Demir perdenin arkasında korku imparatorluğu kuran Stalin(1879–1953) insanların hayatı üzerinden siyaset yapmıştır. Stalin Devri’nde (1924–1953) idam edilenlerin sayısı bazı kaynaklara göre 30–40 milyon, bazılarına göre ise 60 milyondur. Bu rakam, o dönemki nüfusun dörtte birine denk gelmektedir. Ölüm, sürgün, zindan, açlık, zulüm, kan ve gözyaşı Stalin’in eserlerindendir. O dönem insanlarda güven diye bir şey kalmamış, her yeri korku sarmıştır. İnsanlar değil konu komşuya ev halkına bile şüphe ile bakmışlardır. Her an tutuklanma korkusu ile yaşayan insanlar sabah işe giderken evdekilerle helalleşerek çıkmışlardır. “Stalin’in güneşi altında” neler yaşandığını dönemin canlı şahidi olan ünlü Tatar yazar Emirhan Yeniki (1909–2000) şu sözlerle ifade etmiştir:
“Sahiden Stalin’in güneşi altında nasıl yaşadık, bizim her amelimizi, her kelimemizi ne belirledi? Korku, sadece korku!.. Lakin önceden şunu söylemek gerek – halkta Stalin’e karşı zıt iki görüş mevcuttu: birileri açıkça onun ayakkabısını yalayacak derecede ona tapıyor, diğerlerinin kalbinin derinlerinde saklı asla bitmeyecek bir lanet yatıyordu. Fakat bu zıt fikirli insanları birleştiren ortak bir payda vardı: o da olsa korku, tarif edilemez büyük bir korku.” (Yeniki 1996: 59).[1] Bu şartlar altında insan gibi yaşamak söz konusu bile değildir. Stalin Dönemi’nde insanlar 3’e ayrılmıştır:
1) Duruma uyum sağlayanlar;
2) Stalin’e karşı çıkanlar;
3) Sessizce kabuğuna çekilenler, yani suskunlar.
Bunlar arasında en tehlikeli olanları da duruma uyum sağlayıp kendi benliğinden, milletinden vazgeçmiş olanlardır. Bu insanlar artık ne kendi milletine aittir, ne de bir başkasına. Onların tek derdi vardır, o da yaşamak değil var olmaktır. Var olmanın çeşitli yolları mevcuttur. Bunu da görmüş geçirmiş Tatar tarihçi, bibliyograf Ebrar Kerimullin’dan (1925–2000) dinleyelim: “Komünistler iktidara gelince, molla oğlu olmak, dine inanmak, geleneklere bağlı kalmak, milletinin tarihini savunmak büyük “günahlardan” sayılmıştır. Bunun farkına varan Tatar aydınları, kendi “günahlarından” arınmak için, bir nevi vaftiz yolunu – Rus kadınlarla evlenme yolunu seçtiler. Bir zamanlar, Tatar Folkloru üzerine birçok büyük çalışmalar yapan bilginimiz Hemit Yarmöhemmetov kendinin “müezzin oğlu olmasına, “İdegey”[2] metinlerini toplamasına, yayına hazırlamasına rağmen, neden tutuklanmağını, işten atılmadığının nedenlerini bana anlatmıştı. “Eşim Rus’tu, Rus kadınlarla evlenenlere milliyetçi, halk düşmanı adını takmıyorlar”, – demişti.
Evet, Rus kadınla evlenme, milletinden kaçma, çocuklarına Rus ismini verme, Sovyet Dönemi’nde kariyer yapma kapılarını sonuna kadar açıyordu. Şimdi de böyle. Biz kırk civarında Tatar generali, amirali olduğunu biliyoruz, onların mutlak çoğunluğunun eşleri Rus’tur. Bunların hepsi milletini satarak koltuk, makam sahibi olmanın örnekleridir… Rus kadınla evlenmediysen, “vaftiz olmanın” diğer yolları da vardır. Makam sahibi olmak için kendi dilini “unutmak”, sadece Rus dilinde nutuk söylemek, Moskova’nın şarkısını okumak, çocuklarını Rus okullarında okutmak şarttır.
