Türkler İdil Boyunda
Türklüğün tarihte kurduğu büyük devletlerden biri olan Köktürkler, bilindiği üzere sekizinci yüzyılda Uygurların baskısıyla dağıldı. Bu yüzyılda gerçekleşen dağılıştan sonra asıl Köktürk coğrafyasında Uygurlar egemen oldu ve bu egemenlik de dokuzuncu yüzyılda Kırgızlar tarafından sonlandırıldı, ancak güneye, bugünkü Doğu Türkistan’a inen Uygurlar bu bölgede “Büyük İpek Yolu” üzerinde kurdukları devletlerle bir süre daha siyasi varlıklarını sürdürdü ve daha önce de belirtildiği üzere zamanlarına göre son derece ileri bir uygarlık oluşturdular. Uygurlar, Köktürklerin egemen olduğu bütün alana hâkim olamadı ve Köktürklerin batı coğrafyasında değişik Türk kitleleri farklı bölgelerde yeni devletler kurarak tarih sahnesinde göründüler. Bunlardan biri de İdil boyu merkez olmak üzere kurulmuş olan Hazar Devleti idi. Daha önceki tarihleri hakkında fazla bilgi bulunmayan Hazarların Hun devletine bağlı Türk boylarından biri olduğu iddia edilmektedir. İdil boyuna ne zaman geldiklerine dair de bir bilgiye sahip olmadığımız Hazarların, daha önce sözü edilen Sabir (Subar, Suvar, Sibir, Savur) Türkleriyle ilişkili olma ihtimalleri de yabana atılacak bir durum değildir.
Hazar Coğrafyası
Hazar ülkesinin önceki merkezi Terek ırmağı boyları iken bunlar zamanla İdil ırmağının aşağı kıyılarına yerleşti. Bu bölge, önemli akarsuların suladığı alanlar olmanın yanında büyük ticaret yollarının da kesiştiği bir yer idi. Bölgenin tarihteki en önemli suyollarından biri İdil ırmağı idi ve bu ırmak vasıtasıyla Asya ile Avrupa arasında büyük bir ticaret hareketliliği söz konusu olmuştu. Türkistan’ın Harezm bölgesinden başlayıp Hazar’ın kuzeyinden aşağı İdil boyuna, oradan da Karadeniz’in kuzeyindeki limanlara ulaşan karayolu da orta yüzyılların önemli ticaret yollarından biriydi. Bu uygun koşullar, doğuda, Büyük İpek Yolu üzerindeki Uygurların ortaya koyduğu uygarlığa benzer bir uygarlığın, hemen hemen aynı çağlarda bu bölgede ortaya çıkmasını sağladı, ancak Türklüğün övünç kaynağı olacak bir uygarlığa sahne olan bu bölge ve Hazar Kağanlığı, son zamanlardaki yoğun çalışmalara rağmen henüz yeterince ve gerektiği gibi aydınlatılabilmiş değildir.
Hazar başkenti sekizinci yüzyıldan başlayarak Doğu Avrupa’nın en hareketli ve gelişmiş merkezi durumundaydı. Hazarların büyük çoğunluğu, tarıma ve ticarete bağlı duruma gelen hayat koşulları dolayısıyla şehirlerde toplanıp yerleşik bir hayatı tercih ederken bir kısmı da geleneğe bağlı kalarak sürülerinin peşinde konargöçer hayatlarını sürdürdü. Doğuda Uygurlar, coğrafyanın ve ekonominin gerektirmesi sonucunda nasıl yerleşip şehir hayatı yaşadıysa, batıda da Hazarlar aynı şekilde davrandı ve Uygurların Tarım havzasında oluşturdukları Turfan vb. şehirler gibi Hazarlar da İdil boyunda başta İtil şehri olmak üzere önemli ticaret merkezleri oluşturdu. Türkistan coğrafyasında yaygın olarak Uygurlarla başlayan ve kısa sürede büyük bir uygarlık oluşmasına yol açan şehir hayatı, kuzeyde İdil boylarında Hazarlarla başladı ve benzer bir uygarlık oluştu. Bu iki büyük uygarlığın en önemli ortak noktası, her ikisinin de dünya için önemli ticaret yolları üzerinde ve tarım yapılabilecek koşullara sahip bölgelerde oluşmasıdır.
