1552 Kazan Hanlığı’nın İşgali
1438 yılında Uluğ Muhammet Han tarafından kurulan Kazan Hanlığı, Kazan Tatarlarının tarihteki son bağımsız devletidir. Kazan Hanlığı, doğal zenginliği, coğrafi konumu açısından her zaman Rusların iştahını kabartmıştır. Ruslar ne yapıp edip, Türk Dünyası için kapı görevini üstlenen ve Rusların ilerlemesini engelleyen Kazan Hanlığını işgal etmeyi amaç edinmiştir. Stalin devri kurbanı ünlü Rus tarihçi Mihail Hudyakov (1894–1936), Rusların Kazan Hanlığını istilası ile ilgili siyaseti hakkında şunları yazmıştır: “ 1540’lı yılların sonuna kadar Kazan Hanlığına karşı Rus siyasetinin toprak fethetme niteliği olmadığını görmüştük. 1540’lı yılların sonunda Rus siyasetinde kesin bir değişiklik olmuş, Kazan Hanlığını fethetme ve onu Rus Devletine dâhil etme fikri doğmuştur. Rus-Kazan ilişkilerinin tüm planı değişmiş, asıl emperyalist istila savaşı başlamıştır. 1549 ve 1550 yıllarındaki başarısız seferler bu yolun ilk adımları olmuş, fakat bunlar Kazan tarihinin normal akışını değiştirmemiştir.” (Hudyakov 2009: 160). Ruslar, Kazan Hanlığının başkentini 1487, 1524, 1530, 1550 yıllarında kuşatmış, 1469, 1506 ve 1545 yıllarındaki kuşatma girişimleri başarısız olmuş, 1487 yılında şehir teslim edilmiş, 1524, 1530 ve 1550 yıllarındaki kuşatmalar ise kısa sürmüş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1552 yılındaki Kazan Hanlığının başkentini kuşatmak ve ele geçirmek için Ruslar, İdil Nehri boyuna askeri üs amacıyla Zöye Kalesi’ni inşa etmiştir. Birkaç sefer Kazan’ı alamayan Ruslar Moskova’ya bir kez daha yenilgiyle dönmek istememiştir. 150 bin Rus askerine karşı 33 bin kişi (bunların 30 bini Kazanlı, 3 bini Nogaylıdır) Kazan’ı savunmuştur. Orantısız gücün yanı sıra, Kazazlıların kullandığı 159 tane top, Ruslarınkine oranla daha düşük kalitede olması, Rusların ise en yeni teknik silahlarla donanmış olması, kale duvarlarının yıkımında barut ve mayın kullanması Rusların işlerini kolaylaştırmıştır. Fakat Kazan Tatarları son güçlerine, son nefeslerine kadar direnmeye devam etmiştir. Yalnız askerler değil, çoluk çocuk tüm Kazan sakinleri Ruslara karşı kaleyi savunmuştur. Kale duvarı yıkıldıktan sonra Rus askerleri Kazan’a girdiklerinde dahi dirençle karşılaşmışlardır. Kul Şerif Camii yanında bulunan Tezik deresinde amansız bir savaş gerçekleşmiş, Kul Şerif başta olmak üzere birçok Tatar bu savaşta şehit olmuştur. Son çarpışma Han Sarayı’nda gerçekleşmiştir. 5’e 1 oranındaki eşitsiz güce karşı mücadele veren Kazan Tatarları hem savaşı, hem Kazan’ı, en önemlisi bağımsızlıklarını kaybetmiştir. Huydakov, Kazan Hanlığı’nın Ruslar tarafından işgalini şu sözlerle tanımlamıştır: “Esir düşen Kazan sakinlerinin tüyler ürpertici katliamı, Rus tarihinin en üzücü sayfalarından biridir.” (Hudyakov, 2009: 200). Kazan Kalesi’nin işgalinden sonraki sokaklardaki dehşet verici korkunç manzarayı anlatmak için kelimeler yetersiz kalır. Kadınların feryadı, çocukların gözyaşları, şehit cesetleriyle dolu sokaklar, oluk oluk akan kan… Korkunç İvan’ın Nur Ali Kapısı’ndan şehre girmesi için önce sokaklardaki cesetler kaldırılmış, Rus askerleri ancak bir sokağı temizleyebilmiştir. Kaleye giren gaddar Ruslar, şehri yağmalamış, talan etmiştir. Kazan’da bir tek erkek bile kalmamış, sağ kalanlar ise kale duvarından Kazan Nehri’ne atlayarak ormanlara kaçmışlardır. Şehirde kalan kadınlar ve çocuklar Korkunç İvan’ın emriyle Rus askerlerine köle olarak verilmiştir. 