Bu durum sadece Tataristan’da böyle. Tataristan dışına giden Tatarların mutlak çoğunluğu İvan’a dönüşmüş, milletini, soyadını değiştirmiştir… Bunun başka yolu yoktur. Aksi takdirde o en zor işte, asgari ücretle çalışmak zorundasındır. Tatar kalırsa, ona ne lojman, ne kariyerde yükselme vardır, o bir zenci durumundadır. Bu şartlar altında nasıl dilini, milletini düşünürsün? Tüm Sovyet sistemi, Rus olmayan milletleri iktisadi, sosyal ve kültürel yönden Ruslaştırma amaçlı kurulmuştu.” (Kerimullin 1996: 402–403). Kerimullin’in sözlerine ek olarak Sovyetler Dönemi’nde kariyer sahibi olmanın diğer bir yolu vardı, o da Komünist Parti’ye üye olmak. Komünist Parti’ye üye olmadan hiçbir işini halledemezdin. Günümüzde Komünist Parti’ye üye olmanın yerini Putin’in kurduğu Birlik Rusya Parti’sine üye olmak almıştır.
Aslında Ruslaştırma siyaseti Sovyetlerden çok daha önce başlamıştır. 1552 yılında Kazan Hanlığı Korkunç İvan tarafından işgal edildikten sonra Ruslar Tatarları Ruslaştırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Ruslar “havuç veya kamçı” yöntemini kullanarak bu kirli amellerini gerçekleştirmekte gecikmemiştir. Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırma siyaseti, İdil-Ural bölgesinde yaşayan Türklerin büyük karşılıklarına sebep olmuş, onlarca isyan patlak vermiştir. İsyanlar bilhassa XVIII. yüzyılda Rus baskısının doruk noktasına ulaştığı döneme denk gelmektedir. Sovyet Dönemi’nde olduğu gibi Çarlık Rusya’sı Dönemi’nde de dinini, milletini satanlar Çar tarafından ödüllendirilmiş. Hıristiyanlığı kabul edenler vergiden muaf tutulmuş, çocukları askere alınmamıştır. Onların tüm yükü ise milletini satmayanların üstüne yüklenmiştir. O dönem eğer birisi cinayet işlemiş ise, Hıristiyanlığa geçmesi ile onun tüm günahları bağışlanmıştır. Yani Rus olmak kolay olmanın yanı sıra çok avantajlıdır. Bu durumda tabii ki vicdanla cüzdan yer değiştirmiştir. Vicdan azabı çekemeyenler sadece var olma arzusu içinde cüzdanlarını tercih etmişlerdir. Yüzyıllardır süregelen bu yöntem hem Çarlık Rusya’sında, hem Sovyetler Dönemi’nde, hem günümüzde varlığını korumaktadır. Rus kadınlarla evlenme konusu devlet adamı ve ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan’ın (1890–1970) da dikkatinden kaçmamıştır. Togan, Kazak siyasetçi, devlet adamı Mustafa Çokayoğlu (1890–1941) ile ilgili mektuplaşmalarından söz ederken şöyle demiştir: “Sen daha Berlin’deki toplantılarımızda Sosyalistler Kongresinden okuyacağım tebliğin şimdi intişar eden Rusçasını okumuş, böyle fırsatlardan istifade edip davamızı tanıtmalıyız diye tasvip etmiştin. Neden böyle döndün? Her halde bu tebliğ ve sana yazdığım mektup Mariya Yakovlevna’nin (Çokay’ın eşi) hoşuna gitmedi. Böyle haller geçen sene de birkaç defa olmuştu. Elekeñ (Alihan Bükeyhan) ve Aqañ (Ahmet Baytursun)nun karıları da Rus’tu. Fakat onlar eşlerini siyaset işlerine karışmamaya alıştırmışlardı. Mektupları onlara okutmazlardı. Siyasî mesele konuşulurken onlar derhal kalkar giderlerdi.” (Togan 1999:484–485). Söz konusu olan isimler Kazak Türklerinin önemli şahsiyetleridir. Alihan Bükeyhan (1866–1937), Cengiz soyundan olup, Alaş Ordu’sunun kurucularından birisi, siyasetçi, eğitimci, gazeteci ve etnograftır. Ahmet Baytursun (1872–1937) ise, eğitimci, yazar ve Türkolog’dur. Rus kadınla evlendirerek Ruslaştırma da Rus siyasetinin bir parçasıdır. Ne yazık ki bu iki önemli şahsın da kadınları Rus olmuştur. Fakat Rus kadınla evlenmek onları Stalin zulmünden kurtaramamış, Alihan Bükeyhan ve Ahmet Baytursun 1937 yılında idam edilmiştir.
