Zafer Bayramı’mızın yüzüncü yılı. Hepimize kutlu olsun.
30 Ağustos’un neden bayram olarak kutlandığını yazmayacağım, bunu biliyorsunuz. Şu kadarını söyleyeyim ki, 26 Ağustos 1922’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkomutanlığıyla, Yunanlılar (aslında tüm sömürgeci Batılılar) karşısında kazandığımız Savaş, hürriyetimize kavuşmanın, bağımsız devletimizi kurmanın düğümüdür. Bu savaş kazanılmasaydı; kim bilir bugünkü Türkiye’de kaç devlet olacaktı, soyumuz ve adımız ne olacaktı? Bu nedenle başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizin hepsini rahmetle, saygıyla anıyoruz. Mekânları cennet olsun.
Türkiye’de, biz Zafer Bayramı’nın gurur ve heyecanı yaşarken, içimizden çıkan kimileri, yaptıkları açıklamalarla, takındıkları tutumlarla huzurumuzu bozuyorlar. Bunu üç örnek üzerinden açıklayayım.
1-AKP iktidara geldiği günden beri, Türkiye’nin en üst düzey yöneticileri 26 Ağustos günü hep Malazgirt’e gidiyorlar. Gitsinler tabii de, akıl ve vicdanla gitsinler. Ama yaptıkları akıl ve vicdan işi değil. Bunlar bugüne kadar 26 Ağustos günü Kocatepe’ye, 30 Ağustos günü Dumlupınar’a, 9 Eylül günü İzmir’e hiç gitmediler. 26 Ağustos ve Alparslan bizim, 30 Ağustos ve Atatürk başkasının öyle mi? Böyle düşünenlerin, bu görüntüyü verenlerin akılları urludur, urlu!
2-AKP yönetiminin Diyanetçileri bugüne kadar hep Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığıyla gündeme geldiler. 23 Nisan, 29 Ekim, 30 Ağustoslarda bir kez olsun Atatürk’ü saygı ile anmayan, rahmet okumayan bir din görevlisi, “Başkan” unvanlı sarıklı-cübbeli bir Ali yahut Veli Türk milletini böler. Böylelerine soralım: Siz işgal yıllarının Venizelos hayranı şerefsiz Edirne Müftüsünün mü, kahraman Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin varislerisiniz?
3-Türkiye’nin iki ayaklı yaratıklarından birisi: “Şehirlerin kurtuluş yıl dönümleri olmaz. Cihan harbi bitti. Müstevliler alacaklarının birkaç mislini aldı ve gittiler. Kurşun sıkmadık ki…” diyerek zırvalıyor. İnsan biraz utanır be. Sizin T.C. ve Atatürk kriziniz, hakikati ört bas edemez. Gerçi biz böylelerinin 6. Filo’yu (Amerika’nın) kıble yaptıklarını bildiğimiz için, kendilerinden sağduyu beklemeyiz. Ancak, yeni nesil bu yapıyı bilmediği için, “acaba mı” diyebilir. Türkiye yabancı bedenleri 9 Eylül 1922’de Ege’ye dökmüştü. Anlaşılan o ki, Türkiye’deki yabancı (gayri milli) beyinler denize dökülmemiş, içimizde yaşıyor.
Size bilinen bir gerçeği hatırlatarak yazımı bitireyim.
Köyde iken, kapılarımızın önünde dört ayaklı mahlûklar (köpekler) olurdu. O mahlûklar yalımızla beslendikleri, bahçemizde barındıkları için evimize hırsız ve düşmanlarımızı yanaştırmazlar, bize destek olurlar, ihanet etmezlerdi. Şimdinin kimi iki ayaklı mahlûklarında o dört ayaklı mahlûklar kadar düşünce ve saygı yok. Bunlar dört nankör mü nankör. Dört ayaklılar bunlardan daha iyi.