2 (15) Ekim 1552 tarihi Kazan Hanlığı’nın çöküşünün tarihidir. Rus işgalini tek kelime ile ifade etmek gerekirse – bu bir Soykırımdır. M.G. Hudyakov Kazan Tatarlarının yetirdiği değerlerini şöyle kaleme almıştır: “ Zorla mezara götürülen çok sayıdaki insanlar dışında, Kazanlıların çektiği acı, ıstırap ve sayısız gözyaşlarından başka, 2 Ekim kederli günü, kuşaktan kuşağa edinmiş maddi refahın yok olması ve kültür-sanat değerlerinin kaybıdır; şimdiyse bu değerler, dikkat ve ihtimamla saklandığı kuytu köşelerden hiç acımadan çıkarılmış, merhametsizce parçalanmış, berbat edilmiş, zarar verilmiş, yok edilmiştir. Binlerce değerli şey, ziynet eşyaları, kumaşlar, yüksek zanaat ve sanat eserleri bir daha geri dönmemek üzere yok olmuştur. Halk servetine korkunç bir darbe indirilmiş, halkın bu darbeden kendini toparlayabilmesi imkânsızdır. Koca şehir, asker yağmasının kurbanı olmuştur.” (Hudyakov, 2009: 200–201). Yukarıdaki metinde görüldüğü gibi Ruslar hiçbir şeye acımamış, gaddarca davranmıştır. Kazan Tatarlarının kutsal saydığı değerlere, kirli elleriyle dokunan işgalciler telafisi zor olan bir tahribat gerçekleştirmiştir. Kazan Hanlığı’nın işgali, Tatarlar için bir felaket ve facia olmanın yanı sıra, Türk Dünyası’nın kale görevini üslenen hanlık da artık ortada yoktur. Bu saatten sonra Kazan Tatarları başta olmak üzere bölgedeki tüm Türkleri esaret, zulüm ve cefa beklemektedir. Kazan Hanlığı’nın işgalinden sonra Tatarlar Kazan kalesinden 60 kilometre uzaklaştırılmış, tekrar Ruslara karşı isyan ederler korkusuyla silah yapmalarını engellemek için Tatarlara demircilik yasaklanmıştır. Kazan Hanlığı çökmüş, fakat Ruslar bununla tüm Tatarları yok edemedikleri gibi, Tatarların karakterinde olan milli bağımsızlık fikrini de söküp alamamışlardır. Kazan işgalinde sonra da bağımsızlık uğruna savaşım küçük-büyük ayaklanmalar şeklinde süregelmiş ve aradan 460 yıl geçmesine karşın bugün de devam etmektedir.
2 (15) Ekim 1552 tarihinde Kazan’ı işgal eden Ruslar, artık elde ettikleri topraklarla yetinmeyip Tatarları millet olarak yok etmenin yollarını aramışlardır. Tatarları zorla Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırma siyasetinde sınır tanımayan Ruslar her türlü yöntemi denemekten çekinmemişlerdir. Zorla Hıristiyanlaştırma bilhassa XVIII. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Ruslar, Tatar ve Başkurtlar başta olmak üzere bölgede yaşayan Türklere nefes alma alanı bırakmamıştır. Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. İsyanların ardı arkası kesilmemiştir. Bu isyanların birisi de tarihte lideri Batırşa’nın adıyla anılan 1755 yılındaki Batırşa Ayaklanması’dır.
XVIII. Yüzyılda İdil-Ural Bölgesi’ndeki Durum
1552 yılında Kazan Hanlığı’nın işgali ile başlayan Rus esareti, bölgede yaşayan Türkler için var olma savaşımına dönüşmüştür. Zorla Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırarak İdil-Ural Bölgesi Türklerini tarih sayfasından silkme isteyen Ruslar, bölgeye bir ellerinde haç diğer ellerinde kılıçla gelmişlerdir. Akıl almaz vergiler ödemek zorunda kalan Türkler, tam anlamıyla Rusların kölesi haline getirilmiştir. Bir zamanlar tarih sayfalarına adlarını altın harflerle yazdıran Türkler artık yoksul esirlerdir. Ruslarla Türkler arasındaki yüzyıllardır süren ve bugün de devam eden mücadele, Ruslar için toprak elde etme ve zenginlik, mal mülk toplama, Türkler içinse bağımsızlık için bir mücadeledir. Tatarlar başta olmak üzere bölgedeki Türklere uygulanan zulmün haddi hesabı yoktur. Ömür boyu askerlik, en zor ve kirli işlerde çalışma gibi yollarla Tatarları yok etmekle birlikte geride kalanları zorla Hıristiyanlaştırmayla Ruslaştırmak için her gün yeni bir kanun çıkarmışlardır. O dönemde Rusya 3 kişi tarafından idare edilmiştir: çar, papaz ve generaller. Çar emirler çıkarmış, papaz ve generaller onun emirlerini yürürlüğe koymuştur. Ruslar, Hıristiyan dinini yaymak için “kamçı veya havuç” yöntemini kullanmıştır.
