ANADOLU SELÇUKLULARI-VI
Kültür Hayatı
Anadolu Selçuklularının son dönemlerine doğru görülen sultan adları bile Selçuklu sarayının Türk’e ve Türkçeye bakışı konusunda bir fikir verebilecek niteliktedir. Bilge Kağan’ın “Tabgaçkı begler Tabgaç atın tutuban Tabgaç kaganka körmiş.” (Çin’deki Türk beyleri Çinli adı alarak Çin kağanına bağlanmış.) cümlesiyle ifade ettiği durum, Anadolu’da Türk sultanlarının Fars tarihindeki ve mitolojisindeki adları almalarıyla karşımıza çıkar. Her ne kadar Farslar Türk egemenliğinde ise de kültür bakımından okur yazar kitlede aşırı bir Arap ve Fars hayranlığı dikkat çeker. Özellikle başkent Konya’daki saray ve çevresi adeta Türkçenin kendisine yer bulamadığı bir duruma gelmiştir. Selçuk, Tuğrul, Çağrı, Berkyaruk, Alparslan, Kavurt, Kılıç Arslan gibi Türkçe adlar saraydan kovulmuş, yine bir Türk sarayında yazılan ve yazıldıktan sonra da yazarının “Bundan böyle Fars milletine ölüm yok” dediği rivayet edilen, esas olarak İran ile Turan, yani Fars’ın Türk ile mücadelesini anlatan Şehname’nin hayat verdiği İslam öncesi Fars mitolojisindeki Keykubat, Keyhüsrev, Keykavus gibi kişi adları Selçuklu sultanlarına ad oldu.
Selçuklunun Moğollar önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Türkmenlerle ilişkilerinin de inişli çıkışlı olduğu görülür. Konar göçer Türkmenler bazen orduda Moğollara karşı savaşırken bazen de Sultan Sencer zamanında yaşananlara benzer biçimde devletin uygulamalarına isyan edip baş kaldırmakta tereddüt etmezler. Daha önce sözü edilen Babai isyanı, din ile ilgili söylemlerin de tahrik edici olarak kullanıldığı ve çokça insanın hayatına mal olan, kardeşin kardeşi kırdığı bir olaydır.
Bugüne kadar on üçüncü yüzyıldan önce Anadolu’da yazılmış bir Türkçe eser ele geçmedi. Sarayın Fars dilinin ve kültürünün egemenliği altında olması bu durumun başlıca sebebi olarak kabul edilmektedir. Kaynaklar, Selçukluların devlet dili olarak Arapçayı kullandıklarını, ancak on ikinci yüzyıl sonlarından itibaren Arapçanın yerini Farsçaya bıraktığını kaydeder. Pek çok yazar eserini Arapça yazmak istediğini, ancak halkın Farsçayı istediği için Farsça yazmak durumunda kaldığını belirtir ve dikkat edilirse Türkçe yazmak kimsenin aklına gelmemektedir. Onların kastettiği halk, elbette konar göçer Türkmenler değil, şehirlerde yaşayan, “oturak” olmuş ve konar göçer Türkmenleri hor gören, okuma yazma da öğrenmiş bir avuç medreseli çevredir. Bir kısım Türk aydınının hiç sağalmayan hastalığı burada da kendini göstermiş ve Türkçe, Beylikler dönemine kadar ihmal edilmiştir. Bazen halk içerisinde de yayılan bu yabancı hayranlığının her çağa uygun çeşitli bahanelerle ortaya çıktığını görürüz. Millî kültürden uzaklaşmakla sonuçlanan ya da millî kültürden uzaklaşmaktan kaynaklanan yabancı hayranlığının bahanesi bazen din olur, bazen kültür ve uygarlık olur. Din üzerinden gelen yabancı kültür ögeleri her zaman daha etkili ve yıkıcı olmuş, bu kültür unsurlarının benimsenmesi hem dine hem de millî kültüre zarar vermiştir.
