Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Risk Toplumunun Çöküşü

Risk Toplumunun Çöküşü

0
Paylaş

“Risk Toplumunun Çöküşü” başlıklı makale, modern siyasetin ve devlet kurumlarının radikal belirsizlikler karşısındaki yetersizliğini analiz etmektedir. Metin, Ulrich Beck’in risk toplumu tezinden yola çıkarak, günümüzdeki krizlerin artık hesaplanabilir riskler değil, iklim krizi, göç dalgaları ve hibrit savaşlar gibi yönetilemez belirsizlikler olduğunu savunur. Yazar, modern devletin öngörülebilirlik üzerine kurulu meşruiyetinin bu yeni durumda çöktüğünü belirtir ve siyasi sistemin gerçek sorunları çözmek yerine kontrol illüzyonu yaratan “simülasyonlar” ürettiğini öne sürer. Sonuç olarak, metin, günümüzdeki tıkanıklığın teknik bir yönetim sorunundan ziyade, dünyayı kontrol edilebilir kılma projesinin geçersizleştiği epistemolojik bir krize işaret ettiğini vurgular.

 

Ulrich Beck‘in 1986’da formüle ettiği “risk toplumu” tezi, modernliğin ikinci aşamasını tanımlarken şunu öngörüyordu: Endüstriyel toplumda zenginliğin dağılımı merkezi sorunken, risk toplumunda tehlikelerin dağılımı belirleyici olacaktı. Beck haklıydı, ama tam olarak öngöremediği şey, risklerin hesaplanabilir olmaktan çıkıp, radikal belirsizliklere dönüşeceği andı. İşte tam bu noktada, modern siyasetin temel meşruiyet kaynağı çöküyor.

Modern devletin kuruluş meşruiyeti klasik bir söyleşmeye dayanır. Vatandaşlar özgürlüklerinin bir kısmından feragat eder, karşılığında güvenlik ve öngörülebilirlik elde ederler. Bürokrasi, kurallar, prosedürler sayesinde toplumsal hayat hesaplanabilir hale gelir. Ama bu mimari, risklerin ölçülebilir, sınıflandırılabilir ve dolayısıyla yönetilebilir olduğu varsayımına dayanır. Peki ya riskler bu kategorilerin dışına taştığında ne olur?

İklim krizi bu durumun en çarpıcı örneği. Geleneksel risk yönetimi, olasılık hesaplarına ve geçmiş verilere dayanır. Ama antroposen çağında, geçmiş artık geleceğin rehberi değil. Kuraklığın, sel felaketlerinin, ekolojik çöküşün zamanlaması, şiddeti, coğrafi dağılımı öngörülemez hale geliyor. Burada önemli bir nüans devreye giriyor. Risk ölçülebilirdir, belirsizlik değil. İklim krizi bir risk değil, radikal belirsizliktir. Dolayısıyla, modern kurumlar belirsizlikle başa çıkacak araçlardan yoksundur.

Göç dalgaları da benzer bir yapı sergiliyor. Westphalia sisteminin ulus-devlet modeli, sabit toprak, tanımlanmış sınırlar ve kontrol edilebilir nüfus hareketleri varsayımına dayanır. Ama küresel ekonomik çöküş, iklim krizi, savaşlar ve çatışmalar, geleneksel göç yönetimi araçlarını işlevsiz kılıyor. Sınır kontrolleri, vize rejimleri, mülteci kampları, hepsi birden, 19. yüzyıl ulus-devlet mantığının uzantıları olarak 21. yüzyılın küresel akışkanlığı karşısında yetersiz kalıyor. Fakat devletler yine de aynı araçları kullanmaya devam ediyor, çünkü statükocu ve düzenci kolaycılık ağır basıyor.

Hibrit savaşlar ise klasik savaş tanımını tamamen çökertiyor. “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır” formülü, tanımlanabilir düşmanlar, ölçülebilir güçler ve sonlandırılabilir çatışmalar varsayar. Oysa Yemen’de, Sudan’da, Ukrayna’da, Gazze’de, Lübnan’da gördüğümüz çatışmalar ne klasik savaş ne de klasik barış kategorisine sığıyor. Siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları, vekalet savaşları, ekonomik yaptırımlar iç içe geçmiş durumda. Savaşın başlangıcı ve bitişi belirsiz, kazanan ve kaybeden taraflar muğlak. Bu koşullarda “barış planı” hazırlamak, Kafka’nın bürokrasisini andıran bir absürtlüğe dönüşüyor.

