MAVERAÜNNEHİR (ÇAYARDI) BİLGELİĞİ NASIL OLUŞTU?
Önceki yazımızda Maveraünnehir’in coğrafi konumuyla ilgili bazı bilgiler aktarmış ve bu bölgenin uygarlık tarihimizdeki yeri üzerinde durmaya çalışmıştık. Belirtilen coğrafyanın milli varlığımız ve kimliğimiz açısından son derece önemli olduğunu düşündüğümüz için konu üzerinde daha etraflıca durmak ve bölgede yetişip insanlığa önemli katkıları olmuş, ayrıca hem din, hem de kültür hayatımızda önemli izler bırakmış bazı bilginlerle uğraş alanlarından kısaca söz etmek isteriz.
Daha önce belirtildiği gibi Türk uygarlık tarihi, Türk savaş tarihinin gölgesinde neredeyse fark edilmez oldu. Bu, bir ölçüde anlaşılabilir, çünkü bizim gibi çok sık varlık yokluk mücadelesi yaşayan toplumlarda tarihin genellikle heyecan unsuru öne çıkarılır, ancak milli bilincin ve kimliğin sağlam temellere dayanmasında savaş tarihinin yeterli olmadığı, bunun için insan zihninin ve gönlünün başka duygulara da gerek duyduğu düşünülmelidir. Savaşlar ve yiğitlikler, heyecanları besler, heyecanlar ise kısa süreli yani geçicidir; biri birini oluşturup geliştiren irfan ve uygarlık ise gönülleri ve bilinçleri besler ve uzun süreli sonuçlar doğurur. Bilinçleri ve gönülleri sağlam bilgilerle doymuş bireylerden oluşan toplumlar, kendilerinden daha emin olur ve geleceğe daha güvenle bakıp yeni kuşaklarını da bu olgunluk ve bilinçle yetiştirir. Maveraünnehir üzerinde fazlaca durulmasını, yeniden hatırlanmasını istememizin sebebi, tarihte yaşama isteğimiz değil, pek çok hayati eksiğimizin giderilmesinin buradaki tarihi birikimden yararlanılarak, en azından neyin nasıl yapıldığını hatırlayarak mümkün olacağını düşünmemizdir.
Bilgi, Bilgi, Bilgi
İnsanlık tarihi, daha çok bilgi üreten toplumların diğer toplumları etkilediğinin, onları yönettiğinin, hatta zaman zaman onları kendine benzeştirdiğinin yani asimile ettiğinin pek çok örneğini gösterir. Yaşadığımız çağda bu durumla her zamankinden daha çok karşı karşıyayız. Pek çok sebebi sayılabilecek olan asimilasyon, Türkçe söyleyişle bir başka toplumla benzeşme ve onun içinde erime şöyle bir süreç izler: Önce çeşitli sebeplerle bir özenme başlar, özenme zamanla aşağılık duygusuna dönüşür ve insanlar kimliklerini oluşturan değerlerden utanmaya başlar. Değerlerini ve değerlerinin oluşturduğu kimliği, kurtulmak gereken bir yük olarak görmeye başladıktan sonra kimlik değişiminin önünde bir engel kalmaz.
Bilgi ve bilgin değer gördüğü yerde yaşar, gelişir ve ürün verir. Bilimin gücü yalnız maddi üretimle sınırlı değildir, üretildiği toplumda insanların kendine güven duygusunu da besler ve onlara yeni ufuklar açar, onları yeni üretimlere yönlendirir. Eski Yunan, Roma ve Bizans biliminin, Urfa ve Nusaybin üzerinden Sasanilerin İran’da kurduğu bilim şehri Cündişapur’a, oradan da Abbasilerin oluşturduğu uygun ve rahat ortamdan dolayı Bağdat-Basra’ya taşınmasının sebebi, Bizans imparatorlarının Hıristiyanlık içerisinden doğan mezhepler yüzünden bilim zihniyetinden uzaklaşması ve kendi mezheplerinden olmayan bilginleri ülkelerinden kovması, onların da daha rahat yaşayacakları ve davet aldıkları coğrafyalara göçmesidir. Tarihi kaynaklar Cündişapur’a yalnız Bizans’tan değil Hint yarımadasından da bilginlerin geldiğini ve bilgi ve tecrübelerini aktardıklarını kaydeder. Bu, ilk dönem İslam uygarlığının temelinde Sasani, Bizans ve Hint köklerin olduğunu gösterir. Emevi ve Abbasi halifelerinin saraylarında farklı dinlere mensup bilginlerin, özellikle tabiplerin bulunduğu yine tarihi kaynaklarda kayıtlıdır.
