TÜRKİSTAN OKULUNU DOĞURAN ŞARTLAR
İnsanoğlunun yeryüzüne dağılması ile ilgili bugüne kadar çeşitli görüşler ortaya atıldı ve konuyla ilgili pek çok çalışma yapıldı. Bilginler insanlığın tarihi macerasını anlama çabalarını bugün de sürdürüyor. Bin yıllar boyunca avcı-toplayıcı bir hayat yaşayan insanlık, zamanla hayvan ve bitkileri evcilleştirmek suretiyle tarım yapmayı ve yiyecek biriktirmeyi öğrendi. Tarım, iklim şartlarıyla ilgili olduğundan dünyanın her yerinde değil, uygun iklimli coğrafyalarda mümkün oldu ve zamanla bu bölgelerde nüfus yoğunlaşması da görülmeye başlandı. Nüfusun yoğunlaşması kendine has sorunlar doğurduğu gibi pek çok avantajı da yanında getirdi.
Bilginler tarım yapılan ve yiyecek biriktirilen ilk yerin bereketli hilal olarak adlandırılan Akdeniz’in doğusu ve Mezopotamya olduğunu söyler. Bu bölgede iklim şartlarının uygunluğu yanında tarım için gerekli olan ikinci öge de su varlığı idi. İnsanoğlu zamanla bu bölgeden taşıp benzer şartlara sahip başka yerlerde de tarım yapmayı sürdürdüğü gibi dünyanın farklı bölgelerinde bağımsız olarak kendi bölgelerine has bitkileri ve hayvanları evcilleştirmek suretiyle tarım yapmaya başlayan toplumlar da oldu. Sonraki çağlarda uygarlığın oluşup geliştiği bölgeler olarak dikkat çeken bu yerlerin yıldızı zaman zaman zayıflasa da özel durumlarını tarih boyuncu korudular.
Tarım dolayısıyla yerleşik hayatın başladığı ve dolayısıyla bilgi ve yiyecek biriktirip sonraki kuşaklara aktarmanın görüldüğü yerler; Bereketli Hilal’den doğuya doğru hemen bütün Orta Asya, Çin’in tarıma uygun bölgeleri, özellikle İndus vadisi olmak üzere Hindistan, batıya doğru ise Anadolu üzerinden Akdeniz havzası idi ve dünyanın bu bölgeleri tarım kuşağı olarak adlandırıldı.
Orta Asya ve Uygarlık
Bugünkü şartlarda Türkistan olarak adlandırdığımız coğrafyanın sınırlarını kabaca şöyle çizebiliriz: Doğuda Çin, güneyde Hint yarımadası, kuzeyde Sibirya, batıda ise İran. Türkistan yerine Orta Asya dememizin sebebi ise söz konusu edeceğimiz dönemde bölgede Türklerle birlikte ağırlıklı olarak Fars kökenliler olmak üzere başka halkların da olmasıdır. Belirtilen coğrafyanın önemli bir bölümü yüzyıllar boyunca bozkır kuşağından gelen Türk akınlarına hedef oldu, sonraki yüzyıllarda ise Türkler bu bölgelere yerleşmek üzere geldi, Türk nüfusun yoğunlaşması, pek çok yerli halkın Türkler içerisinde erimesi sonucunu doğurdu ve bu durum da bölgenin Türkistan olarak anılmasına yol açtı. Türkler bölgeye kendi bilgi ve tecrübelerini getirdikleri gibi çok geçmeden bölgenin birikimini de edinip her alanda başat rol oynadılar. Atlı konargöçer hayatın kendilerine kazandırdığı “yönetme” alışkanlığı burada da kendini gösterdi ve kısa sürede bütün bölgenin yönetiminde belirleyici oldular. Türklerin bu coğrafyadaki etkileri ne yazık ki yeterince incelenip değerlendirilmedi. Bozkırdan gelip tarım kuşağına yerleşen Türk insanının yeni şartlara uyum sağlama yeteneğini, karşılaştığı yeni bilgilerle ilgili tavrını, hayatın değişik alanlarına dair yenilikler ortaya koyma güç ve yeteneğini tespit edecek araştırmalara ihtiyaç var.
Bölgede yüzyıllar süren tarım faaliyeti ve zaman geçtikçe üretim faaliyetinin artması, ihraç ürünlerinin çoğalması, uluslararası ticaretin ana güzergâhı olan İpek Yolu’nun varlığı bir zenginlik oluşturdu. Özellikle İpek Yolu boyunca büyük şehirler kuruldu, bu coğrafya, insanlığın önemli uygarlık merkezlerinden biri olma özelliğini uzun süre devam ettirdi. İslam öncesinde oluşmuş olan uygarlık, İslam’ın kabul edilmesinden sonra yeni bir ivme kazanarak daha da gelişti.
Orta Asya’da Büyük Şehirler ve Su
Yazının bundan sonrasında S. Frederick Starr’ın yazdığı Yusuf Selman İnanç tarafından dilimize çevrilen Kayıp Aydınlanma adlı eserden yararlanıldı. Eserde İran’ı ve İranlıları öne çıkarıp zorda kalmadıkça Türk’ü anmamak için çaba harcanmakla birlikte konu derli toplu ele alınmış.