Bazı Türkleri “satın alma” yani “havuç”, bazılarını ise korkutarak “kamçı” yardımıyla yola getirmişlerdir. Zorla Hıristiyanlaştırma bilhassa XVIII. yüzyılda artmıştır. Petro’nun (Moskova 1672–Petrsburg 1725) ölümünden sonra Rusya tahtına oturtulan Anna İvanovna (1693–1740), Müslüman-Türkleri yok etmek için bir program hazırlamıştır. V.İvan’ın kızı ve Büyük Petro’nun yeğeni olan Anna İvanovna 1730-1740’lı yıllarda Rusya’yı idare ettiği dönem Kazan Tatarları için en zor ve en sancılı dönemlerin birisidir. Eğlenceye düşkünlüğü ile ünlü olan Çariçe Anna İvanovna, aynı zamanda zalim ve kincidir ki, bölgedeki Türklere karşı bir soykırım siyaseti uygulamış, yüzlerce köy ateşe verilmiş, insanlar diri diri yakılmış, Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenler en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Çariçe 16 Şubat 1736 tarihinde yeni bir karar çıkarmış, bu karara göre İdil-Ural Bölgesindeki Türklerin köyleri ellerinden alınacak ve köylere Rus çiftçileri yerleştirilecek, köy sakinleri acımasız bir şekilde öldürülecek, evleri barkları dağıtılacak, hayatta kalanlar Rus askerlerine esir olarak verilecek veya ömür boyu sürgüne gönderilecektir. Bu kararı yerine getirmek için Kirillov, Rumyantsev ve Tatişçev başkanlığındaki 22 bin Rus askeri İdil-Ural bölgesine gönderilmiştir. Bölgedeki Türkler kılıçtan geçirilmiş ve bir daha isyan etmeyecek duruma getirilmiştir. Çariçe tarafından gönderilen askerlerin yaptığı “marifetler” şunlardır: 1736–1737 yılları arasında İdil-Ural’da 696 Tatar köyü yakılmış, 17 binden fazla Tatar öldürülmüş, 4 bin Tatar ömürlük sürgüne gönderilmiş, 10 bin Tatar kadını ve çocuklar Ruslara esir olarak verilmiştir… Sağ kalan Tatarların 17 bin civarında büyük ve küçükbaş hayvanlarına el konulmuş, kendileri 9194 Ruble para cezasına çarptırılmıştır. Bu rakamlardan görüldüğü üzere Tatarlar maddi manevi bakımdan etkisiz hale getirilmiş, bu olaydan sonra bellerini doğrultmak hiç de kolay olmamıştır. O yıllarda yüzlerce Tatar köyü yakılmak suretiyle yok edilmiş, Ruslara itaat etmeyen binlerce Tatar en ağır şekilde cezalandırılmış, çeşitli işkencelere maruz kalmış, kadın ve çocuklar esir olarak verilmiştir. Anna İvanovna, İdil-Ural bölgesindeki Türklere kıyan askerlerini bolca ödüllendirmiştir. Bölge tam anlamıyla kan gölüne dönmüştür… Zorla Hıristiyanlaştırma yolunda adım adım ilerleyen Ruslar, misyonerler yetiştirmek için okullar açmıştır. Ayrıca Hıristiyanlığı kabul eden Müslümanlar çariçenin çıkardığı karar gereği vergiden muaf tutulmuş, onların vergilerini ise Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen Müslümanlar ödemiştir. 17 Ekim 1740 tarihinde çariçe Anna İvanovna’nın ani vefatından sonra Rusya tahtına Büyük Petro’nun kızı Yelizaveta Petrovna (1709–1762) çıkmıştır. Anna İvanovna tüm Rusya’yı Hıristiyanlaştırma hayali ile yanıp tutuşsa da bu emelini gerçekleştirememiştir. Onun gerçekleştiremediklerini hayata geçirme görevi Yelizaveta Petrovna’ya kalmıştır. Yelizaveta Petrovna’nın ilk işi elinde bulunan Rus olmayanları Hıristiyanlaştırma olmuştur ki, çariçe olduktan sonra 6 Nisan 1742’de çıkardığı ilk karar, askerlik yapmakta olanların hepsinin Hıristiyanlaştırılması ve 10–12 yaşında askere alınan Türk çocuklarının ömür boyu askerlik yapmasıdır. Müslümanları yok etme yolundaki çariçenin ikinci adımı ise, 19 Kasım 1742 tarihli kararı, tüm camilerin yıkılması ve yenilerinin yapılmasının yasaklanması yönünde olmuştur. Bu karar gereği, Kazan vilayetindeki 536 camiden 418’i yıkılmış, Sibirya’daki 133 camiden 98’i