Rus dilinin önem ve anlamı yüzyıllardır dillendirilmektedir. ‘Medeniyete ulaşmanın yolu Rus dilinden geçer’ sözü her dönem telaffuz edilmiştir. Sovyetler de ‘Komünizm’in başarıya ulaşmasındaki en büyük etkenlerden birisi Rus dilidir’ şeklindeki propagandası o kadar geniş yayılmıştır ki, bunun için Rus dilini göklere çıkartan övgüler sadece Ruslar tarafından değil, Rus olmayan milletlerin önde gelen aydınları tarafından da dile getirilmiştir. Kraldan çok kralcı olanların başında gerçek adı Josif Visarionoviç Djugaşvili olan, doğru dürüst Rusça konuşamayan Gürcü asıllı Stalin gelmektedir. Bunların arasında her milletten olduğu gibi Kazan Tatarları da vardır. Henüz 1920’lı yıllarda Rus diline geçmeliyiz, Tatar diline ne gerek var, diyenler bu sözlerinin yanı sıra Tatar dilinin yetersizliğinden bahsederek kendi dilini horlamış, küçük görmüştür. Böylece, Rus dilini öven yazılar, şiirler ortaya çıkmıştır. Örneğin Tatar şair Mehmüt Höseyen (1923–1993) 1947 yılında yazdığı bir şiirinde Rus dili ile ilgili şu dizeleri yazmıştır:
Rus halkının dilini seviyoruz,
Anlaşılıyor o herkese.
Tüm halklar için ortak bir dil:
Güzel de o, zengin de, güçlü de! (Höseyen 1983: 22).
Rus dilini göklere çıkaranlar arasında dünyaca tanınmış yazarlar da bulunmaktadır. Onlardan birisi anne tarafından Kazan Tatarı, baba tarafından Kırgız Türk’ü olan Rus yazar Cengiz Aytmatov’tur (1928–2008). Aytmatov, birkaç istisna dışında tüm eserlerini Rus dilinde yazmıştır. Kırgız dilinin duyguları ifade etmekte yetersiz olduğunun altını çizen Aytmatov, bunun aksine Rus dilinin kâmil bir dil olduğunu söylemiştir. Kendi dilini küçük düşürücü bu sözleri söyleyen bir yazar, dilini geliştirmesi, milletine hizmet etmesi gereken yerde Rus diline övgü yağdırmayı yeğlemiştir. İşte yükselmenin yolu milletine yüz çevirmekten geçmiştir Aytmatov için. Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan anlamına gelen mankurt kelimesini edebiyata getiren bir yazar olarak da bilinen Cengiz Aytmatov, kendisi milli kimliğinden uzaklaşmış, dilini hiçe saymıştır. Oysa bir milletin edebi dilini geliştirmek ilk önce bu milletin yazar ve aydınlarının görevidir.
Türk olmak, ben Türk’üm diyebilmek dünyanın neresinde olursan ol zordur. Türk olmak ve Türk kalmak cesaret ister. Bilindiği gibi, milletini yücelten, milleti için sonuna kadar mücadele veren gözü pek insanlar da vardır. Değil zindanları ölümü bile göze alan yiğit insanlardan ilk akla gelen isim hiç kuşkusuz Tatar ulusunun büyük oğlu, siyasetçi Mirseyit Sultan Galiyev’tir (1892–1941). Sultan Galiyev 1917 Ekim Devrimini büyük bir heyecanla karşılamış ve Lenin’in “Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayın etme hakkı” sözlerinden yola çıkarak Bolşevikleri desteklemiştir. Fakat çok zaman geçmeden söylenenlerin sadece sözde kaldığını gören Sultan Galiyev, gerçekleri Stalin’in yüzüne haykırmıştır: “Yeter, yoldaş Stalin, cumhuriyetlerin bağımsızlığı ile oynamayın! Yaşasın Tatar-Başkurt Cumhuriyeti!” (Kurban 1998: 99). Bu sözleriyle şimşekleri üzerine çeken Sultan Galiyev, sözlerinin bedelini hayatı ile ödemiştir. Sovyetlere karşı çıkanlar zindanlara atılmış, sürgüne sürülmüş ve idam edilmiştir. Bazıları ise “deli” damgası vurularak tımarhaneye kapatılmıştır. Tatar yazar Adler Timergalin (1931–2013) de bunlardan birisidir. O, Kazan Devlet