Bilindiği üzere uygarlık kavramıyla şehir kavramı birlikte anılır, hatta uygar olmakla şehirli olmak eş anlamlı sayılır. Yunan Coğrafyacı Strabon daha M.Ö. birinci yüzyılda Orta Asya’dan kentli bir toprak olarak söz eder. Bölgede elbette çok daha önceki çağlarda büyük kentler vardı. Bölgenin büyük kentlerini kısaca bir kez daha hatırlayalım. Önemli kentlerden biri Belh’ti. Belh’in zenginliği hububat tarımına, metal araçlarla seramik ev eşyaları ve kaliteli deri üretimine ve bunların ihracına bağlı idi. Şehri kuşatan surların uzunluğunun 120 km olması şehrin büyüklüğü hakkında yeterli bilgiyi verir. Benzer bir şehir, bugün de Türkistan’ın incisi olan Semerkant’ın atası diyebileceğimiz Efrasiyap’tı. Efrasiyap’ın zenginliği daha çok giyim üretimine bağlıydı. Sonraki yüzyıllarda Dünya’nın en değerli kâğıtları da Semerkant’ta üretilecek ve önemli bir ihraç ürünü olan bu kâğıt, her yerde aranacaktır. Tirmiz ve Merv de büyük şehirlerdi. Merv’in dış surlarının uzunluğu 250 km civarında idi. Güney Kazakistan’da yer alan Otrar da bölgenin bir başka büyük şehriydi. Bunların dışında da Hazar’dan Doğu Türkistan’a kadar bu sayılanlara göre küçük pek çok şehir vardı. Bunların her biri, Arap ordularının Orta Asya’yı fethinden önce önemli ticaret ve uygarlık merkeziydi.
Bölgenin yeterli olmayan su kaynaklarının son derece verimli kullanıldığı görülür. En az üç bin yıldan beri bölgede sulama mühendisliğinin uygulamalarına rastlanır. Yukarıda adı belirtilen kitaba göre M.Ö. altıncı yüzyılda Harezm halkı hidrolik mühendisliğinde uzmanlaşmıştı. Kanallar kazmak suretiyle ırmak sularını onlarca kilometre uzaktaki şehirlere götürebiliyor ve ücra kasabaları bile suya kavuşturuyorlardı. Dünyanın hiçbir yerinde su teknolojisi buradaki kadar gelişmemişti.
Sokakları taş döşeli olan kentlerde mabet ve türbelerin çevresine hamamlar yapılırdı. Dışarıdan gelenlere konaklama imkânı sağlayan hanlarla bağlantılı ticaret merkezleri vardı. Selçuklu ve Osmanlı’da karşılaşılan cami ile hamamın yan yana yapılmasının kökeninin Orta Asya’daki düzenin devamı olduğu anlaşılıyor. Kaynaklara göre bölgenin kentlilik geleneği beş bin yıl öncesine kadar gitmektedir.
Aslında doğal şartlar Orta Asya’da bu düzeyde bir uygarlığın gelişmesi için çok da yeterli sayılmaz. Bütün gelişmelerin, özellikle tarım ve dolayısıyla yiyecek biriktirmeye dayalı olan çabanın temel ihtiyacı bol su kaynaklarıdır ve yük ağırlıklı olarak Seyhun ve Ceyhun ırmakları üzerindedir. İnsanoğlu bu iki ırmağı doğal durumuna bırakmamış ve eski çağlardan beri kurduğu sulama düzeniyle hem şehirlerin hem de tarla ve bağ-bahçelerin su ihtiyacını gidermiştir. Orta Asya’da doğup gelişen uygarlığa “su uygarlığı” dense yeridir. Güneşin suyla temasını azaltmak için kanallar derin kazılmış ve buharlaşma önlenmeye çalışılmış, ayrıca sızıntıları önlemek maksadıyla kanalların içi astarlanmıştı. Modern dönemlerde de bu ırmakların suyu tarımda yoğun olarak kullanılmakta, ancak Sovyet mühendisleri yukarıda belirtilen iki sistemi de uygulamadıkları için bu ırmaklarla beslenen Aral neredeyse üçte iki oranında küçüldü ve şu anda bölgede büyük bir çevre felaketi yaşanıyor.
Ticaret Hayatı
Orta Asya’daki zenginliğin kaynaklarından biri uzun mesafeli ticaretti. Ticaret büyük kervanlarla yapılırdı ve deve kervanlarıyla taşınan ticaret malları içinde lacivert taşı, yeşim taşı, zümrüt gibi değerli taşlar ve altın, bakır gibi madenler önemli yer tutardı. İhraç malları içinde ipek de oldukça önemliydi. Merv’de bir ipek böceği enstitüsü bile vardı. Yüzyıllar süren bu ticaret, Orta Asya’nın bütün kentlerinde büyük bir tüccar sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştı. M.S. üçüncü yüzyılda Turfan ve Hoten gibi şehirlerde kâğıt üretimi yapılmaktaydı, daha sonra Orta Asya’ya yayıldı ve kâğıt üretiminde standardın belirleyicisi Semerkant oldu. Bir kısım bilginler İpek Yolu’na Kâğıt Yolu da der. Avrupa’da kâğıt üretimi ancak on üçüncü yüzyılda başlayabilmişti.
