Üç Tarz-ı Siyaset
Yusuf Akçura, 15 Mart 1904’te Tataristan (Rusya)’da Zoya köyünde bir makale yazar ve bunu Kahire’de Ali Kemal’in çıkardığı Türk gazetesine gönderir, yazı, gazetenin 24, 26 ve 27. sayılarında Nisan, Mayıs 1904’te imzasız olarak yayımlanır.
Akçura, yaklaşık 120 yıl önce yayımlanan bu ünlü makalesinde Osmanlı Devleti’nin yaşayabilmesi için çareler arayan devlet adamları ve aydınların tedbir olmak üzere ileri sürdükleri Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük üzerinde durup bunlarla ilgili görüş ve eleştirilerini ortaya koyar. Akçura’ya göre Osmanlıcılık, ilk olarak 2. Mahmut tarafından düşünülmüş ve amaç olarak da Osmanlı toprakları içinde yaşayan bütün halkları, aralarındaki din ve soy ihtilaflarına karşın birbirine karıştırıp benzeştirerek bir Osmanlı milleti oluşturmayı amaçlamaktadır, bu düşüncenin bir sonraki amacı ise Osmanlı Devleti’ni eski sınırlarıyla yaşatmaktır. Bu düşünceyle Tanzimat Fermanı yayınlandı ve başka pek çok reform yapıldı. Fransızların kültür milliyetçiliği anlayışına dayanan Osmanlı milleti düşüncesi, Almanların soy esasına dayalı milliyetçilik düşüncesinin gelişip yaygınlaşmasıyla gücünü yitirdi ve etkisiz duruma geldi.
Osmanlı milleti siyasetinin, daha çok Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık mücadelesine girişmeleriyle geçersiz duruma gelmesi üzerine yerini İslamcılık siyaseti aldı. Osmanlıcılık siyasetinin başarısızlığının önemli nedeni, milliyetler çağının başlamış olması ve Osmanlı adıyla yeni bir millet oluşturmanın imkânsız duruma gelmesi, zamanın böyle bir durum için elverişli olmamasıydı. Bütün dünyada din ve ırk farklılığının sürekli artan önemi dolayısıyla bu hayalin peşinde çaba gösterenler kısa sürede bunun mümkün olamayacağının ayırdına vardılar ve İslamcılık düşüncesinin gerçekleşmesi için uğraşmaya başladılar. İslam dünyasında millet sözcüğü, din ile millet kavramlarını birleştiren bir anlama sahipti ve bütün Müslümanlar çocukluklarından itibaren bunu böyle öğrenirlerdi. O yüzden dinin zihinlerde yer etmiş olan bu anlamının kabul görüp etkili olacağı düşünülmekte, dolayısıyla Osmanlı Devleti tebaası olan Müslüman halkların ayrılık peşine düşmelerinin engellenebileceği varsayılmaktaydı. Abdülaziz devrinde dillendirilmeye başlanan bu düşünce Abdülhamit zamanının belirgin siyaseti olmuş ve sultan ya da padişah sıfatlarından çok, önceki padişahlarca pek kullanılmayan halife sıfatı kullanılmaya başlanmıştı. Bu siyasetin izlenmesinin sonucunda amaçlara ulaşmada herhangi bir yol alınamadığı gibi halen Osmanlı tebaası olan Hristiyan unsurlar da durumdan rahatsız olmaya başlamışlardı.
Bütün bu denemelerin sonunda aydınlar arasında soya ve millî kültüre dayalı bir Türk milliyeti oluşturma düşüncesi doğmaya başladı. 19. yüzyılda başlayan Türklük araştırmaları, Türkçe sözlüklerin ve dil bilgisi kitaplarının yazılması, dünyadaki Türklük Bilimi araştırmalarının Türk aydınları tarafından da izlenmesi ve Türkçeye çevrilmeye başlanması, Osmanlı aydınlarının Osmanlı dışındaki Türk varlığından haberdar olmaya başlamaları, Türk yurtlarından, özellikle Kazan, Kırım ve Azerbaycan’dan İstanbul’a gelen öncü aydınların faaliyetleri ve etkileri dolayısıyla bir Türklük/Türkçülük düşüncesi doğmaya ve özellikle genç kitleyi etkisi altına almaya başladı. Bu düşüncenin taraftarlarının birinci görevi ve ilk başarısı da Türk kavramının öncelikle aydınlar tarafından benimsenmesi için çaba göstermek, Osmanlı elitinin aşağıladığı Türk halkına görkemli tarihini hatırlatıp yüzyıllar boyu örselenen, kent merkezlerinden kovulan, konar-göçer ve dağlı Türkmenlere ait olarak düşünülen bu kimliğe şerefle sahip çıkılmasını sağlamaktı. Namık Kemal’in haykırarak ilan ettiği “Vatan” kavramı ile Mehmet Emin’in “Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur” dizesiyle yine haykırarak ilan ettiği millet kavramının yeni anlamı birleşti ve bu iki kavramın verdiği yeni heyecanlar, Türk aydınını da çağdaş dünyanın yaşadığı millet çağına taşıdığı gibi insanların yeni ufuklara yönelmesi, yeni amaçlar peşinde yürümesi sonucunu da doğurdu.