Üniversite’sinin Fizik Bölümü öğrencisiyken, “Stalin’e Ölüm!” sloganıyla sonuçlanan bir el yazısı hazırlamıştır. Yazıda, maaşların arttırılması, fiyatların düşürülmesi, vergilerin azaltılması talep edilmiştir; ayrıca gazetelerde yazılanların yalan olduğu, halkın aç ve sefil hayat sürdüğü, Moskova’nın, Komünist Parti’nin, bilhassa Stalin’in milli siyasetteki şoven tutumu, ikiyüzlülüğünü açık bir şekilde dile getirilmiştir. Rus dilinde yazılan bu el yazılarını sinema, tiyatro, pazar, alış veriş merkezi, otobüs, tramvay durakları gibi kalabalık yerlerde dağıtmıştır. Çok zaman geçmeden Timergalin tutuklanmış ve sorgulanmıştır. O, Sovyetlerin ve Stalin’in siyasetini ifşa eden el yazısını kendinin yazdığını kabul etmiştir. Timergalin’in bu tutumu milliyetçilere cesaret vermiş, düşmanlarının gönlüne korku salmıştır. “Stalin’e Ölüm” sloganını dile getiren delikanlıya deli damgası vurmaktan başka çaresi olmayan KGB Timergalin’i Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastane’sine kapatmıştır. Stalin döneminde zindanlara atılmış, sürgün edilmiş, kurşuna dizilmiş olanlar doğru, cesur ve namuslu insanlardır. En zor şartlarda demir parmaklıkların arkasında dahi onlar umutlarını kaybetmemiştir. Ünlü Tatar şair Hesen Tufan’ın (1900–1981) ömrünün 1940–1956 yıllarında denk gelen 10 yılını hapishanede 6 yılını süzgünde olmak üzere en verimli 16 yıllını “cezasını” çekerek geçirmiştir. Hapishane yıllarında “tutsaklık ve özgürlük” üzerinde düşünürken Tufan şöyle demiştir: “Haklı olduğuna inanan, manevî değerlerini kaybetmeyen birisi için tutsaklık nedir ki? Özgürlükte kendi gölgesinden kendileri korkarak yaşamak mıdır özgürlük? Kendi milletine cellât olan (veya olmak isteyen) , namusu iki paralık olan insanlar için olan bir şey değil midir özgürlük; namuslu olarak yaşamak ‘özgürlükte’ kesinlikle yasaktır, yoksa acımasızca takip ederler…” (Gaynetdinov 1989: 149).
Lenin, Çarlık Rusya’sını “halklar zindanı” olarak adlandırmış ve uluslara kendi kaderlerini kendilerinin tayın etme hakkı olduğunu söyleyerek iktidara gelmiş olsa bile, sözünü yerine getirmemiş Sovyetler de “halklar zindanı” olmaktan ileri gidememiştir. Verilen vaatlerin yerine getirilmediğini fark eden millet aydınlarının bazıları Sovyetlere karşı mücadelelerini sürdürmek üzere yurt dışına gitmek zorunda kalmıştır. Bunlar içinde akıldan silinmeyen isimler arasında yer alanlardan birisi Başkurt asıllı devlet adamı ve ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan’dır. 1919–1920 yılları arasında on beş ay Sovyetlerle işbirliği yapan Togan, hem Lenin, hem Stalin’le görüşmüş, onların düşüncelerini bizzat ilk ağızdan dinlemiştir. Her ikisi de Togan’ı Komünist Parti’de görmek istediklerini dile getirmiştir. Sovyetlerin milli meselede samimi olmadıklarını, vaatlerinin yalan olduğunu, bu işten bir netice çıkmayacağını Togan şu sözlerle dile getirmiştir: “Zaten yalana tahammülüm yok. Eğer bir gün hayırlı neticeleri olacağını belirten bir delil olsaydı bu yalanlara daha da tahammül ederdim. Fakat öyle bir müspet netice vereceğine en zayıf delil bile yok. Böyle işler tevekkülle olur… 29 Haziran 1908’de babamı bırakıp uzak şehirlere tahsile gitmiştim. Şimdi 29 Haziran 1920’de Lenin’i bırakıp aleni isyan bayrağı kaldırarak Türkistan’ın dağ ve çöllerine çekiliyorum…” (Togan 1999: 279–281).
