Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. “Le Capital” Filmi Üzerinden Bir Sistem Okuması

“Le Capital” Filmi Üzerinden Bir Sistem Okuması

0
Paylaş

Dr. Alper Sezener’in “Le Capital Filmi Üzerinden Bir Sistem Okuması” başlıklı köşe yazısı, Costa-Gavras’ın “Le Capital” filmini analiz ederek modern kapitalist sistemi ele almaktadır. Yazar, filmin para, güç ve açgözlülük temalarını nasıl işlediğini ve karakterler aracılığıyla sistemin bireyler üzerindeki etkisini inceler. Metin, filmde Marc Tourneuil karakterinin ahlaki yozlaşmasını öne çıkarırken, günümüz kapitalizminin manipülatif ve soğukkanlı şiddet biçimlerine odaklanır. Ayrıca, modern toplumda itaatkarlığın ve “yalakalık” olarak nitelendirilen gönüllü köleliğin nasıl yaygınlaştığını tartışarak, filmin sadece iş dünyasını değil, çağın genel ahlaki durumunu teşhis ettiğini vurgular. Son olarak, neoliberal kapitalizmi eleştiren benzer filmlere örnekler vererek okuyucuya geniş bir bakış açısı sunar.

Pazar akşamı çayınızı ya da kahvenizi içerken bir CEO’nun gözünden dünyaya bakmak ister miydiniz?

Sakın hemen “hayır” demeyin. Çünkü zaten her gün bakıyorsunuz. Reklamlarda, haber bültenlerinde, sosyal medya paylaşımlarında, bankaların “Gelecek Sizsiniz!” afişlerinde… Yani aslında mesele CEO olmak değil. Mesele, hayalini kurduğunuz kimlik.

Costa-Gavras’ın 2012 yapımı “Le Capital (Kapital) adlı filmi işte tam da bu soruyu sorar: “İçinde yaşadığımız sistem gerçekten bize mi ait yoksa sadece bizim adımıza konuşanlara mı?

Para, güç, terfi, sadakat, ihanet ve açgözlülüğün yaldızlı vitrinini yerle bir eden bu film, izleyeni yalnızca sorgulamaya değil, rahatsız olmaya davet eder. Çünkü bu bir ahlak dersi değil, bir teşhistir.

Costa-Gavras, sinema tarihinin yalnızca yaratıcı ya da özgün yönetmenlerinden biri değil, açık mesajlar veren muhalif figürlerinden biri. Onun filmlerinde karakterler değil, her daim içine hapsolduğumuz sistem başroldedir. Onun sinemasında iyi-kötü karşıtlığı yoktur; sistem ve onun kılığına bürünmüş insanlar vardır.

Filmlerinin hemen hepsinde bireyin yaşadığı trajedi, daha büyük bir yapının çatlağından sızar. Gavras’ın kamerası seyirciyi eğlendirmez; diken üstünde tutar. Çünkü onun filmleri bir tür sinema üzerinden gerçekleştirilen soruşturma gibidir. Kapital de bu soruşturmanın neoliberalizm versiyonudur.

***

Bu sefer karşımızda cunta yok, savaş yok, ajanlar yok ama ekranın her köşesinden soğukkanlı, sözlü şiddet sızıyor: Finansal manipülasyonlar, halkla ilişkiler oyunları, medya cambazlıkları, işten çıkarmalar, algı operasyonları

Film, bir Fransız bankasında mevcut CEO’nun sağlık sorunları nedeniyle görevden ayrılmak zorunda kalması ve yeni CEO’nun seçilme süreciyle başlar. Fransız oyuncu Gad Elmaleh’in canlandırdığı yeni CEO, Marc Tourneuil, başta kariyer hırsı olan sıradan bir yöneticidir. Ancak kısa sürede, içindeki canavarı keşfeder. Yavaş yavaş sistemin çarpıklığı onun en güçlü yanı olur ve biz seyirci olarak onun bu dönüşümünü izlemekle kalmayız, ona eşlik ederiz.

Marc’ın yükselişi bir başarı hikâyesi değil, ahlaki erimenin romantik anlatısıdır. İşçileri işten çıkardıkça, hisseleri yükselir. Yalakalık yaptıkça, karizması artar. Kandırdıkça, daha çok alkış alır.

Gavras’ın bize verdiği tokat, tam burada patlar: Bu karakteri biz tanıyoruz. Ofiste, okulda, restoranda, hastanede ve çoğunlukla ekranlarda gördüğümüz yüzlerden biri bu.

Filmin dili keskin ama görsel dili oldukça berrak ve sade. Bu çok bilinçli bir tercih; çünkü sistem artık kaba kuvvetle değil, sunum dosyalarıyla, sosyal medya gönderileriyle, kahve zinciri logolu toplantılarla, çevrimiçi mülakatlarla, zaman zaman doğrudan zaman zaman dolaylı güç gösterilerinin eşlik ettiği soğukkanlı ve kibar dışlama, yok sayma ya da yok etme taktikleriyle çalışıyor. Savaşlar masa başında yapılıyor. Katliamlar Excel dosyalarına sığdırılıyor.