Yusuf Akçura, daha çok zamanın koşulları dolayısıyla ortaya çıkan bu üç yoldan hangisinin daha yararlı olacağı sorusunu sorar ve bunun değerlendirmesini yapar, her üç yolun gerçekleşme ihtimalleri üzerinde durur, gerçekleştikleri durumda yarar ve zararlarını sıralar ancak son noktada kesin bir tercihte de bulunmaz.
Titizlikle yazdığı yazı, bu üç siyasi düşünceyi bilim adamı bakışıyla değerlendirip eleştirel biçimde çeşitli yönlerini ortaya koyan ilk çalışma olmak bakımından değerli olduğu gibi onun konulara bakışındaki derinlik ve düzeyi göstermesi bakımından da önemlidir.
Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak
Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak biçiminde ifade edilen anlayış; Türkçü aydınların dünyaya bakışlarının önemli ölçütlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Türkçüler, Müslüman dünyanın yüzyıllar süren geri kalmışlığının çözümü olarak ortaya atılan bu düşüncenin; bu üç kavramın içeriğinin birbiriyle çelişmediği, aksine birbirini bütünleyen özelliklere sahip olduğu görüşünü ileri sürerler. Bu kavramların içeriğine sahip çıkılmadıkça, bunlara göre bir eğitim oluşturulmadıkça Batı karşısındaki acizlik sürecek, istenilen düzeye ulaşma imkânı olmayacaktır. Bu üç kavramın çatışması hem Türklük hem de bütün olarak İslam dünyası için bir felaket olacaktır. Osmanlı Devleti, özellikle 2.Viyana bozgunu ve Karlofça Antlaşması sonrasında yüzyıllardır ortaya koyduğu yenileşme çabalarıyla kısmen durumun farkında olduğunu gösteriyordu ancak konu bu kadar açık biçimde ilk olarak Ali Suavi tarafından dile getirildi. Daha sonra Hüseyinzade Ali konuyu işledi ve Türkçülüğün bu iki önemli isminden etkilenen Ziya Gökalp da konu üzerinde çeşitli yazılar yazmak yoluyla topluma mal etmeye çalıştı.
Türkçülerdeki bu düşüncenin temelinde öteki uluslarla rekabet ederek varlığımızı güçlendirmek için öncelikle niçin geri kaldığımızın nedenlerini iyi düşünmek gerekir, gerçekten de bütün Türkler, bütün İslam dünyası bugün diğer uygar uluslara göre niçin bu kadar geri kalmıştır sorusu yatmaktadır. Bu soruya da Türk’ün tarihindeki gücüne ve aslına geri dönmesi, adaleti sağlayan, açları doyuran, çıplakları giydiren, yeteneğe değer veren Türk devlet ve toplum anlayışının egemen kılınması, devlet ile ulusun buluşması, yani Türkleşmesi; Kur’an-ı Kerim’in istediği gibi Müslüman olunması, dinin ana ve gerçek kaynağından beslenilmesi, toplumda güzel ahlakın egemen kılınması, yani İslamlaşmak; son olarak ise Avrupalılar gibi bilimi kılavuz edinmek, yani çağın gerektirdiği gibi düşünmek, çağın gerektirdiği anlayışa sahip olmak, yani çağdaşlaşmak…
Batı’nın ölçü alınmasının nedeni, Batı’ya duyulan özlem ya da özenme değil Batı’nın gelişmişliği, teknik gelişmelerin sağladığı imkanlar dolayısıyla zenginleşmesi, insanların rahat bir hayata kavuşmaları, az emekle çok üretmeleri ve katma değeri yüksek ürünlerle bütün dünyayı egemenliklerine ve kontrollerine almalarıdır. Bu egemenlikten kurtulmanın, bağımsız yaşamanın yolu, her alanda ve anlamda onlarla eşit olmaktır. Bunun yolu da “Düşmanın silahıyla silahlanmaktır.”