Yukarıda da söz ettiğimiz gibi, Stalin Dönemi’nde insanlar 3’e ayrılmıştır. İlk iki türden bahsettik, üçüncü tür insanlar sessizce kabuğuna çekilen suskunlardır. Bilindiği üzere o yıllarda edebiyat Komünist ideolojinin propaganda aracı olarak hizmet vermiştir. Ya Komünizm’i öveceksin, ya göklere çıkaracaksın. Yazar olmanın, unvan, makam sahibi olmanın, yükselmenin başka yolu olmamıştır o dönemde. Sovyetlere karşı yazı yazmayı hayal etmek bile tehlike arz etmişdir. Yazarsan dahi sansüre takılır, o da yetmezmiş gibi yargı yolu seni bekler. Sovyetleri övmek istemeyenler Stalin Dönemi’nde sessizce kabuğuna çekilmiş, hiçbir eser yazmamış veya yazdıklarını da kendilerine saklamıştır. Suskunlar grubuna dâhil olan yazarlardan birisi de ünlü Tatar yazar Emirhan Yeniki’dir. Yazar Stalin Devri ile ilgili şu satırları yazmıştır: “Kısacık Lenin Dönemi’nin ardından uzun yıllar sürecek Stalin Dönemi geldi. Kısa ömürlü olan sanki uzun ömürlüsünü doğurdu. Bu dönemde yeni nesil doğup büyüdü. Benim yaşıtlarım delikanlı adam olduklarında, bir kez daha geri dönmeyecek yılları bu döneme denk geldi. Gördük biz o dönemi, tanıdık, canlı şahidi olduk – bununla belki, övünebiliriz de…” (Yeniki 1996: 55). Yeniki eserinde Stalin için “insan” kavramının olmadığını, “yararlılar” ve “yararsızlar” olarak nitelendirdiği insan topluluğunu istediği gibi yönettiğinin altını çizmiş, “yararlı olmayan” kişileri “halk düşmanı” ilan ederek yok ettiğinden söz etmiştir. “…Dünyada Stalin gibi kim tüm dünyayı, tüm halkı, devletin en yüksek güçlerini kendine bağlayabilmiştir?.. Bazen, pabuççudan devlet zirvesine çıkan bu insan olağanüstü güçlere mi sahip diye de düşünmüyor değilsin. Gerçekte ise hikmet olağanüstü güçlerde değil, Stalin’in bir diktatör olarak tüm hâkimiyeti kendi ellerinde toplamasındadır… Diktatörler ise her daim kendini ve kendi iktidarını korumalı – bu onların ilk kaygısıdır.” şeklinde yorumu Yeniki’nin Stalin ile ilgili düşüncelerini ortaya koymuştur. (Yeniki 1996: 60–61). Burada Stalin ile ilgili İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşen bir Polonyalı askerin tespitini de eklemek istiyorum: “Büyük Stalin, dediniz. Evet, o büyük. Fakat kendini göstermek istediği gibi ne büyük lider, ne halkların atası olacak kadar da ahlak sahibi değildir, o bir entrikacıdır. Ayrıca dönemin Rus Emperyalizmi’nin büyük uşağı, büyük cellâdı, GPU, NKVD gibi insanları idam eden topluluğun baş mimarı bir zalimdir. Ruslar onun acımasızlığını silah olarak kullanarak, bu silahla tarih gözlüğünden bakıldığında sallanmaya başlamış, çökmüş Emperyalizmi tekrar sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar…” (Galiyev 1996: 192). Diktatör Stalin’in idaresi altında milletin birçok aydın ve yazarının kalemi bir kez daha yazmamak üzere kırılmış, kırılamayanlarınki de susturulmuştur. O dönem milletin ileri gelenlerinin topluca hapis ve sürgünde olduğu da dikkate alındığında sonuçları tahmin etmek hiç de zor değildir. Henüz 20 yaşındayken “Dost Kişi” (1929) adlı ilk kitabı yayımlanan Emirhan Yeniki uzun yıllar eline kalemini almadan susmayı tercih edenlerdendir. Hapiste ve sürgünde olan yazarların ise kalem alıp eser yazma olasılığı olmamıştır. Tüm bunlar dikkate alındığında Tatar Edebiyatı başta olmak üzere Türk Dünya’sı Edebiyatı büyük bir sekteye uğramış, yazılmamış eserler sadece kalplerde kalmış, büyük çoğunluğu da yazarlarıyla birlikte gömülmüştür.
