Bugün dizi yazımıza ara verip kırk yılı aşan bir dostluğun çerçevesine giren bazı olaylardan ve 1979 yılında tanıdığım, o günden bugüne dostluğumuzu sürdürdüğümüz, ancak geçtiğimiz Cuma akşamı (19.02.2021) saat on dokuz sularında bir kalp kriziyle aramızdan ayrılıp sonsuzluk âlemine kanatlanan İsmail Vayvaylı’dan söz edeceğim. İsmail Vayvaylı’nın bu yazıyı okuyacak olan pek çok kişi için tanıdık gelmeyeceğini biliyorum, tanıyanlar için burada yazılanların onu anlatmada çok yetersiz kalacağını da biliyorum, ancak içimden bir ses, ne kadar yazabilirsem, ne kadar anlatabilirsem yazmam ve anlatmam gerektiğini söylüyor. Bu yazıyı, içimde fırtınalar koparak, büyük bir acı yaşayarak bu düşünceyle yazmaya çalışıyorum. Bilmem, gerektiği gibi bir yazı yazabilecek miyim?
Kavga Neyin Kavgasıydı?
Bilindiği üzere Türkiye’nin 70-80 arası on yılı yoğun bir mücadele içerisinde yaşandı. Bu kavga yıllarında bazı insanlar, her zaman olduğu gibi, kendi hayatlarını yaşamaya, gemilerini yüzdürmeye devam ettiler, ancak bazıları da tıpkı Millî Mücadele’de olduğu gibi vatanı tehlikede görüp tehdit unsurlarına karşı cephe aldılar ve can pahasına bir kavgaya giriştiler. Bugünden o günlere bakıp “kullanılma” vb. ahmakça sözler edenler ya art niyetli ya düşünme yeteneğinden yoksun ve cahil ya o mücadeleyi anlamak istemeyenler ya da bir hayatı hiçbir kutsalı ve değeri olmadan hayvanca yaşamayı kendine yediren, kendi menfaati gerektirdiği sürece herkese ve her şeye “kulluk” etmekte bir sakınca görmeyen kişiliksiz, omurgasız yaratıklardır.
Türk milliyetçilerinin niçin böyle bir mücadeleye girdiği konusu, herkesin anlayacağı biçimde ve açıklıkta sürekli cevaplanır, ancak niyet iyi olmayınca anlattığınız hiçbir şeyin karşınızdaki için bir değeri olmaz ve işine öyle geldiği için kendi ezberlerine inanmayı sürdürür. “Türkiye için bir Sovyet tehdidi var mıydı?” sorusuna kem küm ile cevap verirler. Bin yıldır Türkler aleyhine sürekli genişleyen Rus, ırkçılığı komünizm boyasıyla boyayarak yayılmasına devam etmek istiyordu ve bu boyaya aldanmış pek çok yerli işbirlikçisi vardı. Türk milliyetçileri, Rus yayılmacılığına karşı son derece şerefli bir mücadele verdi ve bu mücadeleden başarıyla çıktı. Bu mücadeleden dolayı Türkiye, Sovyet emperyalizminin ağına düşmedi ve sonuçta aslında Rus imparatorluğu olan Sovyet dağıldı. Türk milliyetçilerinin 70-80 arası verdiği mücadele, tam olarak köleleşmeme ve ülkenin bağımsızlığını koruma mücadelesiydi.
Bu Ülkücüler Nereden Geldi?
Bu mücadeleyi yapan gençlik, Türkiye’nin köylerinin, kasabalarının ve şehirlerin kenar mahallelerinin kavruk çocuklarıydı. Bu gençlerin içerisinde hiçbir tane zengini bırakın hâli vakti yerinde, orta halli aile çocuğu da yoktu. Bunların pek çoğunun anne ve babası okuma yazma bile bilmezdi. Pek çoğu derslerini gaz lambası ışığında yapan çocuklardı. Bu çocukların aileleri bir düğmeye basıp odalarının aydınlanmasını ancak doksanlı yıllara doğru gördüler. Aynı biçimde evlerinin içinde su akmasının rahatlığını da aynı yıllarda yaşamaya başladılar. Bu şartlarda yaşayan insanların bütün dertlerinin üstünde vatan, millet diye bir dertleri oldu, bütün yoksunluk ve yoksulluklarını unuttular; kendilerini vatan, millet derdiyle bir mücadelenin içinde buldular.
