Lozan karşıtları, açık biçimde tıpkı savaşın kazanılmasıyla Yunanistan’a sığınıp Türklükten istifa eden hocaları Şeyhülislam bozuntusu Mustafa Sabri gibi Lozan’da Türk temsilcilerinin karşısında olanların yanında yer almakta, tarihe karışmış olan Lord Curzon’un çağımızdaki hizmetçiliğini yapmakta, kraliçeden aldıkları görevi yerine getirmeye, Türk’ün kutsallarını kullanarak Türk’ün kahramanlarını Türk’ün gözünde değersizleştirmeye çalışmaktadırlar. Bütün sermayeleri din olan bu kişilerin ortak özelliği, dindar kisvesi altında Türk düşmanlığında sınır tanımamalarıdır.
Lozan
Öncelikle Lozan konusunda yararlandığımız kaynağın Fransızca aslından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Devletler Hukuku profesörlerinden Seha Meray tarafından Türkçeye çevrilip Yapı Kredi Yayınları arasında çıkarılan Lozan Barış Konferansı adlı 8 ciltlik eser olduğunu ifade edip Türk ulusuna bu büyük hizmeti yapan merhum hocaya minnet duygularımızı ve rahmet dileklerimizi belirtelim. Merhum Meray Hoca eserin ön sayfalarından birini Atatürk’ün şu sözüne ayırmış: “Bu muâhedename (anlaşma), Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muâhedenamesiyle ikmâl edildiği (tamamlandığı) zannedilmiş büyük bir suikastın inhidamını (sona erdiğini) ifade eder bir vesikadır (belgedir). Osmanlı devrine ait tarihte emsâli (benzeri) nâmevsuk (olmayan) bir siyasi zafer eseridir.” Atatürk’ün bu sözünde özellikle vurguladığı Sevr konusu önemlidir. Çünkü Türkiye, Lozan’a giderken Sevr’i parçalayıp yüzlerine çarptığı devletlerle eşit koşullarda bağımsız bir devlet olarak anlaşma yapmak düşüncesini taşıyordu. Osmanlı tarafından imzalanan Sevr Anlaşması, İtilaf Devletleri tarafından hazırlanmış, Osmanlı Devleti’nin düşüncesinin sorulmasına bile gerek görülmemiş, Osmanlı heyetine yalnızca imzalayıp imzalamama hakkı tanınmıştı, atılan imza ile de başta başkent İstanbul olmak üzere bütün ülkenin işgaline izin verilmiş, ordu terhis edilmiş, silahlar teslim edilmiş, işgalcilerin kontrolünde, varlığını ne kadar sürdürebileceği onların merhametine bırakılmış göstermelik bir pâdişah ve hükümet kalmış, devlet aygıtı bütünüyle işgalcilerin kontrolüne geçirilmiş, yüzyıllardır uygulanan kapitülasyonlar dolayısıyla acımasız bir sömürü yaşanmakta, Düyȗn-ı Umumiye yönetimi eliyle devlet gelirlerine el konulmakta, işgal edilen vatan topraklarından yüzbinlerce insan aç sefil biçimde İstanbul’a ve Anadolu içlerine akmakta, açlık, kıtlık ve salgın hastalıklar binlerce can almaktadır. Birinci Dünya Savaşı’na katılanlar, savaşı 1918’de bitirmişti, yalnızca Türkiye bağımsızlığını kazanabilmek için dört yıl daha savaşmak zorunda kaldı. Sürdürülen bu savaş, hiç ihtimal verilmediği halde 1922 yılında Türk’ün kesin zaferiyle sonlanınca İtilaf Devletleri Türkiye’yi, o zamanki söyleyişle Ankara Hükümeti’ni Lozan’a davet etmek zorunda kaldı.