Sovyet Dönemi, bilhassa Stalin Devri tarihin en karanlık noktalarından birisidir. Tarihin önünde masumiyetini korumuş olan Stalin Devri kurbanları bugünlerde az da olsa dillendirilmektedir. Devir, rejim ve yöneticilerin değişmesi ile Türklerin hayatında pek bir değişiklik olduğu söylenemez. Rus olmayı tercih edenler günümüzde de büyük imtiyaz sahibi olduğu gibi, Türk kalanlar ise bunun aksine “ötekileştirilmekte” ve dışlanmaktadır ki, kendi topraklarında üvey evlat muamelesi görmektedir. Bazı konularda tersine gerilemeler bile vardır. Günümüzde Ruslarla evlilikler artarak devam etmektedir. Verilen rakamlara göre bugün Tataristan’daki[3] Tatarların %50’si Ruslarla evlidir. Bu da Kazan Tatarlarının geleceğini belirleyen acı bir gerçektir. Ruslarla evlilik yapan gençlerimiz mankurtlaşmaya ilk adımını atmış olan insanlardır. Evlilik, çocuklarını Rus okullarında okutma, çocuklarına Rus ismi koyma gibi yollarla var olma uğruna Rus olmayı seçenler millet için en tehlikeli olanlardır ki, çünkü onların geri dönüşü yoktur. Hiç kuşkusuz makam, unvan, nişan, madalya, mal mülk sahibi olan bu insanlar milleti karşısında bir hiçtir. Hayatta Türk doğup Türk ölen doğru, cesur ve namuslu insanlarımız dün olduğu gibi bugün de çile çekmeye devam etmekte, horlama ve aşağılamalara maruz kalmakta, takip edilmekte, yargılanmakta, yoksul hayat sürmekte, milli dilde eğitimden mahrum bırakılmaktadır. Fakat her şeye rağmen Tatarlar görmüş, geçirmiş bir millettir, zorluklar onlara vız gelir tırıs gider. Tatarlar var olmak için değil insan gibi yaşamak için sonuna kadar savaşımlarını sürdürecektir. ‘Var olmak’ ile ‘yaşamak’ arasında ince bir çizgi var gibi gözükse de aslında kocaman bir uçurum vardır. “Herkesin, yaşadığı zorluk kadar direnci, çektiği çile kadar gücü vardır. Önemli bir acı yaşayan kişi (veya millet – R.K.), basit acılardan etkilenmez. Karşımıza çıkan zorluklar bizi eğitir, güçlendirir, deneyimli ve dayanıklı kılar. Hiçbir zorluğu göğüslemeyen insanlar, en ufak bir derdin altında kalırlar.” (Sertel 2006: 199). Doludan ıslanan, yağmurdan korkmaz, derler.
Kaynakça:
1. Galiyev Marsel, Kayda Minem İlem (Nerede Benim Vatanım), Kazan 1996.
2. Gaynetdinov, Mesgut, Davıllarda, Cillerde…(Fırtınalarda, Yellerde), Kazan 1989.
3. Höseyen, Mehmüt, Mehebbet hem Moñ (Aşkın Melodisi), Kazan 1983.
4. Kerimullin, Ebrar, Yazmış, Yazmış… (Kader, Kader…), Kazan 1996.
5. Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı (Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti), İstanbul 1998.
6. Mostafin, Rafael, Repressiyelengen Tatar Edipleri (Cezalandırılan Tatar Edipleri), Kazan 2009.
7. Sertel, Adem, Tecrübenin Dili: Konu Konu Atasözleri, İstanbul 2006.
8. Togan, Zeki Velidi, Hatıralar, Ankara 1999.
9. Yeniki, Emirhan, Koyaş Bayer Aldınnan (Güneş Batmadan), Kazan 1996.
[1] Yazıdaki yabancı kaynaklardan alınan alıntılar tarafımdan çevrilmiştir.
[2] İdegey, Altın Ordu Devleti’nin son dönemleri olan XIV. yüzyılın sonu XV. yüzyılın başlarında yaşanan tarihi olayları konu edinen ve Sovyetler Dönemi’nde yasaklanan bir Tatar Halk Destanı’dır.
[3] Verilen bilgilere göre bugün Tatarların sadece %25’ı Tataristan’da yaşamaktadır.