yakılmış, Astrahan’daki 40 camiden 25’i yıkılmıştır. Sadece Kazan ve Orenburg vilayetinde 270 bin Türk zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Çariçe Yelizaveta Petrovna, Müslümanları köşeye sıkıştırmak için üst üste kanunlar çıkarmıştır. Örneğin, 28 Eylül 1743 tarihli karara göre, Hıristiyanlığı kabul eden Müslümanların vergileri Hıristiyan dinini kabul etmeyenlerin üzerine yüklenmiş, ayrıca Hıristiyanlığı kabul edenler ağır işlerden muaf edilmiş, doğal olarak bunlar da dinini değiştirmek istemeyenlerin sırtına atılmıştır. 22 Haziran 1744 tarihli karar ise, Müslümanların cami yapmasını yasaklamakla birlikte, yerleşim bölgesinde bir tek Hıristiyanlığı kabul eden Müslüman olsa dahi camiler yasaklanmış, mevcut olanları da yıkılmıştır, bunun dışında Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenler bulundukları yerden göç etmek zorunda kalmıştır. Köylerini terk etmek istemeyenler, asker zoruyla köyden uzaklaştırılmış, bu da azmış gibi geri dönerlerse açlıktan ölsünler diye hem köy hem de civardaki ekin tarlaları yakılmıştır. Bu karar gereği, binlerce Müslüman-Türk ailece ormanlara sığınmıştır. Çariçe Yelizaveta Petrovna, zorla Hıristiyanlaştırmayı kaldırmış gibi görünmek, halkın gözünü kapatmak için aldatıcı kararlar çıkarmıştır. Onlardan birisi de Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenlerin idam cezası kaldırılmış, onun yerine onların dil ve burunlarının kesilmesini emredilmiştir. Tarihçilerin dediklerine göre, Yelizaveta Petrovna’nın idare ettiği 20 yıllık süre içerisinde Rusya nüfusunun yarısı “dilsiz” kalmıştır. Çariçenin Hıristiyanlığı seçme ile ilgili emri Tatarcaya çevrilmiş ve halka okunmuştur.
Hıristiyanlığa geçen Müslümanlara büyük kolaylıklar vaat eden bu emirde şu satırlar bulunmaktadır: “Hıristiyanlığı seçenler tüm haklara sahip olacak, fakat onlar vaftiz olurken Kuran ve Muhammet’ten vazgeçmek zorundadırlar! Sözlü ve yazılı olarak Kuran’ı – pis bir kitap, Muhammet’i yalancı bir peygamber, diye ant etmek zorundadır! Ey, Tatarlar! Siz ancak Hıristiyan dinini kabul ettiğinizde mutlu olacaksınız, sizin için kurtuluş yolu, hayatta kalmanın yegâne yolu – vaftiz olup Hıristiyan olmaktadır!”
1552 yılındaki Kazan Hanlığı’nın işgalinden sonra, 1555 yılında Ural bölgesini, 1556 yılında aşağı İdil Nehri’ndeki Astrahan’ın Ruslar tarafından ele geçirilmesi Türkistan’ı parçalamış ve zayıflatmıştır. Rusya toprağı Korkunç İvan devrinden (1584), II. Yekaterina devrine (1775) değin 200 yıl içinde 5 misli büyümüştür. (Kurban, 1998: 95). Zorla Hıristiyanlaştırma yolunda sınır tanımayan Ruslar, İdil-Ural bölgesinde olası ayaklanmalara karşı tedbir almak amacıyla kaleler inşa etmişlerdir. Buna örnek olarak, Ural Dağlarının güneyinde Or Nehri boyundaki Orsk Kalesi (1740) ve Ural Nehri’nin Sakmar Nehri ile birleştiği yerde 1735 yılında inşa edilen Orenburg Kalesi, Yelşan Kalesi (1736), Bozaulık Kalesi (1736), Totsk Kalesi (1736), Çernoreçenskoye Kalesi’nı (1736) göstermek mümkündür. Yapılan kalelere bakıldığında Ural bölgesi Ruslar tarafından abluka altına alınmıştır. (Abzalova-Selmanova, 2012: 137). 