İşte Kapital, bu yeni şiddet biçiminin kutsal metni gibi işliyor. Bu noktada Gavras bize şunu soruyor: “Bu dünyada bir yerlere gelmek istiyorsan, neyinden vazgeçmeye hazırsın?

***

Kapitalizmin günümüzdeki en büyük başarısı, insanları kandırması değil; kandıramasa da itaat ettirebilmesidir. Slavoj Zizek’in dediği gibi, “Artık kimse gerçekten inanmıyor ama herkes sistemin gereğini yerine getiriyor.”

İşte Kapital’deki karakterler de tam olarak bu “olduğu gibi değil, göründüğü gibi yaşayanlar; inandığı için değil, inanması gerektiği için iman edenler,” topluluğunu oluşturuyor. Marc, bir ideolojiye sahip değildir. Kendisi gibi olmayanlara acır. Çünkü olnlar geri kalmışlardır, Bir nevi kaybetmeye mahkumdurlar. Modern ötesi dünyada yalakalık, hırs ve sadakatsizlik artık birer kusur değil; yeni erdemlerdir.

Louis Althusser‘in “ideolojik aygıtlar” kavramı tam burada devreye girer. İnsanlar sistemin dışına çıkamaz, çünkü sistem artık onların içinde yaşar. Okullar, şirketler, reklamlar, ekranlar, hepsi bu büyük fanteziyi yeniden üretmekle görevlidir. Sen CEO olamazsın belki ama onun yaşam tarzına özenebilirsin; şanslıysan yani yeterince paran varsa öyle görünebilirsin.

O yüzden direniş değil, özdeşleşme yayılıyor. İnsanı insan yapan değerler yerine motivasyon konuşmaları, bilim ve sanat yerine, kişisel gelişim martavalları kabul görüyor.

Kapital de işte tam bu noktada net bir sistem tanımı yapıyor. Dahası, sistemin nasıl işlediğini açıklamakla kalmıyor; neden bu kadar kolay nüfuz edebildiğini de gösteriyor.

Filmde sistemin en büyük dayanağının, “yalaka” dediğimiz gönüllü köleler olduğunu görüyoruz. Mevki, makam, terfi için aşağıyı ezmeyi içselleştirmiş, güce karşı sonsuz biat ile yaklaşan, kalıcı olabilmek için her türlü fedakarlığı ve soytarılığı baştan kabullenen, gücü ilahlaştıran takım elbiseli modern dalkavuklar.

Ve en acı verici olan şu: Bu karakterlere kızamıyoruz. Çünkü çoğu zaman onlardan birinin çevremizde, yakınımızda olduğunu fark ediyoruz. Kaçış olmadığını, sistemin işleyişinin bu şekilde olduğunu kabullenip susmak zorunda kalıyoruz.

Yani bu film, başkasına değil, aslında bize bakıyor. Yalnızca içine hapsolduğumuz sistemi değil, kendi içimizdeki sistemi de deşifre ediyor.

Dolayısıyla, Costa-Gavras’ın Kapital’i, sadece bir iş dünyası eleştirisi değil, bir çağ teşhisidir.

Sermaye çağının kutsal değerlerini, sorgusuz itaat ve sadakat, her daim başarı, ekonomik büyüme, ticari vizyon, didik didik eder.

Sinema sistemi değiştirmeye tek başına yetmez elbette, ama hâlâ gerçekleri gösterebilir.

Ve bazen görmek, değişimin ilk adımıdır.

***

Neoliberal kapitalist iş dünyası ile ilgili eleştirel filmlerden hoşlanıyorsanız. İşte size bazı öneriler:

Network (Televizyon Haber Ağında, 1976, Sidney Lumet), medyanın nasıl bir kâr makinesine ve ideolojik manipülasyon aracına dönüştüğünü, çöküşün eşiğindeki bir spikerin isyanı üzerinden aktarır; “Artık yeter!” çığlığı, ekranların arkasındaki büyük sessizliği bozar.

Inside Job (İç İşler, 2010, Charles Ferguson), ABD’de 2008 küresel mali krizinin arka planını akademisyenlerden bankacılara kadar tüm aktörlerle yüzleştirerek belgesel sınırlarını aşan güçlü bir politik anlatı sunar.

Margin Call (Oyunun Sonu, 2011, J.C. Chandor), krizden yalnızca bir gün önce, büyük bir yatırım bankasının duvarları içinde geçen 24 saatte, ahlaki çöküşün ve finansal sistemin içi boş mantığının nasıl çalıştığını gözler önüne serer.

The Big Short (Büyük Açık, 2015, Adam McKay), yaklaşan krizi öngören bir grup marjinal yatırımcının hikâyesi üzerinden, finansal sistemin irrasyonelliğini, kibrini ve etik boşluğunu ironik ama sarsıcı bir dille anlatır.

Sorry We Missed You (Üzgünüz, Sizi Yakalayamadık, 2019, Ken Loach), tüm bu büyük yapısal krizlerin bedelini ödeyen sıradan insanların trajedisini, İngiltere’de kargo dağıtımı yapan bir baba üzerinden göstererek, modern emek sömürüsünün sessiz çığlığını duyurur.

Bu filmler yalnızca izlenmek için değil, sistemin iç yüzünü görmek ve sorgulamak için vardır.

İyi Pazarlar…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!