DESTANLA DOĞAN TÜRKLER: OĞUZLAR IV
Oğuzlarla ilgili yapılan ve yapılacak olan hemen her çalışma için vaz geçilmez bir kaynak eser niteliği taşıyan merhum Faruk Sümer Hoca’nın Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatları-Destanları adlı muhteşem eser, Oğuzlar konusunda son derece değerli bilgiler içerir. Uzun yıllar uğraşılarak, adeta iğneyle kuyu kazılmak suretiyle ve bir kuyumcu titizliğiyle yazılmış olan bu eşsiz eser, her Türk evinde mutlaka bulunması gereken eserlerden biridir. Hoca bu eserin IX-XI. yüzyıllarda Oğuzları anlattığı bölümünde “X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında Türk âlemi başlıca beş Türk eli tarafından temsil ediliyordu. Bunlar: Oğuzlar, Karluklar, Uygurlar, Kimekler ve Kırgızlar. Bu Türk ellerine Kara Deniz’in kuzeyinde oturan Peçenekler de dâhil edilebilir.” biçiminde bir değerlendirme yapar. Hocanın bu cümlelerde “el” sözcüğünü kullandığı anlama dikkat edelim.
Devlet/İl ya da El Üzerine
Devlet, bilindiği üzere Arapçadan alınma bir sözcüktür. Acaba Türkler devlet sözcüğünü Arapçadan alıp kullanıncaya kadar bu kavramı karşılamak üzere hangi sözü kullanıyorlardı? Pek çok devlet kurmuş olan bir milletin dilinde devlet kavramını karşılayacak bir sözcüğün olmaması elbette düşünülemez. Bunu anlamak için başvuracağımız ilk kaynak elbette Köktürk anıt-yazıtları olacaktır. Bu yazıtlarda Bilge Kağan’ın ağzından çıkan şu ifadeler yeterli bilgiyi verir niteliktedir: “Üze kök teŋri, asra yagız yir kılıntukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış. Olurupan Türk bodunuŋ ilin, törüsin tuta birmiş, iti birmiş.” (Yukarıda mavi gök, aşağıda kara yer yaratıldığında ikisi arasında kişioğlu yaratılmış. Kişioğlunun üzerine atalarım Bumın Kağan, İstemi Kağan, han olmuş. Bunlar han olarak Türk milletinin devletini kurup yasalarını düzenlemişler.) Bu anıt-yazıtların bir başka yerinde konuyla ilgili daha dikkat çekici ifadeyle karşılaşırız: “İllig bodun ertim, ilim amtı kanı; kimke ilig kazganur men tir ermiş.” (Devlet sahibi bir millet idim, devletim şimdi nerede; kim için ülke kazanıyorum dermiş.) Anıtlarda bunlara benzer başka cümleler de yer alır, ancak bir fikir edinmek bakımından bu iki cümle yeterlidir. Bu cümlelerin bize söylediği; Türkler devlet kavramını karşılamak üzere “il” sözcüğünü kullanıyorlardı, ancak bu sözcük, ülke ve millet anlamlarıyla da kullanılan bir sözcüktür. İl sözüne Kâşgarlı da şu anlamları verir: İl 1. Ülke, eyalet, 2. İki hakan arasındaki barış, 3. At (Türklerin kanadı olduğu için-Bu açıklama Kâşgarlı’ya aittir), 4. Avlu, açıklık. İl bolmak Barış olmak. Bir başka değerli kaynağımız Kutadgu Bilig’de ise il sözcüğüne “İl, memleket, ülke, halk, saltanat” gibi anlamlar verildiğini görürüz. Bu eserde il sözünden türemiş “devlet adamı, bey, hükümdar” anlamları verilen “ilçi” ve “hükümdar” anlamı verilen “ilig” sözcüklerinin oldukça sık kullanıldığı görülür. Kutadgu Bilig’deki ilgi çekici bir türeme de “sulh yapmak, barışmak, uzlaşmak” anlamlarıyla karşılanan “illeşmek” eylemidir.
İl kavramı üzerinde durmamızın sebebi, devlet sözcüğünün Arapça kökenli olmasından dolayı zaman zaman bu sözcüğü karşılayacak Türkçe bir sözün olup olmadığına dair sorularla karşılaşmamızdır. Aslında devlet sözü de Türkçeye geldiği zamanlarda bugünkü anlamıyla pek kullanılmaz, daha çok talih, kader, kısmet vb. anlamlarla karşımıza çıkar. Dede Korkut’taki “Gönlünü yüce tutan erde devlet olmaz.” Yani “Kibir sahibi kişiden hayır gelmez.” cümlesindeki devlet sözünün anlamı, söylemek istediğimizi açıklayıcı niteliktedir.