Dezenformasyon sorunu ise belki de en tehlikelisi. Modern kamusal alan teorisi, rasyonel tartışma yoluyla hakikate ulaşmanın mümkün olduğunu varsayar. Günümüzde ise, sanal bir çevrimiçi ağda yaşıyoruz. Algoritmaların yarattığı filtre balonları, deepfake teknolojileri ve koordineli bot ağlarının yürüttüğü kampanyalar yüzünden, hepimizi bir arada tutan ortak gerçeklik zemini giderek çözülüyor.  Her ideolojik grup kendi “gerçeklik tünelinde” yaşarken, toplumsal konsensüs üretimi imkansızlaşıyor. Ve devlet, bu bilgi kaosunu kontrol edecek araçlardan yoksun olmasına rağmen kendi varlığını sürdürebilmek için akışa hakimmiş izlenimi yaratıyor. Sansür özgürlükleri baltalarken herkesin fikrini serbest bir biçimde ifade edebildiği yalanı üretiliyor.

İşte bu noktada, Beck‘in öngördüğü risk toplumundan, belirsizlik toplumuna geçiş tamamlanıyor. Siyaset, bu geçişe uyum sağlayamadığı için, “simülasyon” üretimine başlıyor. Barış komisyonları, yolsuzluk soruşturmaları, diplomatik görüşmeler, barış planları… Hepsi “bir şeyler yapılıyor” izlenimi yaratmak için tasarlanmış ritüeller. Bu ritüellerin gerçek sorunları çözüp çözmediği artık ikincil önemde. Önemli olan, kurumların hala işlediği, prosedürlerin devam ettiği, otoritenin kontrol sahibi olduğu, kısaca mevcut düzenin devam ettiği yanılsamasını sürdürmek.

Hakikat ise çok farklı; politik sistem kendi kodlarıyla (iktidar/muhalefet, yasal/yasadışı) işlemeye devam ediyor ama bu kodlar dışsal gerçeklikle bağlantısını kaybediyor. Politik iletişim kendi kendine referans veren, kendini yeniden üreten bir döngüye giriyor.

Modern devlet tasarımında, kriz anlarında geçici olarak normal hukuk düzeni askıya alınır, sorunlar çözülür, sonra normale dönülür, varsayımı vardır. Fakat, sürekli kriz hallerinde, istisna norm haline geliyor. Soruşturma izinleri, olağanüstü hâl uygulamaları, acil kararnameler artık geçici değil, kalıcı yönetim araçları olarak kabul görmüş durumda. Normal işleyen bir düzene dönüş söz konusu değil, çünkü “normal” diye bir durum kalmamış.

Sonuç olarak, bugünkü siyasal tıkanıklık teknik bir yönetim sorunu değil, epistemolojik bir krize işaret ediyor. Modernite, dünyayı anlaşılabilir, ölçülebilir, kontrol edilebilir kılma projesi olarak tanımlanabilir. Buna karşın, 21. yüzyılın karmaşıklığı, bu projeyi geçersiz kılıyor. Siyaset ise bu geçersizliği kabul edemediği için, sahte kesinlik üretmeye devam ediyor. Komisyonlar, planlar, prosedürler… hepsi bir kontrol yanılsaması yaratmak için.

Çıkış yolu, belki de tek bir eylemde gizli: Sistem düşüncesinin kendisini sorgulamak. Bütünlüklü çözümler vadetmek yerine, parçalı, geçici, müzakereci müdahaleleri kabul etmek. Kesinlik yerine belirsizlikle yaşamayı öğrenmek. Fakat, bunun için önce siyasetin simülasyon oyunundan vazgeçmesi gerekiyor.

***

Yazıyı yine bir kitap ve film önerisi ile bitirelim.

Kitap önerisi, meşhur sosyologlardan Zygmunt Bauman’ın Akışkan Modernite isimli eseri. Bauman’ın bu çığır açan eseri, tam da bugün yaşadığımız dönüşümün anatomisini sunuyor. Katı modernlikten akışkan modernliğe geçişi analiz ederken, kurumların, kimliklerin ve kesinliklerin nasıl eridiğini gösteriyor. Risk toplumundan belirsizlik toplumuna geçişi anlamak için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı. Özellikle siyasetin “ağır” yapılardan “hafif” performanslara evrilişini tartıştığı bölümler, bugünkü küresel siyaset ritüellerini anlamlandırmada anahtar sunuyor.

Film önerisi ise, Kısır Döngü (“In the Loop”, Armando Iannucci, 2009) İngiltere ve ABD’nin Irak savaşına gidiş sürecini kara komedi olarak anlatan bu film, siyasetin simülasyon doğasını acımasızca deşifre ediyor. Savaş kararı öncesi komisyonlar kurulur, raporlar hazırlanır, diplomatik görüşmeler yapılır; ama aslında hiçbiri gerçek karar alma sürecini etkilemez. Tüm bu prosedürler, önceden verilmiş bir kararı meşrulaştırmak için tasarlanmış ritüellerdir. Film, bürokrasinin dilini, siyasetin edimsel doğasını ve kurumsal rasyonalitenin nasıl içi boş bir kabuk haline geldiğini çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Ukrayna’ya barış planları hazırlanırken ya da Gazze’de ateşkes sağlanırken, tam da bu filmdeki absürtlüğü yaşıyoruz: Süreçler işliyor ama sonuç önceden belli.

İyi Pazarlar…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!