SELÇUKLU KOLLARI-II
Irak ve Suriye’de Selçuklular
Türklerin bölgedeki, özellikle Irak’taki varlığının Abbasiler devrine kadar uzandığı önceki bölümlerde çeşitli kereler belirtildi. Konuyla ilgili olması ve insanların zihnindeki algıyı göstermesi bakımından Ali Şir Nevâyî’den ilgi çekici bir rivayeti aktarmakta yarar var. Bilindiği üzere Nevâyî, Türk kültür tarihinde son derece etkili bir kişiliktir. Kültür ve edebiyat tarihimizdeki pek çok ilki gerçekleştirme şerefi ona aittir. Türklüğün bu büyük mütefekkir ve aydını, bazı eserlerinde Türk kültürüyle ve tarihiyle ilgili birtakım notlar aktarır. Bunlardan biri İmamı Azam ile Atebetü’l-Hakayık adlı Karahanlı dönemi eserimizin yazarı olan Edip Ahmet Yüknekî’nin Hoca öğrenci ilişkisi konusundadır. Bu iki büyük kişiliğin esas olarak tarih bakımından aynı zaman diliminde yaşamadığını biliyoruz, ancak halk muhayyilesi, çok değer verdiği Edip Ahmet’i İmamı Azam ile buluşturmayı uygun görmüştür. Kültür tarihimizde bu tür durumlarla zaman zaman karşılaşılır ve bilim adamları bu durumu “Menkıbevî hayat hikâyesi” olarak adlandırır. Edip Ahmet de halk muhayyilesine, yani menkıbevî hayatına göre Bağdat’ta İmamı Azam’ın öğrencisi olmuştur. Nevâyî bu durumu Nesayimü’l-Mahabbe adlı eserinde şöyle anlatır: “Yaşadığı yer, Bağdat’tan epey uzaktaymış, bazıları otuz kilometre mesafe olduğunu söyler. Her gün İmam-ı Azam (kr)’ın sohbetine yetişirmiş. Onun derslerinden bilgiler öğrenip aynı yolu yaya olarak geri dönermiş. Dersteki yeri, ayakkabıların dizildiği, mescidin en aşağı yeriymiş. Hz. İmam’dan ‘Öğrencileriniz arasında en çok hangisini gönlünüz diliyor, hangisinden razısınız?’ diye sormuşlar. Öğrencilerinin içinde İmam Muhammet, İmam Ebu Yusuf ve onların kendileri gibi olan ders arkadaşları olmakla beraber, İmam (ks)’ın ‘Hepsi iyidir, ancak ayakkabıların olduğu yerde oturan ve bir konuyu iyice öğrenip otuz kilometre yolu yaya gidip gelen o kör Türk, hepsinden daha iyi öğreniyor.’ dediği rivayet edilir.” Edip Ahmet’in gözlerinin görmediği başka bazı kaynaklarda da nakledilmiştir.
Tarihî gerçekler Edip Ahmet ile İmamı Azam’ın oldukça farklı zamanlarda yaşadığını gösterir. İmamı Azam’ın ölüm tarihi 767, yani sekizinci yüzyıl, Edip Ahmet’in yaşadığı çağ ise on ikinci yüzyıldır, ancak yukarıda belirtildiği üzere halk muhayyilesi, aralarında dört yüz yıla yakın bir zaman olan bu iki kişinin aynı zamanda yaşamış olmasını uygun görmüş ve bu durum halk anlatılarında Nevâyî zamanına, yani on beşinci yüzyıla kadar süregelmiştir. Bu menkıbe, Bağdat’ta Türk varlığının erken dönemlerden başlayarak yadırganmadığının ve hatta gayet doğal bir durum olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Oğuzların Irak coğrafyasına ne zaman geldikleri konusunda daha önceki bölümlerde bazı bilgiler verildi. Anlaşıldığı kadarıyla Aral çevresinden obalar birliği halinde değil de tek tek ya da birkaç oba bir arada ayrılan Oğuz kitleleri, farklı bölgelere dağılmışlardı. Bir kısmı doğuya Karahanlı coğrafyasına, bir kısmı güneye Gazneli coğrafyasına gitmiş, bir kısmı ise batıya doğru yönelip İran üzerinden Azerbaycan’a, bir kısmı da yine İran üzerinden Bağdat çevresine yani Irak’a yönelmişti. Sonraki zamanlarda bu Irak’a yönelenlerin Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelmesinden ve halife ile yakınlaşmasından rahatsız olduklarından da söz edilmişti. Bu rahatsızlığın sebebi, herhalde yaşadıkları serbest hayata izin verilmeyeceği endişesi, güçlenen bir devlet içerisinde kendi başlarına hareket etmelerinin pek mümkün olmayacağı, boyun eğmek zorunda kalacakları düşüncesiydi. Oğuz obalarının her fırsatta baş kaldırdıkları, en küçük zayıflığı kendi lehlerine değerlendirmeye çalıştıkları bilinmektedir.