1742–1757 yıllarında Orenburg vilayetinde 70’ten fazla askeri üs yapılmış ve bölgede 25–50 bin civarında silahlı asker görev yapmıştır, ayaklanmalar sırasında bu sayı 100 bini bulmuştur. Bir taraftan topraklarını genişleten Ruslar, diğer taraftan bölgenin doğal zenginliklerini yağmalamıştır. Daha önce bölgede hiç fabrika olmamasına karşın, bölgeye yerleşen Ruslar, petrol, kükürt, tuz, değerli taş, mermer vs. üretimi amacıyla fabrikalar kurmuştur. Bölgede fabrika kurmanın amacı yalnız doğal zenginlikleri yağmalamak için olmadığını Z.V. Togan şöyle ifade etmiştir: “ Kirilov’un raporunda bahsolunan Başkurtları yatıştırmak için bu memleketin her yerinde kale ve istihkâmlar kurmak ve burada alaylar yerleştirmek lazımdır, düşüncesi de gerçekleştirildi; böylece Nogay Yolu’nda (daruga)[1] Usol nehrinde Bogoyavlinski bakır fabrikası (1751–1752), Ak-Edil’de Asqın nehrinde Arxangelsk bakır fabrikası (1752–1753), Iq nehrinde Poxrovski bakır fabrikası (1754), Ak-Edil’de Evcan nehrinde Avziyano-Petrovski demir fabrikası (1754), Kana nehrinde Kananikolski bakır fabrikası (1751), Ak-Edil’de Irgızlı nehrinde Voznesensk bakır fabrikası (1754), Sibir Yolu Başkurtları arasında Kesli nehri üzerinde Kaslinsk bakır fabrikası (1751), Satqı ve Quvaş nehirleri üzerinde Zlatoust demir fabrikası (1751), Kazan Yolu’ndaki Başkurtlar arasında Kides nehri üzerinde Verxne-Troytski bakır fabrikası (1752), Şaran nehrinde Arxangelsk bakır fabrikası (1752), Bayraş nehrinde İşterikovski bakır fabrikası (1751) kurulmuş ve bunlara Başkurtlar değil, binlerce Rus köylü ve amelesi getirilip yerleştirilmiştir. Bütün bu fabrikalar Başkurtların muhtariyetini sona erdirmek yolundaki en cezri tedbirlerdi.” (Togan 2003: 87–88). 1744 yılında Ural bölgesi Kazan vilayetinden ayrılmış ve Orenburg vilayeti kurulmuş, bölge valisi olarak İvan Nepluyev (1693–1773) tayın edilmiştir. Ural bölgesindeki bu fabrikalar, İvan Neplyuyev’in eseridir. Konuyla ilgili XIX. yüzyıl Rus tarihçisi V.N.Vitevskiy şöyle demiştir: “ Orenburg vilayetinde Neplyuyev’a kadar hiçbir fabrika olmamıştır; onun döneminde 28 fabrika kurulmuş, 3 fabrikanın yapılması planlanmıştır.” XVIII. yüzyıl ortalarında Ural bölgesinde 50 civarında büyük-küçük fabrikan kurulmuş, doğal zenginlikler talan edilmiştir. Yerli bölge halkının payına düşen ise sadece yoksulluk ve yüksek vergiler olmuştur. Bugüne kadar doğal zenginliklerden yararlanan halk artık tuzu bile satın almak zorunda olmuştur. Bölgedeki Türkler ya Hıristiyanlığı kabul ederek köylerinde kalmış, ya da sürülmüş, onların yerine Rus çiftiler getirilmiş ve böylece yerliler kendi evinde yabancı haline gelmiştir. İdil-Ural bölgesi Türklerinin durumu gün geçtikçe daha da ağırlaşmış, bölge halkı yoksulluğun sınırına gelmiştir. Ruslar ise bunun aksine Türklerin fakirleşmesi pahasına gün be gün daha da zenginleşmiştir. Fabrika ve kalelerin kuruluşu sırasında da Hıristiyanlığı kabul etmeyen Türkler en ağır işlerde gözetim altında çalıştırılmış, itiraz edenler ise cezalandırılmıştır. Bölgedeki Türkler, tüm zorlukların dışında millet olarak ayakta kalmak için, Rusların zorla Hıristiyanlaştırmasına karşı da büyük direniş göstermişlerdir. Çeşitli yollarla Hıristiyanlaştırmanın istatistik bilgilerini tarihçi F.İslayev şöyle vermiştir: “ Rus olmayan milletleri Hıristiyanlaştırmak için kullanılan yöntemler sonucu İdil-Ural bölgesinde 1741–1755 yılları arasında 335 789 kişi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Tatarlar 1747 yılına kadar İslam Dinine sadık kalmıştır. O yıllarda Tatarlar arasında da Hıristiyanlığı kabul edenlerin sayısı artmaya başlamıştır. 1749 yılında 2041 Tatar vaftiz olmuştur. 1748–1755 yılları arasında 9648 kişi Hıristiyanlığa geçmiştir.
Hıristiyanlığı kabul edenlerin etnik sayısı şöyledir: Çuvaşlar – 178 130, Mariler – 58 729, Mordvalar – 40 668, Votyaklar – 36 505, Tatarlar – 10 732 kişidir. Hıristiyanlığa geçen Tatarların büyük çoğunluğu Kazan, Zöye, Sember bölgesindendir.” (İslayev, 2005: 48). (Çev. R.K.)
