Günümüzde Hürmüz Boğazı, Suudi ekonomisi için adeta can damarıdır: Dünya deniz yoluyla taşınan ham petrolün yaklaşık %20’si, yani günde 18 milyon varil petrol bu dar boğazdan geçiyor. Suudi petrol ihracatının yaklaşık %88’i deniz yoluna dayanıyor. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’ndaki istikrar Suudi Arabistan için hayati önem taşıyor. İran bu kez güvenlik teminatı sağlayabilir; fakat karşılığında Suudi Arabistan’dan Yemen ve BAE topraklarının ve hava sahasının ABD kuvvetleri tarafından kullanılmayacağına dair garanti isteyecektir. İlke itibarıyla Riyad’ın, petrol akışı ve ekonomik istikrarın sürdürülmesi karşılığında bu garantiyi Tahran’a vermesi mümkündür. Zira ABD ve sürece dâhil edilecek müttefikler, açık savaş durumunda uzun soluklu bir çatışmadan ziyade İran’ın nükleer tesislerini nokta atışıyla devre dışı bırakmaya yönelik sınırlı operasyonlarla ilgileniyor.
Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman el-Suud’un dün Tahran’a yaptığı ziyaret, yerel medyada sönük biçimde yansıtılsa da Orta Doğu dinamiklerini takip eden uzmanlar açısından gerçek bir “siyasi patlama” oldu. Her şeyden önce, ziyaretin sahibinin kimliğine dikkat etmek gerekir. Prens Halid bin Selman, mevcut Kral’ın oğlu ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın öz kardeşidir.
Bilindiği üzere, son 15 yılda Muhammed bin Selman’ın yükselişinde en yakın siyasi ve kişisel dayanağı tam da Halid bin Selman olmuştur. Halid bin Selman, ABD ilişkilerinde de kilit rol oynamıştır. 2016’dan itibaren Washington’da Suudi Arabistan’ın büyükelçisi olarak görev yapmış, Donald Trump yönetimiyle, özellikle Trump’ın damadı Jared Kushner’le yakın temas kurmuştur. ABD’deki askeri eğitimi ve diplomatik deneyimi onun daha sonra Savunma Bakanlığı’na atanmasında belirleyici olmuştur. Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkiler tarihsel olarak gergindir. 1979’daki İran İslam Devrimi’nden sonra gerilim daha da derinleşti. Taraflar doğrudan askeri çatışmadan kaçınsa da bölge ülkelerindeki vekil güçler aracılığıyla nüfuz mücadelesini sürdürdüler. İki ülke arasındaki ilişkiler 2016’da yeniden ciddi biçimde bozuldu. O yıl, tanınmış Şii din adamı Nimr en-Nimr’in Suudi Arabistan’da idam edilmesi İran’da geniş protestolara yol açtı ve Suudi Arabistan’ın Tahran’daki büyükelçiliğine saldırı düzenlendi. Bu olayın ardından diplomatik bağlar tamamen koparıldı ve yaklaşık yedi yıl süren bir diplomatik tecrit dönemi başladı. Bu süreçte taraflar mesajlarını esasen bölgedeki vekil aktörler üzerinden ilettiler. Bugün de İran çevresindeki tablo oldukça gergin. ABD ve İran temsilcileri masaya otursa bile süreçlerin dinamiği sık sık değişiyor ve bölge uzun vadeli istikrarsızlık riskiyle karşı karşıya kalıyor. Böylesi bir ortamda Riyad, İran’ın bölgede artan nüfuzundan rahatsız ve bu etkinin sınırlandırılmasına yönelik politikayı kimi zaman örtülü, kimi zaman dolaylı yöntemlerle destekliyor.
Öte yandan Suudi yönetimi, bölgedeki askerî ve siyasi gerilimin artmasının Hürmüz Boğazı’ndaki gemi trafiğini, özellikle de petrol tankerlerini ciddi biçimde etkileyebileceğini iyi biliyor. Bu ise Suudi ekonomisinin temel direği olan petrol ihracatını zayıflatabilir ve Krallığın bütçesine ağır darbe vurabilir. Gerilimin tırmanması, Donald Trump’ın Suudi Arabistan’a planlanan ziyaretinin ertelenmesi olasılığını da artırıyor. 2016 seçimlerinden sonra Trump’ın ilk yurt dışı ziyareti Riyad’a olmuş ve bu ziyaret Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın siyasi nüfuzunu pekiştirmesi açısından kritik rol oynamıştı. Yaklaşan bir sonraki ziyaret de onun geleceğin kralı olarak reytingini artıracak ve Kraliyet Ailesi içindeki spekülasyonların önünü kesecektir. Bu nedenle Veliaht Prens Muhammed bin Selman, kardeşi Halid bin Selman’ı Tahran’a göndererek hem ABD-İran ilişkilerinde ilerleme sağlama niyetinde olduklarını gösteriyor hem de Trump yönetimine bu süreçte köprü rolü oynayabileceklerine dair mesaj veriyor. Şayet Tahran, Riyad’ın aracılığıyla Washington’la müzakerelerde ilerleme kaydederse, bu Suudi Arabistan’a İslam dünyasında liderlik iddiasını güçlendirme fırsatı verecek. Riyad bu durumda kapsamlı bir PR kampanyası başlatarak “Müslüman kardeşlerimizi felaketten koruduk” söylemiyle İslam dünyasının birleşik merkezi olarak sahneye çıkmaya çalışacak. Ancak bu strateji başarıya ulaşmaz ve bölgede geniş çaplı çatışma kaçınılmaz olursa, Suudi yönetimi B planına geçerek İran tarafına Hürmüz Boğazı’nda petrol tankerleri için güvenlik garantisi konusunu gündeme getirecek. Riyad iyi hatırlıyor ki, İran-Irak savaşında İran, Irak’ın tanker saldırılarına karşılık olarak BAE, Kuveyt ve Suudi Arabistan’a ait gemileri hedef almıştı.
Günümüzde Hürmüz Boğazı, Suudi ekonomisi için adeta can damarıdır: Dünya deniz yoluyla taşınan ham petrolün yaklaşık %20’si, yani günde 18 milyon varil petrol bu dar boğazdan geçiyor. Suudi petrol ihracatının yaklaşık %88’i deniz yoluna dayanıyor. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’ndaki istikrar Suudi Arabistan için hayati önem taşıyor. İran bu kez güvenlik teminatı sağlayabilir; fakat karşılığında Suudi Arabistan’dan Yemen ve BAE topraklarının ve hava sahasının ABD kuvvetleri tarafından kullanılmayacağına dair garanti isteyecektir. İlke itibarıyla Riyad’ın, petrol akışı ve ekonomik istikrarın sürdürülmesi karşılığında bu garantiyi Tahran’a vermesi mümkündür. Zira ABD ve sürece dâhil edilecek müttefikler, açık savaş durumunda uzun soluklu bir çatışmadan ziyade İran’ın nükleer tesislerini nokta atışıyla devre dışı bırakmaya yönelik sınırlı operasyonlarla ilgileniyor. Bu nedenle Riyad ve Tahran, olası bir çatışma halinde birbirlerine belirli güvenceleri nispeten kolaylıkla sunabilirler.