İsmail Vayvaylı, tam da yukarıda anlatılan şartlarda Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesinin Vayvaylı köyünde doğdu. Devletin köy ve kasaba çocuklarının eğitimi için açtığı yatılı okullar, pek çoğumuz için bir fırsattı ve İsmail Vayvaylı da bu fırsatı yakalayanlardan biri oldu, Besni Öğretmen Okulu’nda yatılı okuyup 1979 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Kürsüsüne kaydoldu.
79 Yılının Ecevit’i
1979 yılı, sol anarşinin en azgın olduğu zaman idi. Bülent Ecevit, Türk siyasi tarihinin en çirkin olayı olarak tarihe geçen Adalet Partisi’nden on bir milletvekilini satın almış, onların her birine bakanlık vererek bir hükümet kurmuştu. Bu hükümetin asıl görevi, millete mal olma yolunda büyük mesafeler alan Türk milliyetçiliği düşüncesini ve bu düşüncenin siyasi kanadı olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin gelişmesini engellemekti. Bu görevi yerine getirmek için emniyet teşkilatı da dâhil olmak üzere devletin bütün gücü seferber edildi. Bir kış gecesinde Yüksel Çakmur adlı birinin başında bulunduğu Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı bütün yurtlar boşaltılıp buralarda kalan ülkücü öğrenciler devlet tarafından sokağa atıldı. Okullara komünist polislerin örgütüne mensup Pol-Der’li polislerden oluşan birlikler gönderilerek olaylar çıkartıldı ve sürekli bahaneler üretilerek ülkücü gençlerin eğitimi engellenmeye çalışıldı, en küçük bir olayda ülkücüler cezaevlerine gönderildi ve bu şekilde pek çok insan yıllarını kaybetti, hayatlarını kaybedenler oldu.
Ankara’da ülkücülerin kaldığı devlet yurtlarından biri, üç bin kişilik Atatürk Öğrenci Yurdu idi[1]. Bu yurt da bir gece polis baskınıyla boşaltıldı ve öğrenciler bir kış gecesi Ankara’nın soğuğunda eşyalarını toplamalarına bile izin verilmeden sokağa atıldı. Yurdu basan polisler, sanki Stalin’in Kırım Türklerini bir gecede evlerinden alıp yurtlarından süren Kızıl Ordu görevlileriydi. Yurdun boşaltılmasının sebebi, oraya komünist militanları yerleştirip çevreyi de kurtarılmış bölge haline getirmekti. Bir süre sonra yurda öğrenci kimlikli militanlar alındı ve önceden tamamı erkek yurdu olan yere iki bin erkek, bin kız öğrenci kabul edildi. Bu iki bin kişi içerisine gözden kaçmış olarak on bir ülkücü girebilmişti. Bu on bir kişiden biri de İsmail Vayvaylı idi. Bu on bir ülkücünün verdiği destansı mücadele sonucunda militanlar yurdu terk etmek zorunda kaldılar ve Atatürk Öğrenci Yurdu yeniden öğrencilerin yurdu haline geldi.
“Our Boys” Kimlerin Çocukları?
Bu mücadeleler sürerken 12 Eylül oldu, bir düdük çalındı ve her şey değişti. Bu düdüğü çaldıranlar, merkezlerine, Türk Silahlı Kuvvetleri üniforması giymiş, ancak giydiği üniformanın şerefinden nasiplenmemiş olanlar için neşe içerisinde “our boys” yani “bizim çocuklar” yönetime el koydu diye raporlar veriyorlardı. Onların çocukları da “ihtilal yapmak için şartların olgunlaşmasını bekledik” diye açıkça söylüyorlardı. Şartları olgunlaştıran ise, ülkenin yüzlerce insanının ölmesi, her yerde bombaların patlaması ve bütün ülkenin bir kaos ortamına sürüklenmesiydi. Yıllarca sürdürülen sıkıyönetimle zaten güvenliği sağlama görevi kendilerine verilmiş olanlar, belki de şartları da kendileri olgunlaştırdılar. Ne yazık ki bunların hesabı sorulmadı. Ve yine ne yazık ki ülkenin insanları da aydınları da bu durumları yeterince ve gereğince değerlendirmedi, yaşananlar tarihe gömülüp unutulmaya terk edildi.
