Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Savaş Üstüne Savaş

Savaş Üstüne Savaş

0
Paylaş

Metin, Dr. Alper Sezener tarafından yazılmış bir film eleştirisi olup, Paul Thomas Anderson’ın 2025 yapımı yeni filmi Savaş Üstüne Savaş’ı (One Battle After Another) detaylıca incelemektedir. Eleştiri, filmin görünürdeki baba-kız kaçış hikayesi formatının altında yatan, vicdanın sessiz savaşları ve tükenmiş idealler temalarına odaklandığını belirtir. Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı eski devrimci Bob Ferguson ve Sean Penn’in oynadığı eski ajan Thomas Heller karakterleri arasındaki ideolojik çatışmanın filmin merkezinde yer aldığını vurgular. Yazar, filmin, modern insanın kendi iç çelişkileri ve sistemin yutucu gücü hakkındaki karmaşık bir alegori olduğunu savunurken, aynı zamanda filmin güçlü oyunculuklar ve sinematografik zarafet içeren erişilebilir bir gerilim-drama olarak da izlenebileceğini ekler. Sonuç olarak metin, Anderson’ın bu eserini bir sinema felsefesi olarak konumlandırarak, hakikate tutunamama sorununu ele aldığını ifade eder.

 

Bazı filmler vardır, vicdanın sessiz savaşlarını silahsız, gürültüsüz, ama acımasız bir biçimde açığa çıkarır. Kahramanlar ya da devrimler değildir mesele; asıl çatışma kimsenin görmediği o iç karanlıkta yaşanır. Paul Thomas Anderson’ın yeni filmi One Battle After Another (2025, Savaş Üstüne Savaş), tam da bu karanlığın ortasında duruyor. Film, görünürde bir baba-kız kaçış hikayesi; ama derinlerde bir vicdan arkeolojisi gibi işliyor. Yıkılmış ideallerin, susturulmuş seslerin ve “bir zamanlar, bir anlamı olan” kelimelerin dibini kazıyor.

Bu Pazar, bir hesaplaşmanın izini sürüyoruz. Çünkü bazen çağın nabzını anlamak için manşetlere değil, sinemanın sessizliğine bakmak gerekir. Anderson’ın kamerası bize sadece bugünü anlatmıyor; üstümüze sinen gölgeleri gösteriyor.

Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı eski devrimci Bob Ferguson, Anderson evreninin ruhani mirasçısı: There Will Be Blood’ın (2007, Kan Dökülecek) açgözlülüğünden, The Master’ın (2012, Usta) kırıklığından, Magnolia’nın (1999, Manolya) kayboluşundan damıtılmış bir figür. Ama bu kez savaş meydanda değil; vicdanın en karanlık köşesinde. Anderson, sinemanın temel sorularından birini yeniden soruyor: İnsan, kendi hakikatine karşı kaç savaşı kaybedebilir?

Filmin başlığı, Savaş Üstüne Savaş, günümüz dünyasının karmaşık durumuna bir nazire aynı zamanda. Artık kimse büyük savaşlar kazanmıyor; herkes küçük yenilgilerini yanında taşıyor. Her gün, kendi doğrularımızla, alışkanlıklarımızla, sessiz kabullenişlerimizle çatışıyoruz. Anderson’ın kamerası, bu görünmez cepheleri birer karakter olarak sahneye taşıyor.

Görsel olarak film, Anderson’ın alışıldık şiirselliğini korurken, bu kez daha soğuk, daha keskin bir dil kuruyor. Kamera bazen bir belgesel dürüstlüğüyle, bazen bir rüya bulanıklığıyla çalışıyor. Gerçekle kurgu, şimdiyle geçmiş iç içe geçiyor. İzleyici, tıpkı kahraman gibi, kendi hafızasında kayboluyor. Çünkü bu filmde savaşlar cephede değil; bellekte yaşanıyor.

Anderson’ın filmi bir dönemi değil, tükenmeyen mücadelelerin, görünmez cephelerin çağını ve en genel anlamıyla bir ruh halini anlatıyor. Bu yönüyle film sadece Bob Ferguson’un hikayesi değil; her gün haberlerde, iş yerlerinde, sosyal medyada, evlerin içinde sessizce süren savaşların alegorisi.

Modern insanın hayatı, anlamla uyum arasında sıkışmış bir savaş alanına dönüştü. Herkes “iyi biri olma” idealiyle yaşarken, sistemin çarkları bu iyiliği ölçülebilir, pazarlanabilir, gösterilebilir bir performansa çevirdi. Bu çelişki, bugünün insanına oldukça tanıdık; bir zamanlar bir şeylere inanan, ama sonra hayatta kalmak için o idealleri yvaş yavaş ve sessizce rafa kaldıran insanlık durumu.