Ahilik
Selçuklu döneminde Anadolu’nun kültür hayatından söz edildiğinde ilk akla gelen ögelerden biri ahiliktir. Arap ve Fars kültürlerinin yoğun etkisinde kalmış olan Selçukluların egemen olduğu yıllarda Anadolu’da esnaf teşkilatı olarak Ahilik’in bir kurum kimliği kazandığı ve toplum hayatında son derece etkili işlevlere sahip olduğu bilinmektedir. Kökleri fütüvvet örgütlenmesine dayanan ahilik, Anadolu’da dini, mistik, hamasi özellikler de taşıyan, tasavvufun oldukça önemli etkisi altında kalmış bir meslek örgütlenmesidir.
Türkmenlerin akın akın gelip yurt edindiği Anadolu’da düzenin sağlanmasında bu ahi örgütlenmesinin son derece etkili olduğu, bunların hiç kimsenin aç ve açıkta kalmaması için çok dikkatli davrandıkları, günümüzde çağdaş bir devletten beklenen pek çok görevi, bu ahi örgütlenmesinin yerine getirdiği yerli ve yabancı pek çok kaynakta yer almıştır. Özellikle on dördüncü yüzyılda Anadolu’yu gezen ve gördüğü her şeyi yazıya geçiren Kuzey Afrikalı İbn Battuta’nın seyahatnamesi bu konuda eşsiz bir kaynaktır.
Ahiler tarafından yaptırılan tekkeler, bir mesleğe mensup insanların hem her gün bir araya gelip sosyalleştikleri hem kimin neye ihtiyacı olduğunun tespit edildiği hem de yabancı misafirlerin ağırlandığı yerler idi. Aynı zamanda birer kültür ortamının oluştuğu bu tekkelerde çıraklar yetiştirilir, üstatlar çeşitli konularda dersler verirler, okuma yazma öğretilirdi, yani bu tekkeler bir tür okul işlevi de görürlerdi. Moğolların Anadolu’yu işgali sırasında da bu ahi tekkeleri düzeni korumaya, elinden geldiğince halkın ezilmesini engellemeye çalışmışlar, bazı kaynaklara göre Moğollara karşı isyan hareketlerini de bunlar örgütlemişlerdir.
Ahiliğin kurucusu olarak kabul edilen Ahi Evran’ın kimliğine dair elimizde somut bilgiler yoktur, konuyla ilgili bilgilerin çoğu menakıpname kaynaklıdır ve bunların da ne kadarının gerçeği yansıttığı bilinmemektedir. Ahi sözü ise herhalde cömert anlamındaki Türkçe “akı” sözünden gelmektedir. Bu sözde görülen ses farklılıkları Türkçedeki ses gelişmeleri dikkate alındığında rahatlıkla açıklanabilecek değişmelerdir. Menkabevî kaynaklar Ahi Evran’ın Konya, Denizli ve Kayseri’de bulunduktan sonra Kırşehir’i yurt edindiğini belirtir. Menâkıb-ı Ahi Evran adlı eserdeki bilgilere göre Türkmenlerin lideri konumundaki Baba İlyas (ö. 1240) Ahi Evran’ın sırdaşlarındandır ve Amasya’nın Çat köyüne sürülmüş, Babaîler ayaklanmasının öncüsü olan Baba İshak ise kaçıp büyük bir “cenk” çıkarmıştır. “Hâldaşı” Menteş (Hacı Bektaş’ın kardeşi), Sivas’a, dostu Şeyh Edebalı ise Kırşehir’in İnaç köyünden bugün Kırıkkale iline bağlı bir ilçe olan Balışeyh’e sürgün edilir. Hacı Bektaş Veli ise Sulucakarahöyük’te göz hapsindedir. Aynı kaynak Yunus Emre’nin de Ahi Evran’ın çevresinden olduğunu yazar. Burada adları verilenler, Anadolu’da Türklük hamurunu yoğurmuş ve onun olgun bir millet durumuna gelmesinde önemli katkılarda bulunmuş, millete manevi önderlik etmiş, köken olarak da hemen hepsi Türkistan ve Horasan’dan gelmiş kişilerdir. Kaynağın verdiği bilgi eğer doğruysa bu kişilerin aşağı yukarı aynı coğrafyada, Kırşehir çevresinde bir araya gelmeleri de herhalde tesadüfle açıklanabilecek bir durum değildir. Belirtilen zamandan kısa bir süre sonra o bölgede Türkçe yazılmış pek çok eserin ortaya çıkmasının, bölgenin önemli bir kültür merkezi olmasının sebebi de anlaşılmış olur.