Çevreyle İlişkiler
Hazarların, Köktürk egemenliğinde oldukları zamanda İranlılara karşı Bizans’ın müttefiki olan Köktürk bayrağı altında bu mücadelede yer aldıkları bilinmektedir. Batı Köktürk devletinin de dağılması sonucunda başlarının çaresine bakmak durumunda kalan Hazarlar, kendi devletlerini kurdu ve bağımsız olarak Bizans ile ilişkilerini sürdürdü. Kaynaklarda Hazar Leon diye de anılan 4. Leon’un annesi, bir Hazar prensesiydi.
8-9. yüzyıllarda gücünün doruğuna çıkan Hazar Kağanlığı, bölgede yaşayan Türk ve başka milletlere mensup pek çok kavmi egemenliği altına alıp Doğu Avrupa’nın en güçlü devleti durumuna yükselmişti.
- yüzyılda biri İtil şehrinden başlayarak İdil ırmağı üzerinden kuzeye, bir kolu Urallara, diğer kolu ise Fin körfezine, oradan da İskandinav ülkelerine uzanan, diğeri ise Bizans ve İskandinav ülkeleri arasındaki iki önemli ticaret yolu, hemen bütünüyle Hazar Kağanlığının kontrolü altındaydı. Bu durum, Hazarlar için son derece önemli bir gelir kaynağına sahip olma yanında ticaret hayatı içerisinde yer almalarını da zorunlu kılmıştı. Türkler bu vesileyle dünya ölçeğinde ticaretin en önemli aktörü durumuna gelmişti. Kuzey Türklüğünde, özellikle Tatar Türklerinde görülen ticaret becerisinin kökenini herhalde burada aramak gerekir.
Hazarlar, ticaret yollarının güvenliğini sağlamak amacıyla yol kavşaklarında ve stratejik olarak gördükleri yerlerde pek çok kale ve şehirler kurdu. Bu kalelerden biri, Akkerman da denilen Sarkel kalesidir. Dokuzuncu yüzyıl başlarında kurulduğu anlaşılan bu şehrin yeri bugün tam olarak tespit edildi ve burada yapılan kazılarda çıkarılan malzeme, Hazarlar hakkında, yeterli olmasa da birtakım bilgiler edinmemizi sağladı.
Hazarlarda Dinler
Hazar Kağanlığının devlet teşkilatı, Türk devlet geleneğine uygun bir yapıda olmakla birlikte farklı bazı özelliklere sahip olduğu da tarihçilerin üzerinde durduğu konulardandır. Aşina soyundan olan ve devletin sembolü olarak kabul edilen kağana çok büyük bir saygı gösterilmekte ve başka pek çok millette de görüldüğü gibi ilahi kökenli olduğuna inanılmaktaydı. Köl Tigin anıt-yazıtında geçen “Tengri teg tengride bolmış…” yani “Tanrı gibi gökte olmuş…” ibaresi, kağanların kökeni ile ilgili inancı tam olarak yansıtan bir ibaredir.
Hazarların din konusunda dikkat çeken özelliklerinden biri, diğer Türk devletlerinde de görülen, son derece hoşgörülü tavra sahip olmalarıydı. Hazarlarda halk kitlesinin büyük bölümü Eski Türk Dini’ne inanmayı sürdürürken kağan, beyler ve saray erkânı Musevilik dinini benimsemişti. Daha önce belirtildiği üzere İslam, Türkler arasındaki yayılmasında iki yol izlemişti. Bu yollardan biri, İran üzerinden Horasan’a ve oradan da Doğu Türkistan’a kadar uzanan coğrafyayı yurt tutan Türkler arasına, diğeri ise Doğu Anadolu ve İran üzerinden Azerbaycan’ı geçtikten sonra Kafkasları aşarak İdil ırmağı boyuna ve Karadeniz’in kuzeyini yurt tutan Türkler arasına uzanan yol idi. Kafkaslar üzerinden gelen İslam dini, Hazar Türkleri arasında da oldukça önemli sayıda taraftar buldu. Hazar halkı arasında yayılan inanç sistemlerinden bir diğeri ise Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebi olmuştu.
Hazar Kağanlığında Musevilik dini, özellikle yönetici kitle ile sınırlı kaldı. Devleti yönetenlerin bu dini benimsemeleri konusunda kaynaklar birtakım bilgiler verir, ancak konu bütünüyle aydınlatılmış değildir. Musevi dinine mensup insanlar hem Bizans, hem de İslam coğrafyasında sıkıştırılınca kuzeye yöneldi ve Hazarlara sığındı. Bu durum, İran’da takibata uğrayan Mani dini mensuplarının Türklere sığınmasına ve onlar içerisinde taraftar bulmasına benzetilebilir. Uygurlar tarafından korunan Maniciler, dinlerini burada yaydı ve bir kısım Uygur, bu dini benimsedi.