Her millet için çok temel bir kavram olan devletin kendi dilinde karşılığının olmaması, o milletin ve o dilin bir eksikliği olarak değerlendirilir ve bu, çok da yersiz bir değerlendirme sayılmaz. Dil ile düşüncenin ilişkisi, yani dili konuşan kavmin evreni nasıl algıladığı, o dildeki kavramlar üzerinden değerlendirilir. Bir toplumun dilinde herhangi bir kavramı karşılayan sözcük yoksa o toplum o kavramı tanımıyor, o toplumun o kavramla herhangi bir ilişkisi olmamış demektir. Konuya bu açıdan bakıldığında Türkçede devlet kavramını karşılayan bir sözcüğün olmaması, Türk milletinin yaşadığı hayata ve tecrübeye aykırı bir durumdur. Çünkü tarihin bilinmeyen zamanlarından beri devlet teşkilatını oluşturmuş ve bütün tarihini büyük devletler kurarak yaşamış, tarihinin hiçbir anını devletsiz geçirmemiş olan bir toplumdan söz ediyoruz. Asıl soru, dilinizde herhangi bir kavramı karşılayan bir söz olduğu halde yabancı bir dilden aynı kavramı karşılamak üzere niçin bir söz alınır? Dilciler bu durumu ifade etmek üzere bazı terimler kullanıp çeşitli açıklamalar yaparlar. Biz buna kısaca Türk okur-yazarının tarihî hastalıklarından biri olan “özenti” diyoruz. Bu durum yalnızca devlet sözcüğüyle ilgili değildir ve Türkçenin başka pek çok sözü de bu “aydın özentisi” yüzünden unutulup kayboldu ve yerlerine yabancı sözler gelip kuruldu. Ne yazık ki bu hastalıklı tutum geçmişte kalmadı, günümüzde de benzer durumlarla karşılaşıyoruz, aradaki fark, geçmişte Arapça ya da Farsça sözleri tercih ediyorduk, şimdi ise İngilizce sözcükleri tercih ediyoruz. Bu duruma örnek olmak üzere uzlaşmak gibi son derece güzel, yapı olarak sağlıklı, tını olarak kulağa hoş gelen her şeyiyle Türkçe bir sözcük yerine “konsensüs” gibi bir ucubeyi kullanmak nasıl bir beyin yapısının sonucudur, anlamak kolay değil.
Aral Çevresinde Yeni Bir Yıldız Doğuyor
Sümer Hoca’nın tespitlerine göre 10. yüzyılın ilk yarısında Oğuzlar, Hazar Denizi’nden Seyhun ırmağının orta yatağındaki Fârâb (Karaçuk) ve İsficap yörelerine kadar olan bölge ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. Dönem kaynakları Oğuzların o günkü sınırlarıyla ilgili tam ve sağlıklı bilgiler verir. Oğuzlar, Hazar’ın doğusundan başlayıp Yesi yakınlarına kadar olan geniş bölgede konargöçer bir hayat sürüyorlardı. Belirtilen bu bölgedeki siyasi örgütleri yani illeri Oğuz Yabgu Devleti olarak adlandırılır, Selçuklu’yu doğuran il budur. Faruk Sümer Hoca, yukarıda adı verilen muhteşem eserinin Oğuzların Yaşayış Tarzı başlığı altındaki bölümünde Oğuz şehirlerinden de söz eder. Bu şehirlerin varlığı, Oğuzlarda yerleşik hayatın varlığının da göstergesidir. Bu bölümdeki şu ifadeler, bu eserin yazılması sırasında kaynaklara ulaşmanın ne kadar zor olduğunu gösteren ilgi çekici bir kanıttır: “Oğuz şehirlerinden biri olan Karnak hakkında hiçbir yerde bir kayda rast gelmedik. Z. V. Togan, Türk ili haritasında Karnak’ı Yesi’nin az kuzey batısında, ondan bir konak mesafede göstermiştir. Diğer taraftan Sabran’ın yakınındaki Sadık Ata Tepe’nin Karnak olduğu ileri sürülmektedir. Herhalde Karnak’ı Savran taraflarında aramak gerekir.” Faruk Sümer Hoca’nın bu eseri yazdığı zamanda Sovyetler Birliği vardı ve tabirin tam anlamıyla “Demir Perde” idi, oradan herhangi bir bilgiye ulaşmak Türk araştırmacılar için imkânsız bir durumdu. Burada geçen yer adları Türkistan’da günümüzde de bilinen ve kullanılan adlardır. Yalnız Yesi adı Ruslar tarafından Türkistan olarak değiştirildi, Karnak da dâhil olmak üzere diğer adlar yaşamaya devam ediyor. Zeki Velidi Togan bölgeyi bilen biri olduğu için verdiği bilgi doğrudur. Karnak, Yesi (Türkistan) şehrine oldukça yakın mesafede, bugün Özbek Türklerinin yaşadığı büyükçe bir köydür. Vaktiyle Oğuz yerleşimi olan bu köyün adı, göçlerle Anadolu’ya gelmiş ve bugün Malatya’da Kernek olarak yaşamayı sürdürür. Günümüzde bu bilgilere kolay bir biçimde ulaşma imkânına sahibiz.