Belirtilen bu üç kaynağa Maveraünnehir’de Türk uygarlığının, özellikle henüz varlığını sürdüren, ancak İslamlaşmamış olan Uygurların birikimiyle, Çin birikimi de eklendi ve çok görkemli bir uygarlık doğdu. Özellikle Biruni’nin Hint coğrafyasında var olan bilgi birikimini İslam bilim çevresine taşıdığına dair kayıtlar, Maveraünnehir’deki gelişmenin bir başka cephesini gösterir. Siyasi güçle de desteklenen bu büyük uygarlık, bir cazibe alanı da oluşturdu ve dünyanın değişik yerlerinden bilim heveslileri bu bölgeye geldiği gibi erken dönemlerde burada üretilen bazı eserler on ikinci yüzyıldan başlayarak Avrupa dillerine çevrildi.
Araplık mı, İslam mı?
Maveraünnehir bilginleri başlangıç eğitimlerini Bağdat’ta oluşturulan bilim kurumlarında aldı. Özellikle Abbasiler döneminde oluşan özgür hava, bilimin gelişmesinde büyük etkendir, ancak bu özgür hava İslam fıkhının gelmiş geçmiş en büyük bilgini olarak kabul edilen İmamı Azam yani “en büyük imam” unvanlı Ebu Hanife’nin cezaevinde ölmesini, belki de öldürülmesini engelleyemedi. Ebu Hanife bir mevali idi. Mevali, azat edilmiş köle demektir. Ebu Hanife parayla satılan bir köle değildi, ancak Araplar, Arap olmayan herkesi “mevali” olarak adlandırdıklarından bu büyük din bilgini de “mevali” sınıfından sayılırdı. İslam’ın bütün çabalarına rağmen Araplardaki ırkçı duygu ne yazık ki yok olmamış, Emeviler devrinde son haddine varan ırkçı uygulamalar Abbasiler devrinde zayıflamakla birlikte mevali tabiri kullanılmaya devam edilmiştir. Arap olmadığı bilinen Ebu Hanife’nin hangi millete mensup olduğu tartışılan bir konudur, Fars olduğunu söyleyenler olduğu gibi Türk olduğunu söyleyenler de vardır. Din bilginlerinin bugün de fikir açıklamaktan çekindikleri ana diliyle ibadet konusundaki fetvası onun geniş bakış açısını göstermek bakımından değerlidir. Türklerin büyük çoğunluğunun amelde mezhep imamı olarak onu kabul etmesi herhalde bir tesadüf eseri olmamalı.
Emeviler ve Abbasiler döneminde dinle ilgili pek çok tartışmaların yapıldığı, pek çok mezhep ve tarikatın ortaya çıktığı görülür. Bilimdeki gelişmeler de doğal olarak ciddi bir tartışma ortamı doğurdu. Bu tartışmalar, farklı görüş ve düşünceler; siyasetin malzemesi yapılıp kan dökülmesine sebep olmadığı sürece toplumların gelişmesi için oldukça gerekli ve yararlıdır, ayrıca insan aklının gerektiği gibi kullanıldığını göstermek bakımından da sağlıklı bir durumdur. Ne yazık ki insanlık tarihinde de, İslam tarihinde de mezhepler yüzünden, yani dini farklı yorumlamaktan dolayı pek çok kan döküldü. Dört halifeden üçünün Müslümanlar tarafından öldürülmesi ne kadar acıdır.
İslam’ı benimseyen bütün Türkler, Hz. Ali’ye ve soyuna büyük bir haksızlık yapıldığını düşündü ve büyük bir kısmı da Ali taraftarlığını yol olarak benimsedi. Ebu Hanife’nin de Emeviler ile yapılan mücadelelerde Abbasiler yanında yer aldığı bilinmektedir. Hz. Ali’ye yapılan haksızlığı onun da kabul ettiği ve dinin buyruğu gibi sunulan, ancak bir Emevi uydurması olduğu anlaşılan, serbest düşünceyi yok etmeye yönelik her şartta “Yöneticilere itaat etme” anlayışında olmadığı görülür.
Türkler iman yani itikat konularında da aklı ve bilgiyi önceleyen Semerkantlı Maturidi’yi kendilerine imam olarak kabul etti. Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye medreselerinde İmam Gazali’nin, daha sonra Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır’dan İstanbul’a getirilen Eşari bilginlerinin etkili olmasıyla Maturidilik düşünce dünyamızda ve din hayatımızda gerektiği gibi yer bulamaz oldu, ancak son yıllarda ülkemizde Maturidilik ile ilgili pek çok çalışma yapıldı. Bu durumu öze dönüş arayışları olarak değerlendiriyoruz ve güzel sonuçlar vereceğini düşünüyoruz.