Zorla Hıristiyanlaştırma, gerçek manasında Haçlı Seferi’ne dönüşmüş, ellerinde haçlı papazlar atlı silahlı jandarma eşliğinde köylere baskın yapmış, tüm köyü meydana toplamıştır, bu vahşette kaçıp kurtulmak için mahzenlere saklananlar da bulundukları yerden zorla çıkarılmıştır. Karşı gelenler ise halkın gözünün önünde diri diri yakılmış, değerlerine ibret olsun diye… Tüyler ürpertici bu manzarayı büyüklerinden dinleyen ve uzun yıllar arşivlerde çalışan Tefkil Vafin’den dinleyelim. Vafin, XIX. yüzyıl ortalarında Zöye bölgesinde yaşanan olayları şöyle kaleme almıştır, tüm köy sakinleri asker zoruyla nehir boyuna götürülmüş, papazlar önce nehri kutsamış, sonra askerler köylülerin suya girmesini sağlamış. Vaftiz olmak istemeyenler suda boğulma girişiminde bulunsalar da amaçlarına ulaşamamışlardır. Askerler onları sudan çekip almış. Halk şaşkın, yaşlılar ölüme hazırlanırcasına tedbir getirmiş, çocuklar hıçkıra hıçkıra ağlamış, kadınlar – korkudan sessiz, erkekler çaresizdir… Papazlar kilise şarkıları eşliğinde, kalabalığın üzerine su serperek Tatarları vaftiz etmeye başlamıştır. Nehir kıyısında ikonalar konmuştur… Ve sudan çıkan Tatarları… haç beklemiştir… “İnsanları sürükleyerek teker teker sudan çıkarmışlar. Erkeklerin başlarındaki tübeteylerini (Tübetey – Tatarların giydiği geleneksel başlık) çıkartıp atarak, kadınları ağlatarak, çoluk-çocuğun bağırmasına aldırmadan vaftiz etmişler. Boyunlarına kalaydan yapılmış haç takmışlar. Haçın ipleri liften yapılmıştır. Onun çabucak çözülmemesi için ıslatarak bağlamışlar. Büyükannemin söylediklerinden: “Annem, o haçı zorla boyuna takmaktansa, bıçaklasalar daha iyi olurdu, diyordu.” Vaftiz merasimi birkaç saat sürmüş.” (Vafin, 2011: 84) (Çev. R.K.) Bu merasimden sonra herkes istese de istemese de Hıristiyan sayılmıştır. Papazlar bununla da yetinmeyip tüm evleri su serperek kutsamışlar, köylüler her daim göz hapsinde tutulmuştur. İbadet artık kilisede yapılmalı, çocukların adını papaz koymalı, evlenme töreni kilisede gerçekleşmeli, ölenler Hıristiyan mezarlığına defnedilmeli v.s. Kurallara itaat etmeyenler en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Müslüman köyleri cehenneme dönmüş, insanlar cehennem hayatı yaşamıştır. Fakat İdil-Ural bölgesi Türkleri Rusların bu zulmü karşısında sessiz kalmamış, millet olarak ayakta kalmak için büyük savaşım vermiştir. Kazan Hanlığı işgalinden sonra bölgede birçok isyan patlak vermiştir.
Batırşa Kimdir?
Batırşa’nın hayatı ile ilgili bilgiler çeşitli kaynaklarda farklı şekilde verilmiştir. Tarihte Batırşa veya Batırşah adıyla bilinse de, tarihçiler onu Gabdulla Aliyev, Batırşa Aliyev, Gabdulla Myazgaldin adıyla tanıtmışlardır. Ünlü tarihçi Gaysa Höseyenov’a göre, Batırşa’nın gerçek adı Bahadirşah Miñlegali oğlu (Galiyev), halk arasında ise onun adını kısaltarak Batırşa diye adlandırmışlar; Gobeydulla Mezgıtdin – onun lakabıdır. Rizaetdin Fehretdin’e göre, Batırşa’nın gerçek adı Gabdulla Tuktargali oğlu (Galiyev). Bu fikri F.İslayev da desteklemektedir. (İslayev, 2005: 68).