Moğolların Anadolu Selçuklu Sultanı olarak atadığı IV. Kılıç Arslan zamanında Türkmenlere çok zulmedildiği ve Türkmenlerin bu zulme karşı isyan ettikleri, bu zulümlerde özellikle Moğolların baskısıyla atanan devlet görevlilerinin aşırı gittikleri çeşitli kaynaklarda belirtilir. Bu isyanlardan en büyüğü Kırşehir civarında olmuş, bu isyanı bastırmakla Kırşehir Emiri Cacaoğlu Nureddin Cebrail görevlendirilmiş, bu kişi de emrindeki Moğol kuvvetleriyle isyanı kanlı bir şekilde bastırmış ve bu sırada Ahi Evran da şehit edilmiştir. Moğol Cacaoğlu Cebrail’in Türkmenlere yaptığı zulüm bir kaynakta şöyle yankılanır:
Cebraîl dirlerdi oldı Azraîl
Adûlarla danışurdı ol zelîl.
(Onun adına Cebrail derlerdi, ancak o, bizim için Azrail oldu, düşmanlarımızla konuşurdu o alçak.)
Anadolu’da Selçuklu Sanatı
Sanat tarihçileri, farklı kültürlere ait sanatlardan etkilenmekle birlikte Selçuklu sanatının, özellikle Selçuklu mimarisinin kendine has özellikler taşıdığını ne Arap ne Fars ne de Anadolu’nun eski uygarlıklarına ait sanatların kopyası olduğunu ifade ederler. Selçukluların çeşitli alanlardaki aşırı Arap ve Fars etkisine rağmen mimaride özel bir üslup geliştirdikleri kabul edilmektedir. Daha sonraki Beylikler ve Osmanlı dönemi sanatlarının da başlangıcı sayılan Selçuklu sanatına ait eserler, özellikle Doğu ve Orta Anadolu başta olmak üzere Anadolu’nun hemen her yerinde pek çok örneğiyle bugün de karşımıza çıkar.
Konunun uzmanları Selçuklu sanatının üç kaynağına işaret eder. Bunlar; İslam düşüncesini oluşturan manevi havanın verdiği öz, Anadolu’da var olan yerli kültürlerin ve bu eserleri yapan yerli ustaların katkıları ve üçüncü olarak da İslam öncesine giden Türk sanatının etkisi. Bu üç yönlü katkıyla Selçuklular çağında Anadolu’da konuyla ilgili oldukça özel bir anlayış gelişmiş ve ortaya muhteşem pek çok eser çıkmıştır. Bu sanatın günümüze ulaşan ilk örneklerinden biri, 1197 yılında yapılan ve halen ayakta olan Sivas Ulu Camidir. Özellikle Orta Anadolu’dan bazı şehirler, Selçuklu şehri olarak adlandırılır. Bu şehirlerin ve hatta bölgedeki ilçelerin pek çoğunda birer ulu cami bulunmaktadır. Ulu camiler, merkezi camilerdir ve hem halkın bir araya gelip çeşitli sorunlarını konuştuğu hem de şehrin yöneticilerinin halkla buluştuğu, ayrıca Cuma ve bayram namazlarında büyük kalabalıkların toplandığı yerler olmak bakımından özelliği olan mekânlardır. 1157 yılında Artuklular tarafından yaptırılan Silvan Ulu Cami de dönemin önemli eserlerinden sayılmaktadır. Selçuklu sanatıyla ilgilenen bilim adamları dönem sanatının şaheseri olarak 1228 yılında bitirilen ve Mengücükoğullarından Ahmet Şah ile Melike Turan tarafından Ahlatlı Hurremşah’a yaptırılan Divriği’deki külliyeyi kabul eder. Külliyedeki ulu cami ile bitişiğindeki darüşşifa halen bütün ihtişamıyla ayaktadır. Bütünüyle çok ince bir zevkin eseri olduğu her zerresinde görülen bu eser, Türk zevkinin ve ustalığının adeta somutlaşmış zirvesidir.