İhtilalin hemen ardından bütün ülkede, özellikle de Ankara’da yoğun bir gözaltına alma, tutuklama faaliyeti başlatıldı. Yönetime el koyan “birilerinin çocukları”, bu konuda da sinsice bir plan yaptı ve komünistler için ülkücü polisleri, ülkücüler için de komünist polisleri görevlendirdi. Bu ülkenin çocukları böylece yine birbirine ezdirilmiş oldu. Yakalanan her komünist Ankara Emniyet Müdürlüğü binasına, yakalanan her ülkücü de Mamak’ta Zeki Kaman adlı katilin başkanlığında özel olarak seçilmiş bir işkence ekibi için hazırlanan ve adına C 5 denilen yere götürüldü.
O günler Ankara’da hemen herkes kendini kurtarma derdinde, sinmiş, pusmuş durumdaydı. İnsanlar çevrelerine sürekli hiçbir siyasi düşünceyle ilgileri olmadığını anlatıyor, rütbesiz bir er gördüklerinde bile esas duruşa geçmeyi görev biliyor; onbaşıya tekmil verme yarışına girmiş, masumiyetlerini ispat etmeye çabalıyorlardı. İhtilalin hedefinde şöyle ya da böyle ülkenin geleceğini düşünen, bunun için endişelenen insanlar vardı. Vatanı kurtardığını düşünen “birilerinin çocukları”, “vatanı kurtarmak size mi kaldı?” diye dalga geçiyorlar, Mamak zindanlarında ülkücülere İstiklal Marşı öğretiyorlardı(!). Yani sıkıyönetimle sorumluluk kendilerinde olduğu halde görevlerini yapmamaları kimse tarafından sorgulanmıyor, kendileri suçluları bulmuş olmanın verdiği haklı(!) gururu yaşıyorlardı.
İşkencenin Binbir Türü ve Yiğitler
Mamak’ta işkence çekenlerin feryatları Hüseyin Gazi dağında yankılanıyor, bütün ülkede duyuluyordu ancak ailelerinin ve ülküdaşlarının dışında kimsenin umurunda olmuyordu. Bu işkenceler altında şehit olanlar, aklını yitirenler, işlemedikleri suçları üzerlerine alanlar, eşleriyle, çocuklarıyla tehdit edilip suç kabul etmesi istenenler oldu. Bazı sanıkları C 5’ten çıkarıp dağlara götürdüler, kaçarken vuruldu demek için serbest bırakma numarası yaptılar. Bütün bunları ve bunlara benzer nice şeyleri bu ülkede ülkücüler yaşadı. Ve bunları yaşayan ülkücüler, kendilerini dinlemek üzere gelen Batılı heyetlere “Biz, devletimizi Avrupa’ya ya da başka bir yere şikâyet etmeyiz” diyerek kanlı gözyaşlarını içlerine akıtmayı tercih ettiler.
Yakalananlar içeride bu işkenceleri çekerken yakalanmayanlar da bin bir türlü sıkıntıyla boğuşmak zorunda kaldı, onlar da büyük bir mücadele verdiler. Bir kısmı bir yolunu bulup yurt dışına gitti ve gittikleri yerlerde yine büyük sıkıntılar yaşadılar, bir kısmı bir yerlere sığınmak zorunda kaldı ve bir süre sonra o sığındıkları yerlerden bambaşka bir kimlikle karşımıza çıktılar.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın sanıkları, özellikle Ocaklılar son derece şerefli ve haysiyetli bir tavır ortaya koydu ve yapılan bütün işkencelere rağmen içlerinde yalan yanlış ifadelerle birbirlerini suçlayan, birbirlerine iftira atan, birbirini satan kimse çıkmadı. Bu kahramanlar, dayanamayacak dereceye geldiklerinde birilerini suçlamak yerine işlemedikleri suçları üstlendiler ve arkadaşlarını yakmak yerine işlemedikleri suçların cezasını çekmeyi göze aldılar.
İhtilal Hukukuna Karşı İnsanlık Hukuku
Bu anlatılanlar meselenin bir yönünü oluşturuyor, konunun üzerinde durulması gereken bir başka yönü de hukukla ilgilidir. Ülkemizde ne yazık ki “İhtilal hukuku” diye bir kavram var ve bu kavram zaman zaman hortlar. 12 Eylül’de de bu kavram hortladı, normal hukuk kuralları geçersiz duruma geldi ve ihtilal hukuku yani hukuksuzluk hâkim oldu.