Lozan Karşıtlarını İyi Tanımalı
İşte Lozan, bütün bunlar yaşanırken kazanılmış bir Millî Kurtuluş Savaşı sonunda yapılacak olan anlaşma idi. Evet savaş kazanılmıştı ancak Lozan’a giderken arkada bir de tam anlamıyla bitkin bir vatan, bitmiş, yorulmuş, hemen her şeyini yitirmiş, genç yiğitlerini savaş alanlarında bırakmış, yaralılardan, hastalardan, kadınlarla çocuklar ve yaşlılardan ibaret bir millet vardı. Bugün, suret-i haktan görünüp sanki Türk ulusunun yararlarını gözetiyormuş gibi bir tavır takınarak kimlerin altlarına verdiği bilinmeyen(!) rahat koltuklarında oturup, kimlerin kiraladığı bilinmez(!) kalemleriyle Kurtuluş Savaşımızı kazanan kahramanlar hakkında hiçbir insani ve ahlaki sınır tanımaksızın konuşanlar, yazıp çizenler ne Türk ulusunun ne Türk devletinin ne de Müslümanların dostudur. Onlar, açık biçimde tıpkı savaşın kazanılmasıyla Yunanistan’a sığınıp Türklükten istifa eden hocaları Şeyhülislam bozuntusu Mustafa Sabri gibi Lozan’da Türk temsilcilerinin karşısında olanların yanında yer almakta, tarihe karışmış olan Lord Curzon’un çağımızdaki hizmetçiliğini yapmakta, kraliçeden aldıkları görevi yerine getirmeye, Türk’ün kutsallarını kullanarak Türk’ün kahramanlarını Türk’ün gözünde değersizleştirmeye çalışmaktadırlar. Bütün sermayeleri din olan bu kişilerin ortak özelliği, dindar kisvesi altında Türk düşmanlığında sınır tanımamalarıdır. Bu soy özürlüler, ne yazık ki milletin din konusundaki hassasiyetinden yararlanmakta ve her zaman çevrelerine bir taraftar kitlesi de toplayabilmektedirler. Halbuki başta İslam olmak üzere hiçbir din inananlarına soysuzluğu önermez, soysuz mümin istemez…
Lozan Heyeti
Lozan’a giden Türk temsilcilerin başında da hemen bütün hayatı cepheden cepheye koşmakla geçmiş, bütün hayatını savaşlarda geçirmiş, savaşın ve barışın ne olduğunu çok iyi bilen bir komutan, Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa vardı.
Bu komutan da Lozan için şöyle diyor: “Bütünleşmiş, tek cinsten oluşan bir vatan; bunun dahilinde harice karşı doğal olmayan koşullardan ve hükümet içinde ifade eden ayrıcalıklardan temizlenmiş bir durum; normal olmayan malî yükümlülüklerden kurtulunmuş bir durum; kendini savunma hakkını elde etmiş, kaynakları bol ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir. O Türkiye’yi bu anlaşmalar ifade etmekte ve göstermektedir.”
Kurtuluş Savaşımızın başarıyla bitmesi üzerine Mudanya’da yapılan ateşkes anlaşmasından sonra İtilaf Devletlerinin çağrısıyla İsviçre’nin Lozan kentinde 22 Kasım 1922’de yani bundan tam 101 yıl önce barış yapılmak ve koşulları konuşmak üzere bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa, Yunanistan, İtalya, Japonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı temsilcileri vardı. Kendileriyle ilgili konular olduğunda Sovyetler Birliği, Bulgaristan gibi ülkelerin temsilcileri de ülkelerinin görüşlerini belirtmek üzere toplantılara çağrılmışlardı. Ülkemiz; İsmet Paşa, Rıza Nur, Hasan Bey tarafından temsil edildi ve yine Türkiye’den Münir Bey, Zekai Bey, Mustafa Şeref Bey, Veli Bey, Tahir Bey ve Tevfik Bey de toplantıda hazır bulundular.