Bugüne kadar Batırşa’nın doğum yeri ve doğum yılı ile ilgili kesin bir bilgi olmamaktadır. Bazı tarihçilere göre, Batırşa 1715 yılında 35 haneli Karış (bazı kaynaklarda Karışbaş) köyünde Mişer Tatarı olan Tuktargali Dusaliyev ailesinde dünyaya gelmiştir. Karış köyünü 1693 yılında Rusya’ya zorunlu askeri hizmette bulunan Tatarlar kurmuştur. 1702 yılında köye göç eden 23 aile arasında Batırşa’nın babası molla Tuktargali Dusaliyev’in ailesi de bulunmuştur. Tuktargali Molla’nın nereden geldiği bilinmese dahi köye Nijgar taraflarından, Alatar, Kurmış, Arzamas vilayetlerinden göç ettikleri malumdur. A.P. Çuloşnikov, S.M. Vasilyevler P.İ. Rıçkov’un kitabındaki bilgilere dayanarak Batırşa’nın doğum yılını 1710–1715 olarak vermişlerdir. M.İ. Ehmetcanov, Batırşa’nın doğum tarihini 1711 yılı olduğunu yazmıştır. “Tatar Ansiklopesi”nde 1710–1715 yılları, “Başkurt Ansiklopedisi”nde 1709, 1717 yılları Batırşa’nın doğum yılı olarak gösterilmiştir. Batırşa’nın doğum tarihi ile ilgili bir bilginin bulunmamasının nedeni, arşivlerde konuyla ilgili malumat eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Batırşa yakalandıktan sonra Moskova’daki sorgulamasında: “Yaşım 30’dan fazla, kesin olarak kaç yaşında olduğumu bilmiyorum” demiştir. Batırşa’nın sorgulanmasına katılan P.Rıçkov, onun yakalandığında 46 yaşında olduğunu kaydetmiştir. 1756 yılında 46 yaşında yakalanan Batırşa’nın doğumu 1710 (1756–46=1710) yılı olsa gerek. Tahminlere dayanarak, Batırşa 1710 yılında Ufa vilayetinin Sibirya Yolu’nun Karış köyünde dünyaya gözlerini açmıştır. Bugünlerde bu köy, Başkurdistan’ın Baltaç bölgesinde olup, Yukarı Karış olarak adlandırılmaktadır. (İslayev, 2005: 69).
Batırşa, ilk eğitimini babası Tuktargali Molladan aldıktan sonra, Taysugan köyünde (şimdi Elmet bölgesi) Gabderrahman Molla medresesinde eğitimine devam etmiştir. Gabderrahman Molla, Batırşa’nın gelecek vaat eden bir öğrenci olduğunu fark etmiş olmalı ki, ona Kazan vilayeti Alat Yolu’ndaki Taşkiçü Medresesi’ne gitmesini önermiştir. Batırşa 1734–1744 yılları arasında adı geçen medresede eğitim görmüştür. O, bölgenin tanınmış mollası Gabdesselam Urazmöhemmed’den (bazı kaynaklarda adı sadece Uray olarak geçmektedir) dini derslerin dışında dünyevi dersler de almıştır. Batırşa’nın milli bağımsızlık mücadelesi lideri olarak şekillenmesinde Gabdesselam Molla’nın etkisi büyüktür.
Batrışa’nın medresede eğitim aldığı yıllar, Çarlık Rusya’sının Müslümanlar üzerindeki baskısı doruk noktasına ulaştığı yıllardır. O, zorla Hıristiyanlaştırma siyasetini kendi gözleriyle görmüş, Rus baskı ve zulmünü ensesinde hissetmiştir. Batırşa’nın 1744 yılında eğitimini yarıda bırakmasının sebebi, 1742–1743 yıllarında bölgedeki medreselerin kapatılmasıdır ki, Taşkiçü Camii’nin yıkılması o yıllara denk gelmektedir. O zamanlar Taşkiçü 40 haneli bir köy olup, köy sakinleri arasında Kreşenler (zorla Hıristiyanlaştırılmış Tatarlar) olmamıştır. Batırşa tahsilini bitirdikten sonra önce Ufa’nın Usa Yolu’ndaki Geyne nahiyesine bağlı Küzemyar-Bayavıl köyünde ( şimdilerde Perm Bölgesi Barda İli) ve 1746–1749 yılları arasında İset vilayeti Kuşanak bölgesinin Möslim Eşirov köyünde (şimdilerde Çilebe Bölgesi Möslim köyü) müderrislik ve imamlık yapmıştır. Batırşa köy yöneticisi (starşina) Möslim Eşirov ile yakın ilişkilerde bulunmuştur ki, 1747 yılında onun kız kardeşi Zölbahar Xöseyen’in kızı Zölhebire ile evlenmiştir. Batırşa ile Zölhebire çiftinin Tacettin adında bir oğlu ve Zöleyha ve Saliha adında iki kızı dünyaya gelmiştir. 5 yıl aradan sonra köyüne dönen Batırşa, köyünde imam olarak seçilmiş, medrese açmış ve şakirtlere ders vermiştir. Çok zaman geçmeden Batırşa’nın açtığı medresesi, tüm civar köylere şan salmıştır. Köy medresesine sadece köylü ve civar köyün çocukları değil, eğitim almak için Kazan, Könger ve İset vilayetlerinden de Tatar-Başkurt talebeleri gelmiştir. Gün geçtikçe Batırşa’nın ünü daha da artmıştır ki, 1754 yılında o Ufa vilayetinin Sibirya Yolu’nun akhundu (yüksek dereceli imam) olması teklif edilmiş, fakat bölge yöneticisi (starşina-binbaşı) Yanış Abdullin’in karşı çıkması ile bu göreve atanamamıştır. Müslümanlar yaşayan birçok yerde bulunan Batırşa, Rusların zorla Hıristiyanlaştırma siyasetinin bizzat tanığı olmuş, bu zulmü durdurmanın yollarını aramıştır. Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırmayı durdurmak için mücadeleden başka çare olmadığını anlayan Batırşa, milletinin kaderini değiştirmek için Ruslara karşı isyan bayrağı açmaya karar vermiştir.
