Alper Sezener’in “Utan, Yavaşla, Sus” başlıklı yazısı, günümüz toplumunun değer kaybını sinema ustaları Ingmar Bergman, Andrei Tarkovsky ve Jean-Luc Godard’ın eserleri üzerinden inceler. Metin, Bergman’ın utanç temasını günümüzdeki arsızlık ve kibrin yaygınlaşmasıyla karşılaştırırken, Tarkovsky’nin zaman anlayışını modern çağın hız bağımlılığı ve yüzeyselliği karşısında değerlendirir. Ayrıca, Godard’ın parçalanmış anlatı yapısını günümüzün sosyal medya kaosu ve hakikatin görünmezleşmesiyle ilişkilendirir. Yazar, bu üç yönetmenin farklı estetik yaklaşımlarına rağmen ortak bir hakikate işaret ettiğini; insanların kendilerini unuttuğunu, utanma, zamanla yüzleşme ve gürültüden arınma yoluyla kurtuluşun mümkün olduğunu savunur.
Bergman, Tarkovski ve Godard… Üç farklı kamera, üç farklı çağrı. Onların filmlerinde gördüğümüz şeyler bugün artık sadece beyaz perdeye ait değil; hayatın tam ortasında, sokakta, ekranda, kendi yüzümüzde karşılık buluyor. Bergman’ın utançla yüzleşen insanları, bize günümüzün dizginlenemeyen kibrini hatırlatıyor: arsızlığın ödüllendirildiği, pişkinliğin başarı sanıldığı bir çağdayız. Tarkovski’nin ağır ağır akan zamanı, bugünün hız bağımlılığı karşısında kayboluyor: hiçbir şey derinleşmiyor, her şey yüzeyde tüketiliyor. İnsanı insan yapan değerlerin özgül ağırlığını yitirdiği bir çağdayız. Godard’ın paramparça anlatısı, bugün bizzat dünyanın kendisine dönüşmüş durumda; sosyal medyanın karmaşası, sloganların gürültüsü ve toplumu topyekûn saran görgüsüzlük karnavalı hakikati görünmez kılıyor.
Bizim derdimiz tam da bu noktada açığa çıkıyor: üç ustanın sineması üzerinden bugünün değerler yitimini okumak.
Utanma duygusunu yitiren, arsız ve kibirli bir toplum, hızla derinliğini kaybeden bir zaman anlayışı ve kaos içinde boğulan bir hakikat…
Bergman’ın sineması, insanın yüzüne tutulan bir aynadır; ama öyle parlak, cilalı, sahte gülüşlerle dolu aynalardan değil. Onun aynasında kırık dökük yüzler vardır, yaraları saklanamayan ruhlar, sessizliğin içinde yankılanan çığlıklar… Utanç (Skammen, 1968) filminde, savaşın yıkıntıları arasında dolaşırken aslında insanlığın iç savaşına tanık oluruz.
Bugün, Bergman’ın aynasını önümüze koyduğumuzda gördüğümüz şey; utancını yitirmiş bir kalabalıktır. Sosyal medya ekranlarında kibir şova dönüşmüştür, her cümle kendini parlatma gayretidir. Arsızlık öyle sıradanlaşmıştır ki, yüz kızarması neredeyse nostaljik bir duygu gibi görünür. Bergman’ın gösterdiği o basit ama keskin gerçek, günümüzün absürd kör dövüşünde boğulup gitmiştir.
O gerçek, dünyayı ancak utanabilenlerin kurtarabileceğidir.
Ama artık kimse utanmıyor. Çünkü utanmak yavaşlamaktır; utanmak durmaktır, utanmak kendini sorgulamaktır. Oysa bugünün temposu, insanı hiçliğe doğru koşturan bir hızdan ibaret. Herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor. Herkes parlıyor, kimse yanmıyor. Herkes gösteriyor, kimse görmüyor.
Bakın çevrenize, olabildiğince yakından bakın ve dürüstçe sorun, “Utanma duygusu kaldı mı?” diye…
Bergman’ın ruhu, bugünün ekranlarına baksa ne derdi? Belki de tek bir şey: “Dinginlik ve huzur olmadan, utanma ve tevazu olmadan, insan da olamaz.”