Hazarlar tarafından benimsenen Musevilik, bazı Türk kitleleri tarafından yüzyıllar boyu yaşatıldı ve özellikle Kırım, Ukrayna ve Polonya’da günümüze kadar geldi. Bu durum, bazı araştırmalara da konu oldu ve İsrail oğulları için “milli din” durumuna getirilen Musevilik’in, kaynakların İmamı Azam Ebu Hanife ile Bağdat’ta aynı hapishanede yattığı belirtilen Anan bin Davit tarafından kurulan Karay mezhebi, Hazar Türkleri tarafından benimsenip yaşatıldı. Arthur Koestler tarafından yazılan On Üçüncü Kabile adlı eserde ve daha pek çok çalışmada ele alınan bu mesele, henüz bütün yönleriyle aydınlatılmış değildir. Naziler tarafından yok edilen Polonya Musevilerinin büyük çoğunluğunun Hazarların bakiyesi olan Musevi Karaylar olduğu bilinen bir konudur.
Hazar Kağanlığı, insanlık tarihinde dini hoşgörünün örneği olarak gösterilen devletlerin başında gelir. Esasen bu durum, bütün olarak Türk devlet anlayışının temel özelliklerinden biridir. Tarihinde pek çok büyük devlet kurmayı başarmış olan Türklerde din taassubu pek görülmez. Devletin görevi, insanların huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamak, yani “açları doyurmak, çıplakları giydirmektir”. İnanç konusu, bireyleri ilgilendiren bir konudur ve devletin işleyişine müdahale edilmediği sürece insanların neye, nasıl inandıkları devletin meselesi değildir. Büyük devlet ya da imparatorluk diye adlandırılan yapılar, geniş coğrafyalarda egemen oldukları için ister istemez farklı halkları, farklı etnik kitleleri, farklı mezhep ve dinlere mensup insanları bünyelerinde barındırır. Devletin asıl sahibi olan kurucu millet ya da boy, kendi inancını ya da mezhebini diğer halklara dayattığı takdirde, en çok kendisi için gerekli olan iç huzuru kendi eliyle bozmuş ve dış tehdit ve tehlikelere karşı bünyeyi dayanıksız duruma getirmiş olur. Bu da öncelikle kurucunun zararına işleyecek bir süreci başlatır ve bunda ısrar etmek de çöküşü getirir. İç huzuru sağlamanın ve bünyeyi sağlamlaştırmanın önemli yollarından biri, inanç özgürlüğü ve din ile devlet ilişkilerinde farklı inanç sahiplerini rahatsız etmeyecek bir düzenin oluşturulmasıdır. Hazar tarihiyle ilgili kaynaklar, bunun sağlandığını ve bir yanda eski Türk dini varlığını sürdürürken diğer yanda da Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi üç kitabi dinin toplumda kendilerine yer bulabildiklerini, devletin gerekmedikçe bunlara müdahale etmediğini, dinlerin birbirleriyle ilişkilerinde ise arabulucu ve düzenleyici olduğunu belirtiyor.
İnsanlık tarihinde ortaya çıkan savaşların ve insan ölümlerinin önemli bir kısmının inanç kaynaklı olduğu görülür. İnananlarını çoğaltmayı, egemenlik alanlarını genişletmeyi amaçlayan dinler ve mezhepler, insanlığın bunca tecrübesine rağmen yirmi birinci yüzyılda bile pek çok anlaşmazlığın ana sebebi olarak karşımıza çıkar. Genelde Türk devlet anlayışı, özellikle de Hazar Kağanlığı, bu konuda insanlığa ilham kaynağı olabilecek niteliğe sahip çok değerli bir örnek olarak önümüzde durmaktadır.
Onuncu yüzyıl ortalarına kadar Doğu Avrupa’nın güçlü devletlerinden biri olan Hazar Kağanlığı; yoğun dış baskılar, askerlik sisteminin bozulması, iç düzenin sarsılması gibi nedenlerle çöküşe geçti. Çöküşte önemli payı olan dış unsurlar da Slav, Peçenek ve Uz (Oğuz) baskıları ve saldırıları idi.
On birinci yüzyıl içinde tarih sahnesinden çekilen Hazar Kağanlığından günümüze; Hazar Denizi’nin adı ve Musevi dinine bağlılıklarını sürdüren ve Litvanya, Polonya, Kırım ve Türkiye’de varlıklarını sürdürmeye çalışan az sayıda Karay Türk’ü hatıra olarak kaldı.