Batırşa İsyanı (1755).
İktisadi yağma, siyasi ve dini zulüm gün geçtikçe artmış, çekilemez hale gelmiştir. Gün geçmemiş ki bölge halkı aleyhinde bir karar çıkmasın. Zaten bölgede yaşayan Türkler çok ağır yükümlülük altında geçimlerini sağlamıştır. 1754 yılının Mart ayında çıkan “Tuz Kanunu” bardağı taşıran son damla olmuştur. XVIII. yüzyıl ortalarında İdil-Ural bölgesindeki durumu S.İ.Rudenko şöyle kaleme almıştır: “Daha önce bekçilik görevini esas olarak tarhanlar yapar, 18.yüzyıl ortalarından başlayarak bu göreve bütün haraç ödeyen halklar çekilir. İlkbahardan sonbahara kadar 8 aileden bir kişi “her kişi 2 at ile” bu görevi yapar. İşte o zaman Başkurtlara posta kamplarını geçindirme veya kamplar arasında posta yüklerini at arabasıyla taşıma gibi ağır yükümlülük getirilmiş ve bu yükümlülük genişletilmiştir. Başkurtlardaki genel hoşnutsuzluk 1754 yılındaki buyruktan dolayı patlak verir. Bu buyruğa göre, halkın önceden serbest yararlandığı tuz kaynakları yasaklanır ve 1 pud ( pud, 16,3 kilograma eşit olan ağırlık birimidir) tuzu hazineden 35 kuruşa satın alma zorunluluğu getirilir. Bunun yanı sıra eskiden toplana gelen haraçlar da alınmaya devam eder.” (Rudenko, 2001: 35). Ruslar tuz satma yoluyla hazinenin gelirini 4 katına çıkarmayı planlamıştır. Bölge halkı arasında gergin bir ortam yaratan “Tuz Kanunu” ayaklanmaların alevlenmesinin de nedenlerinden birisi olmuştur. Tüm yaşanan baskı, zulüm, sürgün, işkence, iktisadi zorlukların canlı şahidi olan Batırşa milletini Rus Emperyalizminden kurtarmak için bölgede yaşayan Türklere cihat çağrısında bulunulan bir müracaat yazmıştır. 1755 yılının Mayıs ayında Nogay Yolu Kelçir-Tabın nahiyesinden İsmail adlı bir Başkurt Batırşa’ya bir mektup getirmiş. Bu mektupta Başkurtların Mayıs ayı sonlarında isyana hazırlandıkları hakkında haber verilmiştir. Mektup, bölge halkının Batırşa’yı ayaklanmanın lideri olarak gördüklerinin delilidir. Batırşa’yı ayaklanmanın lideri olarak seçilmesinde hiç kuşkusuz onun insani vasıflarının önemi büyüktür. Zeki Velidi Togan, Batırşa’nın kişilik özelliklerini şu satırlarla ifade etmiştir: “Son derece cesur ve anut (inatçı) bir zattı…
Kendisi siyasi bir zattı. Az söyler çok dinlerdi… Batırşah âlim ve tarihten de haberdar olduğundan Türkistan, Khiyva ve Buhara halklarını da Ruslara karşı uyanık bulunmaya davet eden bir mücahittir.” (Togan, 2003: 89, 97). Mektuptaki haber, Batırşa’nın “müracaat” , kendi tabiriyle “tahrizname” yazmasına neden olmuştur. Bölge halkının bir birinden habersiz hareket etmemesini sağlamak, topyekûn ayaklanmak amaçlı yazılan ve 9 sayfadan ibaret olan bu müracaatı Batırşa 1755 yılının Mart-Mayıs aylarında hazırlamıştır. Batırşa’nin müracaatı, Rus emperyalizminin sömürge siyasetini açık bir şekilde örneklerle gözler