Devlet bürokrasisi içinde yer alan din bilginlerinin büyük bir bölümü, bu gelişmelere, ilerleme ve yenileşme çabalarına karşı çıkmadı, tam aksine çoğunlukla desteklediler. Bilinenin tam aksine matbaaya karşı Şeyhülislamlık makamının karşıtlığıyla ilgili hiçbir belgeye sahip değiliz. Çünkü bunlar, daha çok dinin nispeten daha özgür yorumu olarak nitelenen Hanefi-Maturidi çizgisini koruyan din adamı ya da din bilginleri arasından seçilmekteydi. Dinî çevre olarak nitelenen karşı çıkışların çoğu, dinin Hanbeli yorumunu benimseyen çevrelerden gelmekteydi.
Ziya Gökalp tarafından Türkçülüğün ve halkçılığın önderi olarak nitelenen Hüseyinzade Ali Turan Bey, Bakü’de yayımlanan Hayat gazetesindeki yazılarının birinde 1905 yılında Rusya’da gerçekleşen Meşrutiyet devrimini konu alır ve burada İslam dünyasının bütünüyle geçmişe tutunarak, hatta geçmişte yaşadığını ifade eder. Ona göre İslam dünyası, geçmişte yaşamaya devam ettikçe çağın gerektirdiği bilimlere yönelmedikçe karanlıkta kalmaya mahkûmdur. Bakışı geçmişten geleceğe döndürmek için fikir gözüne de alışkın olduğunun dışında bir durum kazandırmak gerekir ancak bu, öyle kolay bir şeye benzemez. Gözlerimizi sürekli geçmişe çevire çevire, bütün umutlarımızı oraya bağlaya bağlaya buna o kadar alıştık ki bugün değil geleceğe, çevremize, içinde yaşadığımız zamanda olup bitenlere, son derece büyük olaylara bakmayı bile beceremiyoruz. Bu geçmişe tapınma, geriye dönüş yüzünden son dört beş yüz yıl içinde dünyada olup biten büyük olaylardan habersiz ve nasipsiz kaldık. Bu yüzden pek çok zararlara uğradık. Bu büyük gelişmelerin hiçbiri bize en küçük bir etki yapamadı. Ne Amerika’nın keşfinden ne de Fransız ihtilalinden haberimiz ve nasibimiz oldu. Bunlar kadar önemli olan bir olay da Rusya’da yaşanan devrimdir. Bu harekete karşı kayıtsız kalmamamız, ondan bir şeyler öğrenmemiz, yararlanmamız gerekir.
İlk Türkçülere göre bu konu bir düşünce düzeneği değil, doğal bir durumdur. Onlar; biz Müslümanız, bundan dolayı dünyanın neresinde iyiliklerini istediğimiz din kardeşlerimiz ilerlerse biz o ilerlemeyi candan ve gönülden alkışlarız. Türk’üz, Türk’ün her yerde ilerleyip gelişerek mutlu olmasını isteriz derler. Onlara göre Türkler gelişmiş olarak varlığını sürdürmek istiyorsa her şeyden önce İslam kalmak, bütün çabayı, hayat sevgisini, gelişme isteğini İslam’ın buyruklarına uydurma zorunluluğu vardır. İslam’ın hikmetine vakıf olunmalı, bu hikmetten feyz alınmalı, bu hikmetin ışığı ile beslenmeye engel oluşturan şeyleri ortadan kaldırmak için çaba gösterilmelidir. Öte yandan da İslam dünyasının yüzyıllardır yerinde saydığını, hatta geri kaldığını, bu süre içinde Batı dünyasının uygarlık yolunda nasıl bir gelişme düzeyine ulaştığını dikkate almak gerekir. Ancak bu noktadan da görünüşe aldanmayıp bu uygarlığın dine ve milletlere has yönlerini değil, bütün insanlığa ait esaslarını araştırarak gelişme ve refaha ulaşma yolunda İslam dinine uygun olarak milletin ilerlemesi için uygulamaya koymak gereklidir. Avrupa’nın bilimini, eğitimini, edebiyatını, zanaat ve sanayisini öğrenmeye ve millet arasında yaymaya çalışmalıdır. Bu yapıldığı takdirde gücümüz, yaşama hakkımız, diğer milletlerle rekabet yeteneğimiz velhasıl çevremizdeki canlı ve cansız bütün varlıklar ile mücadele etme imkânımız artar.