Bu başlık altında değinilmesi gereken bir önemli konu; Arapların İslam dininin evrensel mesajlarını anlamaya çalışmayıp onu sürekli “Arap dini” gibi algılamaları ve öyle sunma çabalarıdır. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti “Ey insanlar” diye başlar ve İslam’ın inanmamızı buyurduğu Allah, “âlemlerin rabbi”dir, yani İslam, bütün evrene hitabeden bir dindir. Yukarıda üzerinde durulan “mevali” konusu da Araplık düşüncesinin bir uzantısıdır. Aynı biçimde bütün Müslüman milletlerin bilim adamlarının katkısıyla oluşan bilim ve uygarlığı da Arap bilimi ve uygarlığı olarak görme ve gösterme uğraşı da dikkat çeker. Bu anlayış ne yazık ki Avrupa bilim çevrelerinde de görülür.
Türk Müslümanlığı Ne Anlama Gelir?
Türk Müslümanlığı denildiğinde pek çok itirazla karşılaşılır. “İslam tektir, bunun milletlere göre adlandırılması doğru değildir” düşüncesi bu itirazların temelini oluşturur. İnsanlar ve toplumlar üzerinde çok büyük etkisi olan din de dâhil olmak üzere hiçbir şey onların bütün alışkanlıklarını bir anda değiştirme güç ve yeteneğine sahip değildir. Bir din bir toplumun dünyasına girdiğinde elbette onu dönüştürür, aynı biçimde toplum da o dini kendine özgü duruma getirir, kendine göre yorumlar. Temel anlayış ve ibadetler değişmez, ancak eski inancın ve geleneğin ürünü olan pek çok uygulama, yeni dinin rengini alıp sürdürüldüğü gibi millet yeni dinini kendi şahsiyetine göre yorumlar. Oğuz Türklüğünün İslam’ı benimsemesi üzerinden bin yıl geçti, ancak İslam öncesine ait pek çok alışkanlık İslam kisvesi ile yaşamaya devam ediyor. Din adamları bunların bidat olduğunu anlatıp mücadele etseler de yok etmeye güçleri yetmiyor, çünkü bu uygulamalar kalabalıklar için bir kimlik ögesidir.
Türk Müslümanlığı denildiğinde yalnız bu eski uygulamalar anlaşılmamalı. Kişiler gibi milletlerin de kendilerine özgü kişiliği olur ve yeni benimsenen din ya da başka bir kültür ögesi milletin şahsiyeti içerisinde bir kalıba girer. Burada da bir karşılıklı etkileşme yaşanır ve varsa aykırılıklar törpülenir, ancak yine bütünüyle yok olması kolay olmaz. Türklerin Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Peygamber’e, ibadet yerlerine, türbelere saygısı, bir Arap ya da Fars’a göre oldukça farklıdır. Bu farkın sebebini Türk milletinin milli kişiliğinde aramak gerekir.
Türk Müslümanlığının bir yönü de Maturidi akılcılığıdır. İslam dünyasında akılcılık denildiğinde Mutezile akla gelir, ancak Türkler buna çok rağbet etmedi ve kendilerine daha uygun gördükleri Maturidiliği benimsedi. Daha önce birkaç yazıda üzerinde durmaya çalıştığımız Ahmet Yesevi’nin hoşgörülü bakışı da bizim din anlayışımız üzerinde etkili olan unsurlardan biri oldu.
Türk’ün ayırıcı özelliklerinden biri de utanma duygusudur. Bu duyguyla ilgili bir örneği Osmanzade Hüseyin Vassaf adlı bir şeyh efendiden aktaralım. 1920’li yıllarda Hac ziyareti için Arabistan’a giden Hüseyin Vassaf Efendi hatıralarında Mekke’de gittiği bir hamamı şöyle anlatır: “Hamam pek kalabalık idi. Suriye ahalisi zaten pek serbest. Mısır ise onlara meydan okuyacak derecede olduklarından derun-u hamamda cümlesi peştemalları bir tarafa bırakmışlar, edep ve terbiyenin kabul etmeyeceği bir manzara ile erbab-ı edebi taciz etmekte bulunmuşlardı. Hele kurnada yalnız başınıza abdest alabilmek devleti bir ferde nasip olmuyordu. Yıkandık. Belki temiz girip kirli çıktık. Edep ve riayet, hürmet ve nezaket, dinde sadakat ancak evlad-ı Türk’te görülür. Bunun için Cenab-ı Hak Türkleri akvam-ı muhtelifeye galip ve hükümran eylemiştir. İşte bu sırr-ı manevidir ki hakikati güneş gibi aşikârdır vesselam.”
Türk’ün karakter özellikleriyle bir araya gelen İslam dini, İmam-ı Azam Ebu Hanife ile İmam Maturidi’nin akla hitap eden yorumları, Maveraünnehir bilgeliğinin ürünü olan Hoca Ahmet Yesevi ve müritlerinin gönülleri besleyen, gönül kırmayı Kâbe’yi yıkmaktan beter kabul eden hoşgörülü tasavvuf anlayışıyla da birleşip Türk Müslümanlığını doğurdu.
Sonraki yazıda da Türk Müslümanlığı konusuyla Maveraünnehir bilginleri üzerinde duralım…