KIPÇAKLAR III
Kıpçaklar iki yüzyıla yakın bir süre Karadeniz’in kuzeyinde egemen oldular ve bu bölge Batılılar tarafından Komanya, İslam kaynaklarında ise Deşti-i Kıpçak olarak adlandırıldı. Bu egemenliğin önemli sonuçlarından biri, bu süre zarfında Rusların Karadeniz’e inmelerinin engellenmiş olmasıdır. Bu durum, doğal olarak Bizans’ın politikalarına da uygundu ve kaynaklar, Bizans’ın bu konuyla ilgili olarak Türkleri sürekli desteklediğini kaydeder. Bizans, Türklerin kendisi için tehdit oluşturduğunu gördüğünde de doğal olarak Ruslarla ya da uygun gördüğü başka bir kavimle işbirliği yapacaktır.
Kıpçak-Rus mücadelesi, Rus kültüründe ve edebiyatında kalıcı izler bıraktı. Rusçanın eski yazılı belgelerinden biri ve edebiyatlarının en değerli eseri olarak gördükleri İgor Polki (Slovo o Polku İgoreve) destanı bu dönemin hatıralarını yansıtır. Bu eserde anlatılan olay; Kıpçakların 1185 yılında Novgorod-Seversk knezi İgor kumandasındaki birleşik Rus ordusunu kuşatarak imha etmesidir. Başbuğ Könçek’in yönettiği bu savaşta prens İgor da dâhil olmak üzere bütün knezler yakalanmış, yaraları tedavi edilen İgor daha sonra kaçmayı başarmıştı. Bu eseri Rus dili, tarihi ve kültürü açılarından değerlendiren pek çok çalışma yapılmıştır. Rusların tek milli destanı sayılan İgor Polki destanının sahte olduğunu söyleyen bilginler de oldu. Bunlara göre, eser on sekizinci yüzyılda o dönemin olaylarını tarihi kayıtlardan okuyan biri tarafından yazılmıştır. Eserle ilgili bu iddiayı ortaya atanların da ciddi kanıtları olduğu bilinmektedir. Yani Rusların tek destanlarının uydurma olma ihtimali oldukça güçlüdür. Eserin bizi ilgilendiren önemli yönü, içerisinde barındırdığı Türkçe kökenli sözlerdir. Eserde genellikle giyim, silah, kişi, yer ve boy adlarının oluşturduğu elli civarından Türkçe kökenli söz bulunur.
Diller her devirde birbirlerinden söz alışverişi yapar, bu son derece doğal bir durumdur. Dilciler bu alışverişleri yorumlarken verici dili konuşanların alıcı dilin konuşucularına bir takım bilgileri öğrettiğini belirtir. Yani bir dil bir başka dile bir sözü vermişse, o söz, yalnızca birkaç sesin bir araya gelerek oluşturduğu ve anlamı olan bir ses bütünü değil, aynı zamanda bilgi yükü taşıyan ve gittiği yere bu bilgiyi de götüren bir sesler birliğidir. Bunun daha açık söylenişi; verici dilin konuşurları, alıcı dilin konuşurlarına bir şeyler öğretti demektir. Yani öğreten, öğrenen ilişkisi söz konusudur. Rusçanın ilk belgelerinden biri olan bu eserdeki Türkçe sözler de bize Türklerin Ruslara giyim kuşamla, silahlarla ilgili bir şeyler öğrettiğini kanıtlar. Buna karşılık Türkçede Rusça sözler var mıdır, varsa nelerdir? Kıpçak sahasında yazılan dönemin Türkçe eserlerinde Rusça sözle karşılaşılmaz. Daha sonraki zamanlarda, özellikle Sovyet döneminde uygulanan dil, eğitim ve kültür politikalarıyla Türk lehçelerine Rusça sözlerin girdiği bilinmektedir.
Kıpçakların Kafkaslar ve Gürcistan üzerinden kuzeydoğu Anadolu’da yerleştikleri, özellikle Karadeniz kıyılarında yoğun bir Kıpçak nüfus olduğu üzerinden durulmuştu. Büyük tarihçilerimizden merhum İbrahim Kafesoğlu Hoca, oldukça değerli olan ve bir el kitabı niteliği taşıyan Türk Milli Kültürü adlı eserinde Selçuklu çağının tanınmış kişiliklerinden, Azerbaycan Atabeyliği’nin kurucusu İldeniz’in de Kafkaslardan gelmiş bir Kıpçak Türk’ü olduğunu belirtir. Bu bilgi bize, Azerbaycan’da yüz yıla yakın bir süre egemen olan İldenizlilerin Kıpçak köklerini haber verdiği gibi, Anadolu’daki Oğuz-Kıpçak karışmasının bir benzerinin de Azerbaycan’da yaşandığını gösterir. Türk tarihinin oldukça önemli, fakat üzerinde fazlaca durulmayan yönlerinden biri bu boy karışmaları ve ayrılmalarıdır. Bu durum bütün yönleriyle ortaya konulduğu takdirde Türk boylarının ana kolları arasındaki ilişkilerin bütün çağlarda çok yoğun olduğu görülecek ve pek çok ayrımın da yapay olduğu anlaşılacaktır.