Filmin en çarpıcı yanı, politik söylemini bağırmadan, zaman zaman absürd ve kışkırtıcı bir şekilde dile getirmesi. Anderson’ın yaptığı şey, bireysel hikayeyi toplumsal bir alegoriye dönüştürmek. Ve bunu yaparken ne bir kahraman yaratıyor, ne de bir düşman. Sadece insanın tükenmeyen çabasını gösteriyor. Sonuçta, bir savaş bitiyor, ama hemen ardından yenisi başlıyor. Çünkü insan, kendi yarattığı düzenin içinde kayboldukça savaşacak bir şeyler bulmadan yaşayamıyor.

Siyasi açıdan bakıldığında, Bob Ferguson karakteri mevcut sistem karşıtlarının büyük travmasını temsil ediyor. Bir zamanlar sistemin değişmesi gerektiğine inanan, bu uğurda her şeyi göze almış biri, sonunda istemeden de olsa kaçmayı seçiyor. Bu sadece bireysel bir çöküş değil; tüm bir kuşağın ideolojik çöküşünün alegorisi.

Bob’un trajedisi şu: Kaçarken bile sistemin dilini konuşuyor, onun araçlarını kullanıyor, onun mantığıyla düşünüyor.

 

Bu noktada, usta aktör Sean Penn devreye giriyor. Penn’in canlandırdığı eski ajan Thomas Heller karakteri, filmin muhafazakar ve ahlaki merkezini temsil ediyor. Onun yüzü, adanmışlığın başka bir izdüşümü; kırışıklıkları geçmişin izleri, bakışındaki donukluk ise bugünün yükünü yansıtıyor. Penn, karakteriyle “oynamıyor,” adeta yaşıyor. Her repliği ölçülü, her sessizliği hesaplı değil, daha çok içgüdüsel. Bir noktada DiCaprio’nun karakterine söylediği “Savaşı bitiremezsin, sadece tarafını değiştirirsin” cümlesi, filmin özünü özetliyor.

Penn’in tüm film boyunca toplamda yaklaşık 15 dakikalık performansı, Anderson’ın sinematik diliyle kusursuz bir uyum içinde. Yönetmenin sevdiği uzun planlar, oyuncunun yüzünde zamanın akışını görünür kılıyor; yüzünü bir düşüncenin geçiş alanına dönüştürüyor. Onu izlerken sadece bir karakteri değil, aynı anda bir dönemin vicdanını da seyrediyorsun. Sanki her sahnede “hakikatin” ağır nefesini duyuyorsun.

Penn’in canlandırdığı Heller karakteri Bob’a nazaran çok daha tehlikeli bir figür. Çünkü o sistemin içindeki “iyi adam.” Devlete hizmet ediyor ama “insani” bir şekilde. İşini yapıyor ama “vicdanlı” bir şekilde. Sisteme inanan ve sistemin dirliği için her türlü itaati göstermeye hazır bir asker.

İki zıt karakterin mücadelesini izliyoruz. Nihayetinde çağımızın en büyük ideolojik oyunu devreye giriyor. Sistem artık kendini eleştirenlerle, ona direnenleri “zor yoluyla” içine alarak güçleniyor. “Savaşı bitiremezsin, sadece tarafını değiştirirsin” sözü tam da bunu söylüyor. Çünkü artık taraf değiştirmek de bir illüzyon. Her iki taraf da aynı ekonomik düzenin, aynı güç ilişkilerinin, aslında aynı yapının farklı görünümleri.

Filmin finaline doğru, DiCaprio ve Penn’in aynı karede buluştuğu sahne, filmin toplamından daha çok şey ifade ediyor. İki adam, iki kuşak, birbirinin zıttı cephelerde iki yenilmiş idealist… Aralarındaki sessizlik, bir monologdan daha derin. Sinema burada konuşmayı bırakıyor; sadece bakıyor. Çünkü bazen hakikatin ağırlığı kelimelere sığmaz.

Anderson, One Battle After Another ile bir tür sinema felsefesi yapıyor: “Hakikat nedir?” değil, “Hakikate neden tutunamıyoruz?” sorusunu soruyor. Bu açıdan film, sadece bir anlatı değil, bir düşünme deneyimi.

Diğer yandan, filmi hiçbir felsefi, politik ya da simgesel katmanına inmeden, yalnızca “düz izleyen” bir seyirci için One Battle After Another, güçlü oyunculuklara, sinematografik zarafete ve ölçülü bir gerilime dayalı klasik bir baba-kız hikayesi sunuyor. Film, geçmişinden kaçan bir adamın ve onu anlamaya çalışan kızının hikayesi olarak izlendiğinde, zaman zaman kasvetli ama akıcı bir drama-gerilim karışımı haline geliyor. DiCaprio’nun performansı filmin kalbini, Sean Penn’in varlığı ise ağırlığını oluşturuyor. Eleştirmenler bu yönüyle filmi “Anderson’ın en erişilebilir işi” olarak tanımlıyor; Rolling Stone dergisi “yavaş yanan ama büyük finalle kapanan bir baba-kız trajedisi”, The Guardian gazetesi ise “hem karakter filmi hem de eski usul bir yol gerilimi” olarak övüyor.

İyi Pazarlar…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!