Tarkovski’nin filmlerindeyse zaman, sadece akan bir nehir değildir; bir nehrin içinde yavaşça çürüyen yaprak, suyun dibinde sessizce taşlara tutunan yosun gibidir. İz Sürücü (Stalker, 1979) Ayna (The Mirror, 1975) ya da Nostalji (Nostalghia, 1983)… hepsinde zaman, insanın ruhunu aşındıran, onu hem sınayan hem de arındıran bir varlıktır. Tarkovski’ye göre sanat, ruhu “damgalayan” bir eylemdir; hakikati kirin, çamurun, pasın içinden süzüp bulmaktır.
Bugünün dünyasında ise zaman, ruhu damgalamaz; ruhu parçalar. Her şey hızla tüketilir, hiçbir şey derinleşmez. Zaman, artık bir nehir değil; tıkanmış bir kanalizasyon gibidir. İçinde reklam spotları, bitmeyen bildiriler, gürültülü konuşmalar ve çöpe atılmış anılar yüzer. Tarkovski’nin zamanla yaptığı sabırlı diyalog, bugün hızın tiranlığı altında boğulmuştur.
Tarkovski’nin kamerası bize hâlâ şunu fısıldar: “Kirden korkma. Yavaşla. Çamurun içinde parlayan ışığı ara.” Çünkü insan, kirle yüzleşmeden arınamaz. Ve bugünün insanı, sürekli aklanmış, sterilize edilmiş sahte bir parıltının içinde boğulmaktadır.
Absürd olan şudur: Dünya hızlandıkça ruh ağırlaşıyor. İlerleme dediğimiz şey, aslında bir yerinde sayma halinden başka bir şey değil. Zaman akmıyor; bizi sürüklüyor. Tarkovski’nin zamanında insan derinleşirdi; bugünün zamanında ise insan yüzeyselleşiyor.
Godard’ın sineması, hikâyeyi paramparça eden bir isyandı. Diyaloglar kopuk, görüntüler sıçramalı, cümleler yarım kalmış… Çünkü hayat da öyleydi: bütünsüz, tutarsız, absürd. Çılgın Pierrot (Pierrot le Fou, 1965) ya da Alphaville’de (1965) gördüğümüz şey, bir öyküden çok, bir patlama, bir şimşek, bir ironi çığlığıdır.
Bugünün dünyasına baktığımızda, Godard’ın sinemasının artık estetize edilmiş bir kâbus olmadığını, bizzat yaşadığımız gerçek olduğunu fark ederiz. Sosyal medya akışları, gündelik konuşmalar, politik tartışmalar: Hepsi yarım bırakılmış cümleler, birbirine değmeyen fikirler, birbiriyle kavga eden sesler… Anlamsız ve sonu gelmeyen bir karmaşa.
Godard için bu kopukluk, seyirciyi sarsan bir tokattı. Ama bugün, uyandırmak için değil daha fazla uyutmak için tüm çaba…
Artık kültürel ve ideolojik tüm performanslar gürültüye boğulmuş bir yönetim biçimine dönüşmüştür. Çünkü gürültü, hakikati görünmez kılar. Bağıran herkes haklıymış gibi görünür. Parçalanmış anlatılar, hakikati saklamanın en kolay yoluna dönüşür. Dünya artık dev bir film setidir, ama yönetmen yoktur. Kamera herkesin elindedir, senaryo ise çöptedir.
Godard’ın hayaleti bize şunu fısıldıyor olabilir: “Eğer dünya bir tiyatroysa, artık sahne çökmek üzere. Oyuncular rollerini unutmuş, seyirciler de sahneyi ele geçirmiş. Kaosun ortasında tek çare, perdeyi indirip yeniden başlamak.”
***
Üç farklı yönetmen, üç farklı estetik; ama aslında tek bir hakikati işaret ediyorlar: insan, kendisini unuttu.
Bergman bize diyor ki: “Utanmazsan, kibre gömülürsün.”
Tarkovski ekliyor: “Zamanla yüzleşmezsen, kimliğini yitirirsin.”
Godard haykırıyor: “Karmaşadan ve gürültüden sıyrılmazsan, kendi sesini, sözünü, yolunu kaybedersin.”
Kurtuluş, büyük ideolojilerde, şatafatlı devrimlerde ya da çok sıfırlı banka hesaplarında değildir. Kurtuluş, yüzü kızarabilen, karanlıktan çok aydınlığa inanan, kimliğini insani değerler üzerinden tekrar tekrar inşa edebilen tek tek insanlardadır.
Üstüne düşünelim…