Kafkaslara gelmeleri dolayısıyla eski yurtlarını büyük ölçüde boşaltan Kıpçakların geride kalanlarından bir kısmı Kırım’a yerleşip burada ticaret hayatına atıldı ve köyler kasabalar da oluşturarak yerleşik hayata geçmeye başladılar. Bu hareket, Kırım yarımadasından kalıcı bir Türk varlığının oluşmasında önemli bir etken oldu. Kırım, batıya yönelen ilk Türk göçlerinden itibaren Türkler tarafından bilinmekte ve yurt olarak da kullanılmaktaydı, ancak bölgede köyler ve kasabalar kurarak yerleşik hayata geçme daha çok Kıpçaklarla oldu. Kırım, Karadeniz’in kontrol altında tutulması bakımından son derece stratejik bir coğrafya olduğu için hiçbir zaman rahat bırakılmadı, ancak bölgedeki geçmişi bin beş yüz yılı bulan Türk varlığı, Kırım’da hiçbir zaman bütünüyle yok edilemedi. Kırım Türklüğü, komünist Sovyet yönetiminin yaşattığı yirminci yüzyılın en büyük katliamlarından birine rağmen varlığını sürdürmeyi başardı. İnsanlığın görmüş olduğu en büyük katillerden biri olan Stalin, Çarlık Rusyası’nın emellerini gerçekleştirmek için yüz binlerce insanın ölmesine rağmen Kırım’daki Türk nüfusu sürgüne gönderip Kırım’ı Türklerden arındırmaya çalıştı. Bu olay, Sovyet Rusya’nın, komünizmin temel felsefesini oluşturan halkların kardeşliği ilkesini nasıl hiçe saydığının ve komünizmin Rus emperyalizmine hizmet eden bir ideolojiye dönüştürülmesinin önemli göstergelerinden biridir. Bütün insanlığın gözleri önünde yaşanan bu faciayı, kendisi de bir Kırımlı olan ve bütün bu acıları bizzat yaşayan Cengiz Dağcı, romanlaştırdı ve Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler ve daha başka romanlarıyla edebiyatımıza taşıdı.
Kafesoğlu Hoca yukarıda adı geçen eserinde Kıpçakların Deşt-i Kıpçak’taki son durumlarıyla ilgili olarak şu bilgileri verir: 1203 yılında Kiyef’i işgal etmelerine ve 1219 yılında Ruslarla birlikte bir süre için Galiçya’yı Macarlardan almış olmalarına rağmen, on üçüncü yüzyıl başlarında artık Deşt-i Kıpçak bütünlüğünde siyasi güce sahip bir Kuman topluluğu kalmamış gibidir. Doğudakiler Kıpçak, Kanglı, Yimek, Uran vb. adlar altında bozkırlarda eski kabile yaşayışı içinde iken Harzemşahlar Devleti ile ilişkilerini arttırarak, bu Türk-İslam devletinde görevler almışlar, sınırların genişlemesinde büyük hizmet görmüşler ve sonra Moğolların Orta Doğu’yu istila etmelerinin arifesinde Harzemşahlar imparatorluğunun askeri gücünün hemen tamamını oluşturmuşlardır. Fakat bu ordu Moğollar tarafından yok edildi.
Moğollar karşısında başarısızlık Deşt-i Kıpçak’ta da görüldü. Kırım’da Selçukluların egemen olması ve Karadeniz’in en büyük ticaret limanı olan Suğdak ve çevresinin Selçukluların eline geçmesi, bölgedeki Kıpçakların iyice zayıflamasına yol açtı. Bu durumda Kıpçaklar Ruslarla birlikte hareket etmeye başladılar. Moğol akınlarına da birlikte karşı koymaya çalıştılar, ancak 1223 yılındaki ilk Moğol saldırısında yenildiler. 1239 yılında Don havzasında Başbuğ Köten komutasında Moğollarla savaşan Kıpçak güçleri bir kez daha yenildi ve dağıldı. Başbuğ Köten, Moğolların elinden kurtulabilenlerle Macaristan’a sığınmak zorunda kaldı. Bugün Macaristan’da kendilerini Kuman köklerine bağlayan insanların var olduğunu biliyoruz. Bunlardan biri de önemli bir Türklük Bilimi uzmanı olan ve Dağıstan’ın Mohaçkale kentinde bir otel odasında ölü bulunan(!) Mandoki Kongur idi. Hocalarımızın dostu olması münasebetiyle şahsen tanıma imkânı da bulduğumuz bu yiğit Macar Kıpçağı’nın her şeyi not edenlerce Türklüğe yaptığı hizmetlerden dolayı öldürülmüş olma ihtimali oldukça yüksektir. Ve bu yiğit kişi için ölüm yıldönümlerinde Kazakistan’da vefa toplantıları yapılır. Mandoki Kongur ile ilgili verilen bu ara not, tarihle günün nasıl iç içe geçtiğinin acı bir örneğidir. Bir büyük Türk de “Siz, Türk olduğunuzu unutsanız bile düşmanlarınız asla unutmaz.” demişti, bu söz, tarihte yaşananları bilen birinin düşünerek söylediği ve akılda tutulması gereken bir sözdür.