Ziya Gökalp, ülkedeki düşünce akımlarını değerlendirirken öncelikle çağdaşlaşma düşüncesinin ortaya çıktığını ve hemen herkesin bu konuda birleştiğini, daha sonra ise İslamlaşmak, üçüncü olarak da Türkleşmek cereyanlarının doğduğunu ve Türklük düşüncesinin Osmanlılık karşıtı olmadığını tam aksine en büyük destekleyicisi olduğunu ancak her iki düşünce düzeneğinin aşırıya kaçan bağlıları olduğunu ve bunların yaptıklarının yanlış yorumlara yol açtığını belirtiyor.
Çağdaşlaşmak, Ziya Gökalp’ın da belirttiği üzere devletin varlığını sürdürebilmesinin bir gereği olarak devleti yönetenler tarafından uygulamaya konulmuştur ancak esas olarak büyük bir zihniyet değişikliği gerektirdiği için yeni kurumlar oluşturulmuş, uzun yıllar çaba gösterilmiş, pek çok sıkıntılara katlanılmış, istenilen amaca tam anlamıyla ulaşılamasa da önemli mesafeler alınmıştır.
Din, hemen bütün toplumlar için her çağda önemli olmuş ve din anlayışının toplumların ilerlemesinde ya da geri kalmasında rolü olmuştur. İslam dininin ilk çağlarından başlayarak ortaya çıkan büyük bilimlik gelişmeler, dinin doğru anlaşılması, bilgiye verilen değer, eğitim kurumlarındaki özgür düşünce gibi daha pek çok faktörün bir araya gelmesinin sonucudur. Zamanla değişen koşullar, eğitim kurumlarında bir donmaya ve bu kurumların kendini tekrar etmesine, yenileyememesine yol açtı ve eski, kütüphanelerde ve bazı zihinlerde bir anı olarak kaldı. İslamlaşmak sözüyle ifade edilen, dinin yitirilen özünün yeniden keşfi ve bu eski görkemli günlere dönme özlemidir.
Türkleşmek kavramı ile kastedilen ise öncelikle insanların milliyetlerini idrak etmeleri, bundan rahatsız olmamaları ve Türk adını gururla taşımaları düşüncesi idi. Ziya Gökalp, “şehrî” denilen bir kitleden söz eder ve şehrîler ne Türk ne Kürt ne Arap ne Arnavut’tu. Bunlar, bütün milliyetlere düşman bir topluluktu. Bunlar Arap’ı beğenmez, Kürt’ü aşağılar, Laz’la eğlenir, Türk’ü hor görür der. Aslında Gökalp’ın sözünü ettiği saray çevresine çöreklenmiş olan bu tip kimseler, hiçbir zaman bütünüyle yok olmayıp varlıklarını hep sürdürdüler. Bunlar, milliyet duygusundan yoksun olmak bir yana bu duyguya düşmandır ve kendilerini “dünya yurttaşı” olarak kabul ederler, kutsalları yoktur ancak yeri geldiğinde her türlü kutsalı ve ahlaki değeri kullanmaktan geri durmazlar, yönetme erki bunların elinde ve buyruğunda olmak zorundadır(!). Çok rahat her türlü kılığa girebilirler; aslında kapalı bir aşiret hayatı yaşarlar, çoğunlukla evliliklerini bile aşiretleri içinde yaparlar ama çağdaşlık, bunların tekelindedir(!), bunların kabul ettiği ve izin verdiği kişiler çağdaş olabilir(!). Uluslararası bağlantıları güçlü olan bu kişiler, çok rahat yabancı servislerin hizmetçisi olabilir, yok pahasına ülkelerini pazarlayabilirler. Bunları bütün yönleriyle tanımlayacak bir tabir, sözlüğümüzde yoktur.