Ankara’da MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda savunmayı yürütmek üzere Necati Bey caddesinde bir büro oluşturuldu. Bu büroda Şahabettin Homriş, Kaya Alpkartal, Sırrı Erkuş, Faruk Keskinkılıç ve İsmail Hakkı Yılmaz adlı avukatlar davanın savunmasını yürütmeye çalıştılar. Şehit Âdem Yavuz sokağında ise başlangıçta birkaç sanığın savunmasını yürütmek üzere vekâlet alan avukatların olduğu bir büro vardı. Bu büroda ise Galip Erdem, Şerafettin Yılmaz, Arslan Erdoğan, Özber Duvarcı çalışıyordu. Arslan Erdoğan ve Özber Duvarcı adı geçen davada pek yer almadı ve bir süre sonra buradan ayrılıp kendi bürolarına geçtiler. Ankara’da kendi büroları olup da bazı sanıkların avukatlığını üstlenen Mehmet Refet Eke, Can Özbay gibi başka bazı avukatlar da vardı. Yüzlerce sanığın olduğu, yüzlerce idam cezasının istendiği, binlerce belgeden oluşan bir davanın, yalnız avukatların çabasıyla yürütülüp sonlandırılma imkânı yoktu. Bu konuda da çeşitli okullardan, özellikle de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden ülkücü öğrenciler devreye girdi. Bunların görevi, Mamak’tan dava dosyalarının fotokopilerini çekmek, onları tasnif edip kolay anlaşılabilir dosyalar haline getirmek ve belgeleri arandığında kolayca bulunabilecek biçimde bir arşiv oluşturmaktı. Yukarıda belirtilen bürolarda fakülte ikinci üçüncü sınıfta okuyan Dil-Tarihliler çalışmaya başladı. Bunlar başta İsmail Vayvaylı olmak üzere, Arslan Küçükyıldız, Raşit Demirtaş, İsmail Yıldırım (merhum), Behçet Kemal Gürsoy, İdris Şimşek (merhum), Rahmi Doğanay, İsmail Ünlü, Abdullah Şalcı, Rasim Uzun (merhum), Vahit Türk gibi isimlerdi. Dil-Tarihliler dışında da adlarını belirtmezsek haksızlık etmiş olacağımız Orhan Arslan, Ahmet Doğan, Sadık Tokuçoğlu (merhum), Ruhi Özbilgiç, Meriç Coşkun (merhum), Ali Işıklar (merhum) ve ekibi, Ender Gökdemir (merhum), Ali Gölcük, Mahmut Sabah, Sülün Karahan[2] (merhum), Cuma Biner, Sait Halıcıoğlu, Ali Osman Mola, İbrahim Aker, Adnan Eroğlu, Âdem Sezer, Mehmet Güner, Nuh Sezer ve adını hatırladığım hatırlamadığım pek çok isim burada emek verdi. Bu kişilerin tamamı yukarıda belirtildiği üzere köy ve kasaba çocuklarıydı ve bunların hayatlarını sürdürmek için alacakları diplomadan başka bir seçenekleri de yoktu. Bu kişiler, o yaşlarında ihtilalin ne olduğu konusunda da belirgin bir fikre sahip değillerdi. Onlar, kendilerine bir saldırı yapıldığını ve herkesin kimseye görünmemek için saklandığı bir zamanda işkence çeken arkadaşlarına ellerinden gelen yardımı yapmaları gerektiğini, saldırıyı püskürtmek için ne gerekiyorsa yapmalarının şart olduğunu düşünüyorlardı. Belki güçleri “birilerinin çocuklarının” kurduğu tuzağı yıkmaya yetmeyecekti ama teslim de olmayacak, şerefli bir mücadeleye girişeceklerdi. Bu mücadeleye giriştiler ve yüzlerinin akıyla bu mücadeleden çıkmayı başardılar.
Davayı yürütmek için oluşturulan Necati Bey caddesindeki asıl büro, günün şartlarına fazla dayanamadı ve bir süre sonra kapandı, avukatlar müvekkillerinin savunmalarını yürütmeye çalıştılar ama çok da verimli olduklarını söylemek mümkün değil. Davanın yükü, büyük ölçüde Şehit Âdem Yavuz sokağındaki merhum Galip Erdem (ülkücülerin Galip Abisi), Şerafettin Yılmaz ve yeni mezun genç avukat Şerafettin Özdil’in üzerine kaldı, diğer bürodaki İsmail Hakkı Yılmaz da bu büroya gelip gitmeye, işleri buradan takip etmeye başladı. Bu büroda yaşanan maddî imkânsızlıklar, zaman zaman kahvaltı yapacak bir lokmanın bile bulunamayışı, aç kalmalar da ayrı bir konudur. Galip Erdem ile Şerafettin Yılmaz’ın bu dava süresince yapmış oldukları mücadele, gösterdikleri fedakârlık ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Yüce gönüllü bu iki isim, o günlerde fedakârlık kavramının tecessüm etmiş hâli, bütün sanıkların ve sanık ailelerinin umuduydu.