Irak’taki Oğuz kitleleri özellikle Musul çevresine yerleşmişlerdi. Güneyde Basra çevresinde de varlıkları tarihçilerce tespit edilmiştir. Bu, Türklerin hemen bütün Irak’ta var olduklarını gösterir. Irak’taki Oğuzların Musul Atabeyliği, Erbil Atabeyliği gibi devletler kurdukları ve bir süre bağımsız devlet olarak yaşadıkları da bilinmektedir. Faruk Sümer Hoca, Irak Oğuzlarından birtakım beylerin adlarını bize iletir. Bunlar: Ak Sungur ul-Buhari, Sungur ul-Bayati, Sungur Alp, Gız-Oğlu, Kür Yavı, Zeynüddin Ali Küçük, Beg Tegin, Muzafferüddin Gökbörü. Bu son bey ile ilgili Sümer Hoca şu değerlendirmeyi yapar: “Selahaddin Eyyubi’nin eniştesi olan Muzaferrüddin Gökbörü, bu devirdeki Haçlı savaşlarının en yiğit beylerinden biri olduğu gibi, yaptırdığı pek çok içtimai eserler ve halka karşı gösterdiği şefkat ve yardımlar ile ünü her tarafa yayılmıştı.” Bu değerlendirme, daha doğrusu Muzafferiddin Gökbörü’nün yaptıkları, bölgede yerleşik duruma gelen Oğuzların, artık yağmacı tavırdan uzaklaştıklarını, kendilerini devletin sahibi olarak görüp bu sorumlulukla davrandıklarını gösterir. Oğuzların böyle bir aşama kaydetmelerindeki en büyük pay hiç şüphesiz başlangıçtan itibaren kurucu bir devlet adamı sorumluluğuyla davranan, uzağı görüp ona göre düzenlemelerde bulunan ve Büyük Selçukluların gerçek kurucusu olan Tuğrul Bey’dir. Tuğrul Bey, gelecek ile ilgili düşünceleri için gerektiğinde ağabeyi Çağrı Bey’e bile karşı çıkmış, onun kendisini dinlemeyeceğini düşündüğü bir olayda kendi canına kıyacağını söyleyerek ağabeyini tehdit ederek istediği sonucu elde etmişti. Onun bu tavizsiz tavrını, Oğuzların bin yıldır bu coğrafyada varlığını sürdürmesindeki en önemli etken olarak değerlendirmek gerektiği düşüncesindeyiz. Çünkü devlet, halk varsa ve mutlu yaşıyorsa olur. Halk ise adaletle, iyi muameleyle, devletine güvenmekle, gelecek kaygısı yaşamamakla, gündelik ihtiyaçlarının karşılanmasıyla var olur ve mutlu olur. Tuğrul Bey’in, devletin temelini oluşturmaya çalışırken en çok dikkat ettiği şey, halkın mutlu olmasıydı.
Irak, özellikle Musul merkez olmak üzere Irak’ın kuzey bölgeleri Anadolu’dan çok daha önce bir Oğuz yurduna dönüşmüştü. Bu durum, bin yıldan fazla bir zaman geçmiş olsa da bugün de sürmektedir. Elbette orada başka halklar da yaşar, ancak Türkler bölgenin asıl halklarından biridir ve o bölgeyle ilgili yapılacak herhangi bir hesap, bölge Türklerini yok sayarak sonuç vermez. Bölge, Selçukludan sonra yirminci yüzyıl başlarında yaşadığımız büyük çöküşe kadar hemen hemen kesintisiz olarak Türk yönetiminde bir Türk yurdu oldu. Yirminci yüzyıl başlarında düştüğümüz zayıflık dolayısıyla petrol varlığı dikkate alınmak suretiyle cetvelle çizilen haritalarla ana parçadan koparılıp cetveli tutanların güdümünde devletçikler oluşturuldu, ancak Kerkük’te, Musul’da, Telafer’de, Tuzhurmatı’da, Tazehurmatı’da, Erbil’de, Süleymaniye’de hoyratlar söylenmeye devam edildiği sürece orası Türklüğün ilgi alanında olacak ve Türkiye güçlendikçe hoyratlar orada daha gür söylenecek, daha yüksek yankılanacak, bu Ankara’dan da, Bakü’den de, Tebriz’den de duyulacak. Nasıl ki “Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna” diye başlayan bir Harput türküsünde;
Lütfü gelsin telgrafın başına,
Bir tel çeksin Musul’da gardaşıma”
diye hâlen söyleniyor ve biz bu türküyü şimdi de severek, hatıralarımız canlanarak, içimiz burkularak dinlerken Musul’da askerlik yapan dedelerimizi hatırlayıp oraya selam gönderiyorsak, Abdurrahman Kızılay, Abdulvahit Kuzecioğlu ve daha nicelerinin gür seslerle söyledikleri hoyratlarla gelen selamları da almaya devam edeceğiz.
