Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, bu göreve getirilmeden önce, Diyanet’te Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü iken bir cemaatin televizyonunda (İHYA TV) bir konuşma yaptı. Dedi ki:
“Benim babam da 1921 doğumluydu. Merhum. Onun hatıralarını hep dinleyerek büyüdük. Okula gittiğimizde, Kuran Kursu’na gittiğimizde Kuran öğrenmek için gittiğimizde Karadeniz’in bir dağ köyü. Aman yarabbi bu ne korkudur ki, Karadeniz’in bir dağ köyünden birisi bile dışarıda nöbetçi tutuyorlar, acaba bir jandarma gelir de bizim hocamızı alıp götürür mü dışarıda bekliyor. Akşam evlerine Kuran-ı Kerimi götürmüyorlar. Tarlanın duvarlarında herkesin bir taşı var, o taşı çekiyor. Kuran’ı taşın içine koyuyorlar. Taşı oraya yerine koyuyor ki eve götürmesin Kuran’ı. Bu ne korkudur. Nerede yaşadık bunu biz. Bu nasıl bir şeydir?
…4-6 yaş Kuran kurslarını açtık… Sıbyan mekteplerini ihya edelim. Bu fırsatı iyi değerlendirelim.”
Ali Erbaş’ın bu sözlerde Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını karalama, onları; “Kuran karşıtı” olarak suçlama”, Atatürk ile milletimizi karşı karşıya getirme gibi bir ruh hali var. Bu hal bize dinî, ruhî ve içtimaî (sosyal) yönden bize zarar verir.
Millet çoğunluğunun ortak değerlerinden birisini temsil bir makamın başındaki kişi böyle konuşmamalı. Böylesi konuşmalar bizi birbirimize düşürür. Dinlerin esas amacı barıştır, hoşgörüyü egemen kılmaktır. Ayrıca “İslam” sözcüğü “barış yapmak, güven vermek, esenlik” gibi anlamlara gelir. İslam dininin koyduğu kurallarda insanları huzur ve güven içinde yaşatma gibi yüksek ve evrensel bir amacı/emeli vardır.
Ali Erbaş olarak, daha bu göreve gelmeden hemen önce sarf ettiğin bu uğursuz sözler seni çoğunluğun yanında yaralamıştır. İçinde önyargılar, kurgular ve gerçek dışılıklar dolu böylesi sözlere Türk milleti olarak inanır isek, Suriye ve Afganistan halklarının yaşadıkları acıları biz de yaşarız.
Ali Erbaş’ın iddiaları asılsızdır. Türkiye Cumhuriyeti günümüzde olduğu gibi, kurulduğu yıllarda da Kuran ve İslam düşmanlığı yapmamıştır. TBMM açıldıktan, Türkiye Cumhuriyeti ilan edildikten bir süre sonra harf/alfabe devrimi yapılmış, bu devrim ile herkes için okuma-yazma seferberliği başlatılmış, Türk insanı “Aydınlanma” dönemine girmiştir.
Okuma-yazmanın çocuklarımıza mecbur edildiği bu dönemde, “Arap harflerini din” sanan cahil ve uygarlık düşmanları, çocuklarımızın yeni harflerle okuma yazmaya başladıklarını görünce, “din elden gidiyor” yalanını yaymaya başladılar.
Eğitim öğretimde başarıya ulaşmak için eski harfleri bırakmak gerekiyordu ve böyle yapıldı. Bu yol izlenmeseydi, bugün çoğumuz okur-yazar olmayacaktık. “Arap harflerini bırakmam” diyen zihniyet, “inadına Arap harfleri” deyince, mecburen Arap alfabesi ile ilgili yazılara ve evraka yasak getirildi. Erbaş’ın “Kuranları çakıla gömdüler” dediği iddianın esası budur.
Durum bu iken, şu yaşınla, şu kıyafetinle, şu “akademik” sıfatınla nasıl olur da gerçeği ters yüz edersin? Bu hiç yakışmadı.
Burada şu açıklamayı yapmak yerinde olur: Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni alfabeye geçiş yıllarında, köy ve kasabalarda görev yapan, o zamanın şartlarına göre Kuran ile Arapça yazılmış diğer kitap ve yazıları ayırt edemeyen kişiler, belirttiğim nedenle tek tük Kuran sıkıntısı yaşatmış olabilirler. Belki, birkaç jandarma ve karakol komutanı kendi düşünce ve yapısının da etkisiyle Kuran’ın saklanmasına sebep olmuş olabilir. Böylesi özelleri genellemek yanlıştır.
Medreseler kapatıldığı zaman, Aynı anda (1923-1924 eğitim öğretim yılında) yirmi dokuz (29) yerde, dört yıllık İmam-Hatip Okulları açıldı.[1] Bu okulların müfredatında Kuran, Arapça, Din Dersi gibi dersler vardı. Yani Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal ve arkadaşları Kuran ve İslam düşmanlığı yapmadılar ve ayrıca Müslüman halka İslam dinini öğretmesi için, 3 Mart 1924’tde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdular.
Burada şunu da düşünelim; Mustafa Kemal ve arkadaşları, Ali Erbaş’ın iddia ettiği gibi Kuran’ı çakıllara gömdürmüş (yasaklamış) olsaydı, Ali Erbaş denen adam bugün karşımızda İmam-Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi mezunu, üstelik Diyanet İşleri Başkanı olarak bulunamazdı.
Ali Erbaş adı geçen konuşmasında bizi “Sıbyan Mekteplerini ihya edelim” diyor, zamanın ve şartlarının gerekli kıldığı uygar eğitim öğretime değil, Osmanlı/geri eğitim öğretimine çağırıyor. Bu kafa bizi geriletir. Biz bu kafaya uyarsak “Amincik çocuğu”, “Medrese cühelâsı” oluruz.