Yesi adının Türkistan yapılması ise son derece sinsi bir siyasi düşüncenin ürünüdür. Bir yere Türkistan adının verilmesi, bir Türk olarak bizleri sevindirmesi gereken bir durumdur, ancak bu eylemin arkasındaki sinsi düşünce mide bulandırıcıdır. Bilindiği üzere Türkistan, Türklüğün tarihî yurdunun adıdır ve oldukça geniş bir coğrafyadır. Bu ad, her Türk’ün zihninde bu anlamı taşır. Sovyet ihtilali sırasında bölgede kurulan devletin adı da Türkistan Hükümeti idi, hatta Sovyet’in kurulduğu yıllarda da bölge, Türkistan adıyla bütün olarak birliğe dâhil edilmişti. Dönemin Türk aydınları, başta ünlü komünist Turar Rıskulov olmak üzere, bölgenin bütünlüğünün bozulmaması için çok çaba gösterdiler, ancak Sovyet egemenliğinin her şeye hâkim olmasından sonra yapılan ilk işlerden biri Türkistan kavramına saldırmak oldu. Bütün Türk coğrafyasını ifade eden bu söz, küçültülerek bir kasabanın adı durumuna getirildi ve Türkistan parçalandı. Türkistan sözünü ve kavramını yok etmek için kullanılan bir diğer söz de Orta Asya oldu. Orta Asya sözü, kimliksiz bir sözdür, Türkistan sözüne karşı bu sözün kullanımının tercih edilmesinin sebebi, bu sözdeki kimliksizliktir. Türkistan, çok açık bir kimliğe sahiptir, Türkistan, çok derin bir tarihi yansıtır, Türkistan, bütün Türklüğün belendiği beşiktir, Türkistan adı, tek başına bölgeyi Türklük üzerine tapular. Bu sözün yerine kullanılacak hiçbir sözde bu etki bulunmaz ve bu sözün yerine önerilen her söz bir art niyetin ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Her alanda olduğu gibi milliyetçilik için de kavramlar, kavramlaştırmalar son derece önemlidir. Rus siyasetinin komünizm örtüsü altında Türkistan kavramına saldırması, onu küçültüp yok etmeye çalışması, milliyet kavramını reddeden bir ideolojinin bir milletin ırkçılığının aracı durumuna getirilmesinin göstergelerinden biridir. Peki Türk olarak bizim buna karşı önlemimiz nedir? Bizim buna karşı önlemimiz, yazarken, konuşurken, her fırsatta Türkistan sözünü ısrar ve inatla kullanmaktır. Türkistan sözünün yok edilmeye çalışılmasının amacı, Türklerdeki birlik duygusunu yok etmektir. Çünkü Türkistan, bütün Türklerin üzerinde birleşeceği tek ve temel kavramdır. Türkistan, bir coğrafyanın ötesinde anlamı olan bir kavramdır. Yani Türkistan, yalnızca bir coğrafyanın adı değil, bütün Türklüğü bağrında barındıran bir kavramdır. Yukarıda söylediğimiz gibi, insanın da toplumun da beyni kavramlarla düşünür. Kavramlaştıramadığınız durum ve olgular sizin için yok hükmündedir. Var olmak, bir kavrama sahip olmak anlamına gelir. Kültürel zenginlik ancak ve ancak kavram zenginliğiyle gerçekleşebilecek bir olgudur. Fakir ve cılız kavramlarla var olmak, güçlü olmak, gelecek kurmak, güçlü bir uygarlık oluşturmak mümkün olmaz. Bu bakımdan Türkistan kavramının varlığının ve yaşatılmasının, her Türk’ün zihninde güçlü bir biçimde yer almasının Türklüğün de varlığının sürmesi anlamına geleceği unutulmamalıdır. Bunun farkında olan Özbek Türklüğünün liderlerinden Muhammet Salih tam da bu yüzden yazmış olduğu güzel eserine “Türkistan Şuuru” adını vermişti.