Altı bin önce Türk coğrafyasında atın evcilleştirildiği ve ulaşım aracı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Eyerin ve üzenginin de aynı coğrafyada icat edilip kullanılması bölge halkına büyük bir avantaj sağladı. Atı ulaşım aracı olarak kullanan göçebeler için zamanla bu hayvan önemli bir ihraç ürünü oldu.
Okur-yazarlık ve Kütüphaneler
Kayıtlara göre Arap istilasından yüzyıl önce Semerkant’ta çocuklar küçük yaşta okuma yazma öğrenmeye başlar ve iyi bir eğitimden sonra ticarete atılırdı. Bölgede İran kökenli dillerle Türkçenin yoğun bir kullanımı söz konusuydu. Arap istilasından önce Orta Asya’da Yunan ve Arami alfabeleri yaygındı, ancak Türk yazısıyla da pek çok metin yazılmıştı. Türkler arasında okur-yazarlığın ne düzeyde olduğunu tam tespit etmek mümkün değilse de özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan belgeler okur-yazarlığın yaygın olduğunu gösterir. İslam öncesinde Orta Asya’da kitap sayısının çok olduğu ve her yere yayıldığı bilinmektedir. Geçen yüzyılın başlarında Aurel Stein, Doğu Türkistan’ın Dun Huang mağaralarında saklanan, Uygurlardan kalma binlerce cilt kitapla karşılaşmıştı. Bu kitapların bir kısmı çeşitli alfabelerle yazılmış Türkçe eserlerdi, ancak başka dillerle de pek çok eser vardı.
Araplar bölgedeki İslamiyet öncesi dönemden kalma kütüphaneleri yok etti, ancak ulaşamadıkları Doğu Türkistan’da kitaplar olduğu gibi korundu. İstilanın ardından gelen kargaşa, bölgenin gelişmesine sekte vurdu. Hayatın normale dönmesiyle Orta Asya’da taze ve yenilikçi düşünce, yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar çok ürün verdi.
Orta Asya’yı istila eden Arap komutan Kuteybe, bölgedeki eski dinlere ve uygarlıklara ait yazılı eserlerin hemen tamamını yok etti. Kuteybe’nin ordusu buradaki uygarlığın değer biçilmez varlıklarını mahvetmiş ama aynı zamanda aynı kaynaktan güçlü bir kültürel ve siyasi enerji akışına yol açmıştı. Çünkü zihinlere hâkim olan bilim düşüncesi varlığını sürdürüyordu. Sonunda galip gelen bu enerji Orta Asya’da olduğu gibi hilafetin yeni başkenti Bağdat’a da yayıldı. İslam dünyasında görülen büyük bilimlik gelişme genellikle batıdan doğuya doğru diye düşünülür, ancak doğudan batıya, yani Orta Asya’dan halifelik merkezine doğru yönelen bilim üzerinde ne yazık ki yeterince durulmadı.
İslam öncesindeki güçlü şiir geleneği İslam’dan sonra da Araplar arasında sürdü ve halifeler şairleri gözetti. Abbasiler döneminin önemli vezir ailesi Bermekîler ise genellikle Orta Asyalı Fars ve Türk halklarına mensup olanların başı çektiği tabiat bilimleri ve beşeri bilimlerle uğraşan bilginleri korudu. Yahya Bermek, oğlu Cafer ve ikinci oğlu Fazıl Bağdat’taki felsefe, matematik, gökbilimi ve tıptaki yeni düşüncelerin en etkin destekçileriydi. Bu alanlarda kalıcı eserler bırakanların çoğu Orta Asya’dan gelenlerdi. Orta Asya’da camilerin içinde birer kütüphane oluşturulması da belirtilmesi gereken bir gelenek olmuştu. Bu geleneğin kökleri de elbette İslam öncesindeki kütüphanelere dayanmaktaydı.
Tarihte bilinen ilk büyük kültür katliamı Hristiyanlarca 3. yüzyılda İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesiyle yapıldı, ikinci büyük kültür kıyımı Kuteybe tarafından Orta Asya’nın pek çok kütüphanesinin yok edilmesiyle, üçüncüsüyse Moğolların İslam coğrafyasındaki, özellikle Bağdat’taki kütüphaneleri yok etmesiyle yaşandı. Bu kıyımların son ikisinde Türk kültürü ve edebiyatı belki de yüzlerce eserini kaybetti. İslam coğrafyasındaki pek çok kültür varlığını yok eden Hülagu’nun Meraga’da Nasırüddin Tusi için bir rasathane ve rivayetlere göre dört yüz bin kitaplık kütüphane kurması, Türkistan’daki anlayışı gösteren, konunun bir başka yönüdür.
Türkistan Okulu’nu oluşturan maddi şartları kısaca ve ana çizgileriyle böyle belirtebiliriz.