Suriye’de Oğuzlar
Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Oğuzlar oldukça erken zamanlarda görülmeye başladılar. Türklerin bu bölgelerde bu kadar rahat dağılmalarının ve yaşamaya başlamalarının çeşitli sebepleri sayılabilir, ancak önemli sebeplerden biri, bölgede bir otorite boşluğunun olması, Abbasi halifeliğinin gücünü kaybetmiş ve yardıma muhtaç durumda bulunmasıydı. Tarihin ve talihin garip cilvelerinden biri yaşanmış, kuruluşunda Horasan’dan gelen Türklerin büyük pay sahibi olduğu Abbasi devleti, yok olma tehlikesiyle karşılaştığında da Oğuzların yardımına sığınmak zorunda kalmıştı. Kaynaklar 1070 yılında Suriye’ye Navekiyye Türkmenlerinin geldiğini ve burada yağmacı Arapları sindirerek bölgeyi sükunete kavuşturduğunu kaydeder. Alparslan’ın da Bizans ordusunun harekete geçişini Suriye’de iken duyduğunu ve hızla hareket ederek Malazgirt ovasında karşıladığını biliyoruz. Bu yıllardan başlayarak Türk yurdu olan Suriye, Anadolu’nun Türkleşmesinde bir ara durak görevi yapmış ve Anadolu’ya gelen Oğuz boylarının büyük bir kısmı, bir süre Suriye’de yaşamış, bir kısmı yaylak olarak yüzyıllar boyu Anadolu yaylalarını, kışlak olarak ise Suriye’yi kullanmıştır. Halep ya da Bayır-Bucak Türkmenlerinin göç hikâye ve türküleri bugün başta Gaziantep olmak üzere Kilis, Urfa, Adıyaman, Hatay, Osmaniye, Adana, Kahramanmaraş, Sivas, Malatya illerinde anlatılır ve söylenir. Suriye’den başlayan göç yolu Anadolu’yu güneyden kuzeye geçerken Uzun Yayla’da konaklamış, Sivas ve Tokat üzerinden Karadeniz kıyılarına kadar ulaşmış ve bölge Türkmen obalarının yurdu haline gelmiştir.
Osmanlının kökeninin de bir süre bu bölgede yaşadıktan sonra Anadolu’ya geldiği, hatta başlarında bulunan oba beyi Süleyman Şah’ın Fırat’ta boğulması bilinen bir husustur. Süleyman Şah’ın hatırası unutulmamış, Cumhuriyet’i kuranlar bu hatıraya saygı babından onun mezarının bulunduğu Caber Kalesinin Türk toprağı sayılması konusunu, devletimizin kurucusu olan anlaşmalara koydurmuş ve orada Türk bayrağının dalgalanmasını sağlamışlardır. Bu durumu, o kuşağın sahip olduğu tarih bilincinin bir sonucu olarak değerlendirmek uygun olur.
Osmanlının aşiretleri iskân etme çabası dolayısıyla buradaki aşiretler zaman zaman devlete kafa tutmuş, bazen de devletle çatışmıştır. Dadaloğlu’nun meşhur “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışının kaynağı bu mücadelelerdir.
Irak’ta olduğu gibi Suriye’deki Türk varlığı da bin yıldan fazla bir zamandır sürüyor. Suriye, Selçuklulardan sonra bir süre de Memlukluların egemenliği altında yaşadı ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferiyle Osmanlı sınırlarına dahil oldu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük mücadelelere rağmen Türk yurdu olmaktan çıkarılıp yine sınırları cetvelle çizilen ayrı bir devlet kuruldu, ancak oradaki Türk nüfus bugün de var olmayı sürdürüyor, özellikle Hatay’ın devamı diyebileceğimiz Türkmen Dağı bölgesi, Bayır-Bucak bölgesi, Halep çevresi hem nüfusuyla hem yer adlarıyla Türkiye’nin devamı niteliğini koruyor.