Lozan Tutanakları
Toplantı tutanakları okunduğunda son derece nazik bir üslup ancak oldukça çetin bir mücadele olduğu anlaşılır. Diplomasinin ne demek olduğunu bu tutanaklar açık biçimde ortaya koyar. Çok nazik bir üslupla edilen hakaretler, küçük görme ifadeleri, küçük düşürme çabaları, açık arama ve bulmalar, en ufak bir açığın nasıl değerlendirileceği, tarihte olup bitenlerin, yapılan anlaşmaların, söylenmiş sözlerin nasıl kullanıldığı/kullanılacağı ve daha pek çok şey bu tutanaklardan öğrenilebilir. Bu tutanakların üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümlerinde ders kitabı olarak okutulabilecek metinler olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Toplantılara İngiltere temsilcisi Lord Curzon başkanlık etmektedir. İtilaf Devletlerinin görüşleri onun ağzından sunulur. Lord Curzon’un dünya bizden sorulur, dünyayı biz yönetiyoruz, bizden izinsiz yaprak kımıldayamaz düşüncesini her sözüyle hissettiren bir tavrı vardır. O, her şeye hâkim hissini vermeye çalışan ve herkese tepeden bakan bu tavrıyla toplantıya katılanları psikolojik baskı altına almaya çalışmakta, 1918 yılındaki galip edasını takınarak yeni koşulları görmezden gelmekte ancak savaş galibi olarak oraya giden Türk heyeti de açık biçimde bu tavra karşı çıkmakta, buraya Sevr’den değil Mudanya’dan geldiğini anımsatmakta, elde edebileceğinin en çoğunu almaya çalışmaktadır. Anlaşma masasına eşit koşullarda oturulması görünüşte benimsenmişti ancak Lord Curzon, hakim tavrını her fırsatta gösterme çabasındaydı. Barış görüşmeleri sırasında, özellikle Boğazların durumunun belirlenmesi sırasında İngiltere’nin Çanakkale’de yediği tokadın intikamını almaya çalıştığı, Boğazlardaki geçişlerde hiçbir kısıtlamayı kabul etmediği görülür. Lord Curzon ve öteki İtilaf Devletleri temsilcileri, Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu işgalindeki katkı ve rollerini kesinlikle kabul etmezler.
Büyük bir yenilgi yaşamasına, pek çok insanlık suçu işlemesine, şehirleri, kasaba ve köyleri yakıp yıkmasına karşın küstahlığından bir şey eksilmemiş olan Yunan temsilcisi, bir kez daha koruyucularının kanatlarına sığınmakta, onların desteğini arkasında gördüğünden şımarıklığını sürdürmektedir. Fransızlar ve İtalyanlar, bütün haklarını Lord Curzon’a devretmiş bir görünümdedir. Bulgarlar, ne yapıp edip Kuzey Ege’ye bir çıkış yolu ve orada bir limana sahip olma çabası içindedir. Özellikle Boğazlar konusuyla ilgili olan Romenler, bu konuda İtilaf Devletleriyle aynı saftadır. Onlar ise Boğazlarda herhangi bir devletin, elbette kastedilen Türkiye’dir, egemenliğini kabul etmemekte, Boğazlar ile Marmara çevresinin silahsızlandırılmış bölge olmasını, Boğazlarda her türlü savaş ve ticaret gemisinin geçiş serbestliği olması konusunda katı bir tutum sergilemektedirler. Boğazlar konusunda Japonlar da aynı düşüncededir. Sovyetler Birliği, Boğazların Türkiye’nin tam hakimiyetinde olması konusunda ısrarcı ve tavizsiz bir tutum sergiler.
Toplantıda ilk ele alınan konu, Trakya sınırının belirlenmesi konusudur. Bu konuyla ilgili tartışmalar; silahsızlandırılmış bölge, Adalar Denizi’nin kuzeyinde Bulgaristan için bir çıkış limanı ve özellikle de Edirne’nin bir mahallesi olan Karaağaç’ın ve buradaki tren istasyonunun Yunanistan’a mı, yoksa Türkiye’ye mi verilmesi gerektiği üzerinde yoğunlaşır. Türkiye dışında toplantıya katılan hemen herkes sınır olarak Meriç Irmağını kabul etmekte, Türkiye’nin Meriç’in batısına geçmesini kabule yanaşmamaktadır. Batı Trakya’da oylama yapılması önerisi de kabul edilmemektedir. Bütün tartışmaların sonunda Karaağaç, Türkiye’ye bırakıldı.