Bu yazıda bir de DİB Başkanı Ali Erbaş’ın görünüşüne (kıyafetine) değineceğim. Bakın, kendisinin kafasında bir sarıklı fes, sırtında işlemeli bir cübbe var. Gömleği çokça yakasız (kravatsız).
Ali Erbaş daha bu görünümü ile, ilk anda bizden/toplumdan ayrılıyor. Deniliyor ki, “Kanun böyle bir kıyafete izin/hak vermiş.” Unutmayalım ki Mustafa Kemal o yıllarda, 600 yıllık bir geleneğin, müderris-medrese baskısının doğal sonucu olarak, bu kıyafete “evet” demiştir. Bu benim görüşümdür. Ben, “İslam’da ruhbanlık yoktur, din sınıfı olamaz” diyen Atatürk’ü böyle değerlendiriyorum. Size bir kıyafet hak verildiyse, o hakkı dini mekanlarda kullanırsınız. Her yerde sarık-cübbe ile dolaşmanın bir mantığı yok ki. Asıl önemlisi İslam dininde böyle bir kural yok.
Ben bu “dini” kıyafeti biraz değerlendireyim. Bir an için Ali Erbaş’ın boynundan yukarısı ile belinden aşağısının kapatıldığını düşünün. Gözünüzün önünde ne kalır? İşlemeli beyaz bir giysi. O giysinin renk ve desenleri neye benzer? Gösterişe düşkün kadınların, Türk halk yahut sanat müzikçisi bayanların giysisine benzer. Ali Erbaş’ı izlerken ben bazen böylesi düşüncelere dalarım.
Bu giysi ile ilgili birkaç açıklama yapayım:
- Kadın kıyafetini çağrıştıran işlemeli bir giysi Ali Erbaş veya bir başka erkeğe yakışmaz. Çünkü bizim kültürümüzde (örf, âdet, gelenek ve göreneklerimizde) bir erkeğin kadınımsı bir görünüm sergilemesi yadırganır. Bunun tersi (kadınların erkekler gibi giyinmesi) de aynıdır.
- Hz. Muhammed kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesini (hem şeklen hem ruhen) uygun görmemiş, yasaklamıştır. Ali Erbaş Peygamber’in bu duruşunu bilir. Peki niye yapar?… 20-25 yıl öncesine kadar Diyanet İşleri Başkanları böyle değillerdi. Her yıl, bir önceki yıla göre daha süslü, sim sırmalı kıyafetlerle karşımıza çıkmaya başladılar. Ben Halk Eğitim Müdürlüğü yapmış bir eğitim emekçisiyim. İşlemeli kıyafetler Halk Eğitim Merkezlerinde kadınlarımız için hazırlanırdı, erkekler için değil. Terziler ve hazır giyim atölyelerimiz de böyledir.
- Ali Erbaş (genelde) yakasız gömlek giydiği için kamunun karşısına kravatsız çıkıyor. Bugünkü dünyada yakasız gömlekler Arabistan, Afganistan gibi geri ülkelerin, yakalı (kravatlı) gömlekler de uygar ülkelerin giyim-kuşam tarzıdır. Kravatı takmak günah değildir, dünya ile beraber yürümektir. Ali Erbaş bir kamu görevlisi olarak yakalı gömlek giyer ve kravat takarsa Türkiye ile, hatta dünya ile bütünleşmiş olur.
- Ali Erbaş’ın kostümü beni hiç ilgilendirmez ama, kendisi dinî bir görev ve kişilikle karşımıza çıkınca ilgilendiriyor. Bize Peygamber’i örnek gösterirseniz, biz de sizi Peygamber’le karşılaştırırız. Bütün siyer kitapları Hz. Muhammed’in giyim kuşamda halk gibi giyindiğini, kendisini halktan ayırt edecek bir giysi kullanmadığını, çok sade ve gösterişsiz giyindiğini anlatır. Bir defasında yabancı bir kişi Peygamberle tanışmak için Medine’ye gelmiş. Peygamber’i sormuş. Bulunduğu yeri tarif etmişler. Adam içeri girmiş, bakmış ki görünüşte herkes birbirine benziyor, Peygamberi ayrıştıracak bir kıyafet, duruş yahut oturuş yok. Oradakilere sormuş: “Hanginiz Muhammed?” Peygamber, “benim” diyerek kendini tanıtmış.
- Bir gün Peygamber’e kıymetli/şatafatlı bir elbise hediye edilmişti. Peygamber bu elbiseyi sırtına aldıktan sonra, satması için Hz. Ömer’e göndermiştir. Bir gün, cuma ve bayram gönlerinde giymesi için “kıymetli elbiseler giymesinin daha iyi olacağı” söylenince Peygamber: “Hayır, bu doğru değil” diyerek öneriyi reddetmiştir.[2]
“Peygamber makamında” oturanların, inandırıcı olmaları için önce kendilerinin Peygamber’i örnek almaları; gösterişten kaçınmaları, ayrıcalıklı olmamaları gerekir.
DEVAM EDECEK
[1] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öcal, İmam-Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları s. 32, Ensar Yayını, İstanbul 1994
Not: Bakın, Cumhuriyet-Atatürk karşıtlığına odaklanmış kişilerin yayını bile gerçeği itiraf etmek zorunda kalmış.
[2] Mevlâna Şibli, Asr-ı Saadet (Ömer Rıza Doğrul Ter.) C. 2. s. 90-91, Eskişehir Kütüphanesi Yayını, İstanbul 1974