Anadolu’nun pek çok yerinde karşımıza çıkan Selçuklu kümbetleri, eski Türk sanatının izlerini en iyi yansıtan eserler olarak dikkat çeker. Bu kümbetler, kişiye konar göçer Türklerin çadırından esinlenilmek suretiyle yapılmış izlenimi verir. Van’da, Erciş’te, Ahlat’ta, Erzurum’da, bütünüyle bir müze görünümünde olan Harput’ta, Sivas’ta, Kayseri’de, Tokat’ta, Niğde’de ve daha başka pek çok yerde görebileceğimiz bu kümbetlerden pek çoğu da bütün ihmallere rağmen halen ayaktadır.
Erzurum’da, Sivas’ta ve yine başka bazı şehirlerde varlıklarını sürdüren, şehirlerimize kimlik veren, eskinin muhteşem eğitim kurumları medrese binaları ya da bina kalıntıları da Selçuklu sanatının muhteşem örnekleri olarak şehirlerimizle ve o şehirlerde yaşayan insanlarımızla birlikte yaşamaya, onlara tarihten haber vermeye, onları geçmişleriyle ilişkilendirmeye devam etmektedir.
Bazıları günümüzde de hizmet vermeyi sürdüren Selçuklu köprüleri de başlı başına birer sanat eseri olarak kabul edilmektedir.
Anadolu’da Selçukluların yaptırdığı çağın konaklama yeri olan kervansaraylar, ticaret hayatının ne kadar canlı olduğu konusunda fikir vermektedir. Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımın sağlandığı yollar üzerinde sıkça karşılaştığımız bu kervansarayların bir hattı Samsun, Sivas, Kayseri, Konya, Alanya, diğer hattı ise Samsun, Sivas, Kayseri, daha sonra bir hat deniz yoluyla Mısır’a, diğer yol ise Halep üzerinden Arap yarımadasına uzanmaktadır. Bu kervansaraylar Anadolu’da son derece önemli bir ticaret ağının varlığını gösterir. Konya- Aksaray Sultan Hanı ile Sivas-Kayseri arasındaki Karatay Hanı bugün de ayakta olan örneklerdir.
Selçuklu sanatında mimarinin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir, ancak hat ve minyatür ile diğer süsleme sanatlarına ait de son derece güzel örneklerin bulunduğunu belirtmemiz gerekir.
Selçuklu sanatından söz edildiğinde bugün bile insanları hayretten hayrete düşüren Ahlat’taki mezar taşlarından söz edilmezse konu eksik kalır. Her biri muhteşem görünümüyle insanları büyüleyen bu sanat eserleri, sanki Türklerin bozkırdaki yazılı taş dikme geleneğinin Anadolu’da İslam diniyle buluşmuş bir devamı niteliğindedir. Kubbetü’l-İslam olarak adlandırılan Ahlat, Selçuklu uygarlığının mayalandığı merkezlerden biri olmak bakımından Türk kültür tarihi için son derece önemli bir yerdir. Orada yetişen bilginler, mimarlar, ustalar, din adamları bütün Anadolu’da izler bırakmış önemli eserler ortaya koymuşlardır.
Unvanı “Kubbetü’l-İslam” yani İslam’ın kubbesi olan üç şehir; bugünkü Özbekistan’da bulunan Buhara, Afganistan’da bulunan Belh ve Bitlis ilimize bağlı bir ilçe olan Ahlat’tır. Bu şehirler bu unvanı yetiştirdikleri bilim, din, kültür ve sanat adamları ile mutasavvıflardan dolayı almışlardır.