Davanın başlangıcındaki arşiv oluşturulmasından başlayarak davanın sona ermesine kadar geçen zaman içerisinde büronun iç yükü çok büyük ölçüde İsmail Vayvaylı’nın omuzlarına yüklendi ve binlerce belgeyle oluşturduğu mükemmel arşiv sayesinde hiçbir aksama olmadan işler yürüdü. Bununla da kalmadı, edindiği tecrübeyle savunma hazırlanmasında ve diğer hukuk süreçlerinde de büyük destekleri oldu. İsmail Vayvaylı bir yanda bürodaki işleri yürütürken bir yandan da okulunu bitirmeye çalışıyor, gecesini gündüzünü bürodaki işlere verdiği için bazen sınavlara gitme imkânı bile bulamıyordu. Bu şartlarda okulunu da vaktinde bitirdi, ancak dava bitinceye kadar bürodaki işine devam etti ve dolayısıyla diplomasının kendisine sağlayacağı imkânlardan yararlanamadı.
Vefa İmandandır
İsmail Vayvaylı, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nı baştan sona takip eden, yıllarca süren bu davanın her anında emeği olan, çabasıyla bu davanın sonlanmasında büyük pay sahiplerinden biri oldu. İsmail, bu davanın yani Mamak’ın hafızasıydı, İsmail’in vefatıyla ülkücüler, pek de farkında olmadıkları, ancak birebir muhatap olanlar tarafından bilinen çok önemli bir değerlerini kaybetti, hafızalarının çok önemli bir bölümünü yitirdiler. İsmail, gönlü kırık olarak bu dünyadan göçtü, onun gönlünü kıranlar, hayatını kendileri için kelimenin tam anlamıyla harcadığı ülküdaşları oldu. Gecesini gündüzüne katarak yıllarca uğraşıp oluşturduğu arşiv, konulduğu dairenin kapısı bir gece kırılmak suretiyle “ülkücüler” tarafından çalındı ve halen bu arşivin nerede olduğu belli değil. Bu arşiv, ülkücü hareketin geçmişi, hafızasıydı. Bu arşivin yok olması, tam anlamıyla hafızanın yok olması demekti ve ülkücüler hafızalarını ne yazık ki bu arşiv çalındığı gün yitirdiler. O menfur işi yapanlar sağ mı, yoksa ölü mü bilmiyorum ama bu dünyada hesap vermeyip helalleşmedikleri İsmail’e öbür dünyada nasıl hesap verecekler? Doğrusu düşünmek bile insanı perişan etmeye yetiyor.
İsmail, dava süreci tamamlandıktan sonra hayat mücadelesini İstanbul’da sürdürmeye çalıştı ve bütün hayatı boyunca imkânsızlıklarla boğuştu. O, bir gün bile yaptıklarından bir menfaat edinmeyi aklına getirmedi. Bütün sıkıntılarına rağmen yaptıklarından dolayı pişmanlık belirtisi göstermeyecek kadar büyük bir yüreğe sahipti, bir volkan gibi olan bu yürek, arkasında kederli bir eş, üç evlat ve ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmeyen, duyduklarına inanamayan dostlarını bırakarak iki gün önce durdu. Kahramanmaraş’ın yiğidi, Torosların vefalı çocuğu bilmem bizleri bağışlar mısın? Yaşadığın sıkıntıların pek çoğunu bilmeme, bazı geceler yalnız kaldığımızda ağlayarak içini dökmelerine tanık olmama rağmen seni gerektiği gibi anlatamadığımı biliyorum, senden helallik dilemeye bile hakkımız yok. Yaşadığın hayattan dolayı “adsız kahraman” sıfatı sana ne kadar da çok yakıştı. Aziz ruhun şâd, durağın cennet olsun değerli dostum, kardeşim, ülküdaşım…
[1] Ankara Site Yurdu
[2] Mahkeme süreci sonunda Cumhuriyet Savcısı oldu ve Avukatlık Bürosu’ndan arkadaşı Behçet Kemâl Gürsoy ile evlendi. Merhumenin bu evlilikten Gökçen isimli bir oğlu dünyaya geldi.