Sağlanan metin, merhum Nihat Genç’e ithaf edilmiş bir övgü yazısıdır. Yazar, Genç’in alışılmadık ve cesur kişiliğini vurgulayarak, onun sıradan bir yazar olmadığını, yazdıklarıyla adeta yaşayan bir kahraman olduğunu belirtiyor. Metin, Genç’in sert üslubuna, halkın sesini yansıtmasına ve tabuları yıkma cesaretine odaklanırken, onun ölümünün bir yas değil, bastırılmış bir isyanın ve yüzleşmenin başlangıcı olduğunu ima ediyor. Son olarak, yazar, Genç’in mirasını sürdürme, onun gibi susmama ve yazma sözü vererek metni tamamlıyor.
Bazı insanlar vardır, sustuklarında ülke sessizliğe gömülür.
Bazı ölümler vardır, ölümü bile kavgaya benzer.
Nihat Genç öldü.
Ama öyle herkes gibi, sönük, silik, sessizce değil.
Yere düştü, ama o düşüş hâlâ sarsıyor bu memleketin damarlarını.
Bir çınar devrildi.
Altında gölgelenenler ya korktu, ya kıskandı, ya da hiç anlamadı.
Ama biz anladık.
Geç de olsa, sessiz de olsa, anladık.
Bu toprak onu seviyordu.
Ama o bu toprakları başka bir yerden seviyordu.
Döverek, söverek, severken kırarak…
Öyle bir sevgiydi ki bu, ne ekranlara sığdı, ne manşetlere.
Her cümlesi yumruktu, her yazısı bir öfke duasıydı.
Çünkü onun derdi büyük derdiydi.
Memleket kadardı.
Ve o derdin ağırlığını, kalemiyle, yüreğiyle, yalnızlığıyla taşıdı.
O hep bu millet için ağladı.
Şimdi bu millet onun için ağlıyor.
Ama bu gözyaşı bir yas değil.
Bu, sel olup akan bir halkın utancı, bastırılmış bir isyanın gözyaşı.
Bir tsunami gibi geliyor şimdi o gözyaşı,
onun sesini yıllarca kısmaya çalışanları, fikirlerini çarpıtanları,
o meşhur “Ama fikirlerine katılmazdım” diyenleri süpürüp geçmek için…
Ulan neye katılmadınız?
Adam onur dedi, haysiyet dedi, memleket dedi.
Siz neyine katılmadınız bunun?
Kalemle yumruk attı bu adam.
Cümleyle diz çöktürdü.
“Yazı yazmak intikam almaktır” dedi,
ve aldı da…
Kırk yılın hesabını tek bir paragrafta sordu.
Herkes bir şey olmaya çalışırken,
O, kimseye benzememeye karar verdi.
Medya büyütmedi onu, dergiler vitrin yapmadı.
O kendi kendine yazardı.
Kendi kendine savaş açtı, kendi kendine bir tarz yarattı.
Tarzı mı?
Ağzı bozuktu evet,
ama gönlü sağlamdı.
Küfrederdi, ama o küfürler içinden namus akardı.
Çünkü o, halkın dilinden yazardı.
Kaldırımlardan, dolmuşlardan, kahve köşelerinden gelen hakiki bir sesin yankısıydı.
Oturup altı ay hadis-tefsir okur, sonra çıkıp “okumuş piçler”le dövüşürdü.
Bilen bir deliydi.
Bilen ama eğilmeyen.
Sözünü esirgemeyen.
Kimseden bir şey beklemeyen.
O bir yazar değildi sadece.
O, kendi yazısının kahramanıydı.
Yazdıkları onun ikinci gövdesiydi.
O gövde şimdi toprağın altında olabilir,
ama kelimeleri hâlâ aramızda dolaşıyor.
Hâlâ kavga ediyor.
Hâlâ tokat gibi çarpıyor suratımıza.
Çünkü bu adam delikanlıydı.
Ve bu millet, delisini sever.
O delilikte hem Dede Korkut’un hikmeti, hem Köroğlu’nun isyanı, hem Lütfü Şehsuvaroğlu’nun Kafes’i vardı.
Yalnızdı.
Ama öyle bir yalnızlıktı ki bu,
kalabalıkların ortasında bile başı dik yürürdü.
Çünkü herkesin yüzüne tükürebilecek cesareti vardı.
O cesaret ki, süslü salonlardan değil,
mahallenin köşesinden gelirdi.
Türk gibi severdi, Türk gibi öfkelenirdi.
O öfke bir yıkım değil, bir inşa biçimiydi.
Yalnızdı, ama korkusuzdu.
Ve o korkusuzluk şimdi bize miras.
Nihat Abi…
Yine zor zamanlar.
Yine yalan çok, doğru az.
Yine herkes susturulmuş, korkutulmuş.
Ama senin sesin kulağımızda çınlıyor hâlâ:
“Yazacaksın ulan!”
“Yalnız kalsan da, kovulsan da, okunmasan da yazacaksın!”
Sen gittin belki ama ardında bir edebiyat bırakmadın sadece.
Bir duruş bıraktın.
Bir yüzleşme.
Bir hakikat.
Bu ülke seni unutmaz.
Ve biz, senin derdini sırtlanmaya hazırız.
Sana gözyaşı değil, yemin borçluyuz.
Senin gibi susmayacağız.
Senin gibi yazacağız.
Senin gibi yalnız,
ama şerefli kalacağız.
Eyvallah abi.
Sen gittin sandılar.
Ama asıl şimdi başlıyorsun.
Senin savaşın bitmedi.
-Tekrar tekrar TÜRK’üz diyeceğiz.
Tekrar tekrar Bağımsızlık ve tekrar tekrar Cumhuriyet diyeceğiz! Terar tekrar sizin suratınıza vuracağız..!-
Ruhun şad olsun.
Hakkını helal et.
Ve unutma…
Biz hep buradayız.