İstanbul ile Boğazların hiçbir koşulla bağlı olmaksızın derhal boşaltılması Türk heyetinin tartışma kabul etmediği bir durum idi. Bu yüzden ikinci olarak ele alınan konu; Boğazlar ile adalar sorunudur. Yukarıda da belirtildiği üzere Boğazlar konusunda pek çok tartışma yapıldı ancak konunun çözümü istenilen gibi olmadı ve 1936’da bugünkü durumu belirleyen Montrö Anlaşması yapılıncaya kadar bizim için sorun devam etti. Lozan’da Çanakkale Boğazı’nın Adalar Denizi ağzında bulunan ve güvenlik açısından önemli olan Gökçeada ile Bozcaada, Rum nüfus yoğunluğu olmasına karşın Türkiye’ye bırakıldı.
Çok tartışılan konuların başında yüzyıllardır bir sömürü aracına dönüşmüş ve hemen her fırsatta kurtulunmaya çalışılan kapitülasyonlar konusu geliyordu. Bu konuda bütün müttefikler ile ABD, Türk heyetinin karşısında konumlanmış ve ülkeyi Batı’nın sömürgesi durumuna düşürmüş olan bir araçtan vazgeçmek istemiyorlardı. Türk heyeti de düşüncelerinden geri adım atmadı ve sonunda Türkiye, Kanuni tarafından bağışlanmış ve her geçen gün daha da ağırlaşmış ve adeta boğazını sıkar duruma gelmiş olan bu büyük utançtan ve yükten kurtuldu. Yalnızca bu bile Türkiye için Lozan’ın ne kadar değerli olduğunu göstermek için yeterlidir.
Azınlıklar konusu da önemle üzerinde durulan konulardan biri oldu ve aslında savaşın bitmesiyle Rum azınlığın büyük bölümünün Türk yurtlarını kendiliğinden terk etmesi dolayısıyla önemli oranda çözülmüştü. Bu konuda anlaşma sağlamak çok zor olmadı ve bazı bölgeler dışarda tutulmak koşuluyla zorunlu mübadele yani karşılıklı değişim benimsendi.
Bir başka önemli konu; Düyun-ı Umumiye, yani Osmanlı borçlarının ödenmesi sorunuydu. Bütün müttefikler, konuyla ilgili tavizsiz bir tutum sergilemişti.
Türk heyeti, büyük devletlerin sürekli Osmanlı’nın iç işlerine karışması deneyimini diri tutmakta ve bu duruma yol açacak herhangi bir eksikliğe izin vermemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Lozan görüşmelerinin en çetin aşamalarından biri, güney sınırımız konusunda oldu. Savaş bittikten sonra İngilizler tarafından alelacele işgal edilen ancak Misak-ı Millî sınırları içinde olan Musul vilayeti, bütün çabalara karşın İngilizlerin elinden alınamamıştı.
Biz, hayati bir engel olmadıkça barış yapmak zorundaydık diyen İsmet Paşa, yukarıda adı geçen esere yazdığı ön sözde oldukça çetin geçen görüşmelerin zaman zaman kesildiğini belirtir ve müttefiklerin tutumuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Müttefikler, arzu ettikleri anlaşmayı bize kabul ettirmek için yalnız müzakerelerde hukuki çekişmelerle kalmamışlar, Şubat’ta büyük baskı ve gösteri ile konferansı kesintiye uğratmaya kadar kararlı olarak gitmişlerdir. Zannediyorlardı ki bu kadar şiddetli bir baskı karşısında çözülemeyen meselelerde Türkler boyun eğeceklerdir. Şubat teşebbüsünü reddedip ayrılmayı göze aldığımızı gösterdikten sonra daha Ankara’ya gelmeden, daha İsviçre’de iken ileri vardıklarını ve Türklerin hayati gördükleri meseleleri herhâlde elde etmek için tehlikeleri göze alabileceklerini, şiddete, zora baş eğmeyeceklerini anlamışlardı. Buraya kadar tecrübe etmeden bunu kabul etmiyorlardı.”
