliği değil, gerçekliğin kolaylaştırılmış kopyasını ister. Derinlik yorucu, yüzeysel mutluluk ise güvenlidir.
Huxley’nin uyarısı bugün daha yüksek sesle çalıyor: “Zihin yüzeyle yetinmeye başladığında, uygarlık da yüzeyde yaşamaya mahkûm olur.”
Bahsedeceğimiz film ise, “The Congress” (Kongre, 2013 Yön: Ari Folman). Bu film, yatay zeka çağını anlatmak için neredeyse kehanet gibi. Hikayenin kahramanı, kendi kimliğini ve görüntüsünü dijitalleşmiş bir şirket sistemine devrediyor. Bundan sonra kendisinin değil, kendiliğinin simülasyonu çalışıyor. Dünya ise giderek gerçeklikten kopuyor; insanlar artık “gerçek” dünyada değil, tüketim için sterilize edilmiş, estetikle parlatılmış, toksik bir çizgi-evrende yaşıyor. Hakikat bulanıklaşmıyor, dahası çözüyor.
Mesaj oldukça net: Gerçek, kolayca ulaşılan bir kopya haline geldiğinde, insanın derinliği tamamen kaybolur.
Bu film, yatay zekâ çağının ruhunu ürkütücü bir berraklıkla yakalıyor:
- İnsanlar kimliklerini devrediyor.
- Dünya, gerçekliğin ucuz versiyonuna indirgeniyor.
- Düşünce yerine algı tüketiliyor.
- Hakikat, gösterinin arka plan ışığına dönüşüyor.
- Ve en korkunç olanı… Simülasyonun kendisi, gerçeğin yerine geçiyor.
Bu tam da bugün sahneye koyduğumuz trajedi. Yalnızca yapay zeka değil; sosyal medya, içerik fabrikaları, çerezlik bilgicilik… Hepsi bir araya gelip insanı üç boyutlu olmaktan çıkarıyor. Derinliğimizi hıza, hızımızı yüzeylere kurban ediyoruz.
Yatay zekâ çağının en büyük gerçeği, insanlığın, hakikatin ağır yükünden kaçmak için onun çizgi-film versiyonuna sığınıyor olması… Ama hiçbir algoritma, insanın kendi derinliğini geri getiremez. Bu çağda dikeyleşmek bir cesaret, derinleşmek bir başkaldırıdır.
Peki, soralım: Gerçekliği bırakıp simülasyona sığındıkça, kendimizden geriye ne kalıyor?
İyi Pazarlar.

