Hindistan-Pakistan hattında yaşanan gelişmeler yalnızca iki ülke arasındaki sınır çatışmaları olarak okunamaz. Bu, bölünmüş bir medeniyetin miras aldığı krizlerin, küresel güçlerin çıkar çatışmalarıyla harmanlandığı bir jeopolitik hesaplaşmadır. Bugün Keşmir’de, Lipa Vadisi’nde ya da Ladakh sınırında yaşanan her gelişme, dünya siyasetinin derin fay hatlarına işaret etmektedir. Bu nedenle meseleye yalnızca güvenlik ya da diplomasi penceresinden değil; tarih, ideoloji, ekonomi ve küresel strateji perspektifinden yaklaşmak gerekmektedir. Ancak bu bütüncül anlayışla, Güney Asya’daki bu derin krize gerçekçi ve sürdürülebilir çözümler üretilebilir.
Hindistan ile Pakistan arasındaki çatışma, günümüzde çoğu zaman terör olayları, sınır gerilimleri ya da Keşmir gibi özel bölgelerle anılsa da bu mesele aslında çok daha derin bir jeopolitik geçmişin, stratejik hesapların ve tarihsel mirasların ürünüdür. Bu iki ülke arasındaki düşmanlığın ardında sadece dini ve etnik farklar değil, Britanya İmparatorluğu’nun Güney Asya’da kurguladığı yapay sınırlar, emperyal bölme stratejileri ve Batı’nın küresel dengeleri şekillendirme arayışı yatmaktadır. 21. yüzyılda artık sadece iki devletin değil, küresel güç dengelerinin ve blokların çarpıştığı bir saha haline gelen Hindistan-Pakistan hattı, aslında çok daha geniş bir medeniyet çatışmasının ve enerji-su güvenliği mücadelesinin de merkezinde durmaktadır.
1947 yılında Britanya’nın Hindistan’dan çekilmesiyle birlikte, sömürgeci yönetim ardında fiziksel ve psikolojik sınırlarla bölünmüş bir toplum bıraktı. Hindistan’ın çoğunluğu oluşturan Hindu nüfusu, laik fakat kültürel olarak Hindu kimliğine yaslanan bir devlet inşa ederken; Pakistan, İslamiyet’i merkeze alan ideolojik bir yapı üzerinde yükseldi. Oysa bu iki ülke, yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada bir arada yaşamış, ortak bir medeniyetin parçalarıydı. İngilizlerin “böl ve yönet” politikası, işte bu medeniyetin içine suni çatışma unsurları ekerek, yalnızca siyasi değil, sosyolojik ve kültürel düzeyde de uzun vadeli bir düşmanlık tesis etti. Bu strateji, İngiltere’nin doğrudan egemenliğini yitirmesine rağmen bölgedeki güçleri dolaylı olarak kontrol etmesini mümkün kılan bir tür “jeopolitik mayın döşeme” operasyonuydu.
Bugün bu miras, Keşmir özelinde somutlaşan ama tüm bölgeye yayılan bir çatışma ortamında kendini gösteriyor. Keşmir, yalnızca jeostratejik önemi nedeniyle değil, aynı zamanda dini çeşitliliği ve sembolik anlamı nedeniyle iki ülke arasında sürekli bir gerilim kaynağı. Burada yalnızca Hindistan ve Pakistan’ın çıkarları değil; terör örgütlerinin, küresel istihbarat ağlarının ve dış güçlerin de faaliyetleri söz konusu. IŞİD ve El-Kaide gibi radikal örgütlerin bölgede zaman zaman etkin olması, bu çatışmanın salt iki ülkenin ideolojik mücadelesi olmadığını ortaya koymaktadır. Bu durum, Keşmir’in hem istikrarsızlık üretmek isteyen aktörler hem de bölgeye müdahale arayışındaki Batılı istihbarat servisleri için uygun bir saha haline gelmesini sağlamıştır.
Bu bağlamda Hindistan’ın 2019 sonrası izlediği sert güvenlik politikaları, Pakistan’a karşı daha belirgin bir üstünlük kurma arzusunun bir yansımasıdır. Keşmir’in özel statüsünün kaldırılması, bölgeye yönelik ağır askeri baskılar ve sivil hakların kısıtlanması gibi uygulamalar, yalnızca yerel tepkiler doğurmakla kalmamış; Pakistan tarafından da misilleme tehdidiyle karşılanmıştır. Özellikle İndus Nehri’nin akışını sınırlamaya yönelik adımlar, bu çatışmayı sadece siyasi değil, altyapısal ve ekolojik bir boyuta da taşımıştır. Su gibi temel kaynakların silahlaştırılması, Hindistan’ın Pakistan üzerindeki baskıyı artırmak istediğini gösterirken, bu durumun doğurabileceği insani krizler de çatışmanın dozunu artırmaktadır.