İsmet Paşa’nın belirttiği gibi Türk heyeti toplantıyı terk etmişti ancak Lord Curzon, aceleyle toplantının bitmediğini, ara verildiğini açıklamış ve İsmet Paşa’ya arka arkaya dostane mesajlar göndermişti.
İsmet Paşa devam ediyor: “Müttefikler başka bir şeye de güveniyorlardı: Yeni Türkiye, yeni bir devletin büyük reformları içinde idi. Bu reformları Türkiye bünyesinin ne kadar hazmedeceği meçhul idi ve onlar için konferansta kaybettiklerini yeniden elde etme fırsatını verebilecek bir ihtimal idi. Bu sebeple birtakım vadelere bağlanmış kararlarla yetinmekte sakınca görmediler. Vadeler gelinceye kadar olacak olaylardan ümitli idiler. Müttefiklerin gelecek için bir ümitleri de yorulmuş, yoksul düşmüş bir milletin harap olmuş ülkesini onarmak için mutlaka yardıma muhtaç olacağı, bunun için kendilerine müracaat edildiği vakit savaşta ve Lozan’da kaybedilmiş olan eski alıştıkları usullerin ve muamelelerin tekrar konabileceği idi… Ümitleri bu anlaşmanın uygulanamayacağı idi. Bu ümitleri hiç gerçekleşmedi… Müttefiklerin iktisadi nüfuz sahaları ve Türkiye’ye yardımın anormal istifadeler karşılığında yapılması alışkanlığı hiçbir zaman gevşemedi… 1. Cihan Harbi’nden kalan anlaşmaların hiçbiri yaşamaz. Yalnız Lozan Anlaşması ayaktadır.”
İsmet Paşa’nı dikkat çektiği ekonomik ilişkilerdeki Batı uyanıklığı ve aldatıcılığı, bugün de sürmektedir. NATO’ya girildikten sonra bu durum değişmek yerine daha da beter duruma geldi. Anlaşarak ortaklaşa yapılan bir savaş uçağı projesinden dışlanan Türkiye, parasını ödediği halde uçak verilmeyen Türkiye, 21. Yüzyılın Türkiye’sidir. Bilge Kağan, yüzyıllar önce Çin için bir uyarı yapmıştı. Oradaki Çin’in tarih boyunca ve bugün bütün rakiplerimizi, bütün düşmanlarımızı temsil ettiğini düşünelim. “Ey Türk! Çinli, yakın isen iyi mal verir, uzak isen kötü mal verir diye aldatırlar…” Asıl sorun ve asıl amaç; kimseye muhtaç olmamak, herkesin sana muhtaç olmasını amaçlamak ve ona göre davranmak, ona göre bir eğitim düzeneği oluşturmak, ona göre yaşamak, bir amaç olarak bunu bütün yeni kuşaklara öğretmektir. Onurlu ve haysiyetli bir hayat için gerekli olan budur…
Konuyla ilgili son söz olarak Lozan’ın Türkiye’nin tapu belgesi olduğunu, bu belgede yazılı olanlar aleyhinde olacak herhangi bir söz ve davranışın Türk ve Türkiye düşmanlığı olacağını, açıkça söylenmekten çekinilen düşüncelerin birtakım doğruların içinde dile getirilmesinin bu düşmanlığa kılıf olduğunun akıldan çıkarılmaması, unutulmaması gerektiğini söylemeliyiz. Lozan değişecekse Misak-ı Millî’yi tamamlamak ve vakti gelince yeni Misak-ı Millîler ilan etmek üzere onu Hatay ve Kıbrıs’ta olduğu gibi ancak biz değiştirebiliriz.