Kıpçakların kalabalık bir bölümü de İdil Bulgarlarına katıldı ve orada nüfus çoğunluğu kazanarak Bulgar lehçesi yerine Kıpçak lehçesinin bölgenin lehçesi haline gelmesine yol açtılar. Bütün Kıpçak bozkırları Moğol istilasına uğrayıp 1256 yılında Altınordu devleti kuruldu, ancak Deşt-i Kıpçak tabiri daha uzun süre kullanıldı.
Kıpçakların iki yüz yıla yakın bir süre en etkili halk olarak yaşadıkları Kıpçak bozkırlarında birçok yer, ırmak, dağ, tepe, göl, köy ve şehir adı bırakmış olacakları açıktır. Doneç ırmağı boyunda bulunan Şaruhan, Balin ve Sugor’un Kıpçak şehirleri olduğu bilinmektedir. Bu şehirlerin önceleri Kıpçakların kışlakları olma ihtimali yüksektir. Kışın barınmak üzere yapılan yapılar, daha sonra şehirlerin temelini oluşturmuş olmalı. Kıpçaklarla ilgili olduğu düşünülen Kırım’daki önemli şehirlerden biri Azak’tır. Azak adının Türkçenin ayak sözüyle ilgili olduğu açıkça görülür. Türkçede d sesinin z ve y seslerine dönüşmesi oldukça sık karşılaşılan ve dilimizde pek çok örneği olan bir ses olayıdır. Eski Türkçedeki yadmak fiilinin bir yanda yaymak biçimine dönüşerek yaygın biçimde kullanılırken, diğer yandan “sofra yazmak, yufka yazmak”, başörtüsü anlamında, başa yayılan şey demek olan “yazma”, yayılmış, düzlük yer anlamında “yazı” sözlerimiz yaygın olarak kullanılmaktadır. Benzer biçimde adak sözü de belirtilen ses değişmesini yaşadı ve lehçelerde iki biçimli olarak kullanıldı. Çağdaş lehçelerimizde yaygın biçimi ayak olan sözümüz, Karadeniz’in kuzeyinde “azak” biçimiyle karşımıza çıkıyor. Azak sözü, kuzeyden güneye doğru düşünüldüğünde aşağıdaki yer anlamındadır. Azak denizi, aşağıdaki deniz anlamında, Azak şehri ise aşağı şehir anlamında Türk adlandırmalarıdır. Yukarıda Suğdak şehrinden söz edilmişti, aynı şekilde Azak şehri de Kıpçakların ekonomik hayatında önemli yeri olan bir şehir idi.
Karadeniz’in kuzeyindeki birçok ırmağın Türkçe adlar taşıdığı bilinmektedir. Bir coğrafyaya ad vermenin o coğrafyayı “kendileştirmek”, oraya mührünü vurmak anlamına geldiği belirtilmişti. Bu bölgedeki Türkçe adlar da bölgenin tarihi Türk yurdu olduğunu gösteren en değerli kanıtlar, daha doğrusu bölgeye vurulmuş mühürlerimizdir. Don ırmağının Türkçe adı, Ten, Dinyeper’inki Özi, Buğ’unki Aksu, Dinyester’inki Turla, kuzeyin en büyük ırmağı olan Volga’nın Türkçe adı da İdil’dir. Bu büyük ırmakların dışında kalan her büyük ya da küçük ırmağın da mutlaka birer Türkçe adı olduğu bilinmektedir. Türkiye’de Orkun, Aral, İdil, Tuna, Seyhan, Ceyhan gibi sözlerin çocuklarımıza ad olarak veriliyor olması, Azerbaycanlıların kan yaddaşı (kan hafızası) dediği şeydir ve farkında bile olmadan bizi hem tarihe, hem de coğrafyaya bağlar.