Ancak çatışmanın bu noktaya gelmesinde sadece bölge ülkeleri değil, küresel güçlerin konumlanmaları da belirleyici olmuştur. Hindistan’ın son yıllarda ABD ile stratejik ortaklık kurma yönündeki adımları, Batı’nın Hindistan’ı Çin ve Rusya’ya karşı bir denge unsuru olarak konumlandırma girişimiyle örtüşmektedir. Washington’un desteklediği Hindutva eğilimleri, yalnızca iç politikada Hindu milliyetçiliğini değil, dış politikada da Batı yanlısı sertleşmeyi teşvik etmiştir. Bu durum, Hindistan’ı bölgesel bir güç olmaktan çıkararak küresel güç mücadelesinde Batı’nın vekil aktörü haline getirmiştir.
Öte yandan Çin, Pakistan’a verdiği yoğun ekonomik ve askeri destekle bu hattın karşı tarafında yer almaktadır. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC), sadece ekonomik değil, jeopolitik bir projedir. Çin, bu koridor üzerinden Hint Okyanusu’na ulaşmakta, enerji yollarını çeşitlendirmekte ve Hindistan’ı çevreleme stratejisini pekiştirmektedir. Hindistan ile Çin’in Ladakh bölgesindeki askeri çatışmaları da bu büyük satranç tahtasının yeni cephelerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu durum, Güney Asya’nın sadece iki ülke arasındaki düşmanlıkla değil, çok kutuplu dünya düzeninin mücadele sahalarından biri haline geldiğini göstermektedir.
Bu karmaşık tabloda, Rusya’nın rolü ise daha dikkat çekicidir. Tarihsel olarak Hindistan ile güçlü askeri ve diplomatik ilişkileri olan Rusya, son yıllarda Pakistan ile de ilişkilerini geliştirmiştir. Aynı zamanda Çin ile stratejik ortaklığı olan Moskova, Güney Asya’da dengeleyici bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Bu üç ülkeyle de çatışmayan nadir bir küresel güç olan Rusya, çok kutuplu dünya düzeninin temsilcisi olarak Hindistan-Pakistan krizini yatıştırabilecek kapasiteye sahiptir. Moskova’nın ara bulucu rolü üstlenmesi, sadece bölgesel barış açısından değil, küresel dengelerin korunması bakımından da kritik önemdedir.
Bununla birlikte, Batılı küreselci çevrelerin —özellikle George Soros gibi figürler üzerinden temsil edilen yapılar— bu çatışmayı derinleştirme eğiliminde olduğu iddiaları da yabana atılamaz. Hindistan’ın Çin ve Rusya ile yakınlaşma ihtimali, Batı’nın çok kutuplu dünya düzenine karşı geliştirdiği stratejik reflekslerle çelişmektedir. Böyle bir ortamda Hindistan’ın içeriden istikrarsızlaştırılması, Çin ile çatışmaya sürüklenmesi veya Pakistan ile sıcak savaşa zorlanması, Batı’nın çıkarlarıyla uyumlu hale gelebilir. Bu senaryo, aynı zamanda dikkatleri Orta Doğu’daki gelişmelerden uzaklaştırarak bölgesel öncelikleri değiştirme amacına da hizmet edebilir.
Sonuç olarak, Hindistan-Pakistan hattında yaşanan gelişmeler yalnızca iki ülke arasındaki sınır çatışmaları olarak okunamaz. Bu, bölünmüş bir medeniyetin miras aldığı krizlerin, küresel güçlerin çıkar çatışmalarıyla harmanlandığı bir jeopolitik hesaplaşmadır. Bugün Keşmir’de, Lipa Vadisi’nde ya da Ladakh sınırında yaşanan her gelişme, dünya siyasetinin derin fay hatlarına işaret etmektedir. Bu nedenle meseleye yalnızca güvenlik ya da diplomasi penceresinden değil; tarih, ideoloji, ekonomi ve küresel strateji perspektifinden yaklaşmak gerekmektedir. Ancak bu bütüncül anlayışla, Güney Asya’daki bu derin krize gerçekçi ve sürdürülebilir çözümler üretilebilir.