Maksadım ecdada çamur atmak, ecdadı karalamak, yerin dibine sokmak değil. Bizim siyasetçilerin, günü birlik, düşünmeden yaptıkları konuşmalara biraz açıklık getirmektir.
. Biz Türkiye Cumhuriyetini, bir başka devletten değil Osmanlı’nın kurtarabildiğimiz mirası olarak devraldık.
Bu sebeple anlattıklarım da; Osmanlı’nın kısa bir özetidir.
115 bin yanmış ev, 12 bin de hasarlı ev vardı. Kiremit imal değil ithaldi. Nüfus 13 milyondu ve 11 milyonu köylerdeydi.
Limanlar, demiryolları, madenler yabancınındı. Toplam sermayenin sadece % 15 Türk’e aitti. Osmanlı’dan Türk’e miras sadece: Hereke İpek, Bakırköy Bez, Beykoz Deri ve Feshane Yün fabrikasıydı kalan.
Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Ülkenin tamamı karanlıktaydı. Otomobil sayısı 1.490 dı. Yalnızca dört şehirde özel otomobil vardı. Kadın insan dan sayılmıyordu. Halk hem ahırda yatıyor, ahırda yıkanıyor, ahırda gusül abdesti alıyor ve veremle-ince hastalıkla boğuşuyordu.
Bizde kimi badem bıyıklıların yere göğe sığdıramadığı Abdülhamit’in 16 avradı vardı, hepsi de çocuk yaştaydı. S. Erdoğan’ın çok beğendiği ve dedemiz dediği Abdülmecid’in ise 22 eşi vardı (M.Bardakçı’ya göre: 25 eşi). Halk ineğine saman bulamazken, muhteremler iki futbol takımı kadar karıyla yatıyorlardı.
Tiyatro, resim, müzik, heykel, spor yoktu. Arkeolojik eserler; gizli-saklı değil padişahların hediyesi olarak trenlerle yurt dışına çıkarılıyordu.
Kimileri alaturka saat kullanıyor güneş, 12.00 batıyordu, kimileri zevali saat kullanıyor güneş, 12.00 de tam tepede diyordu. “Saat kaç?” sorusuna her kafadan bir ses çıkıyordu.
Kimisi Hicri, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Birilerinin Şubat’ı, birilerinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı dünyada ve aynı zaman diliminde yaşıyordu. Lakin ayrı ayrı aylardaydılar.
Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız ne uzunluğumuz dünyaya ayak uydurabiliyordu. Orta çağdı ölçülerimiz.
Gelelim asıl meseleye; erkeklerin % 7’si, kadınların yalnızca BİNDE dördü okuma-yazma bilebiliyordu. Okur -yazar erkeklerin çoğunluğu subay ve gayrimüslimdi. Her dört çocuktan üçü okula hasretti. Onun için Osmanlıca mezar taşlarını, toplumun tamamı sular seleler(!) gibi okuyabiliyordu.
Ülke genelinde; 4894 İlkokul, 72 Ortaokul, 23 Lise vardı. Lisede okuyan kız sayısı yalnızca 230 kadardı. Bugün sadece İstanbul’da kaç okul vardır?
Ülke bilimden ve ilimden oldukça uzaktı. Tek Üniversite vardı. 600 yıl Türkçe’nin ırzına geçilmiş. Osmanlıca denen kendine mahsus bir dil oluşturulmuş. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler-terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyorduk.
Durum ve ahval bu iken: “Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köleleştirildik” diyen filanlar-falanlar, İbrahim Müteferrika’dan itibaren geçen 150 yılda sadece 417 kitap basıldığını biliyor musunuz? Osmanlı’ya matbaa gelene kadar Avrupa’da, 2.5 milyon farklı kitap basıldığını, 5 milyar da satıldığını sanırım bilmiyorsunuz.
Voltaire’nin, “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır” acı tespitini de sanırım okumamışsınızdır.
Neymiş benim canımın içi; MEZAR TAŞI OKUYACAKMIŞ.
Sen önce iki ciddi kitap oku da; dünya’dan haberin olsun.
Esen kalınız.
NOT: Bu yazı: O. Türk Oğuz’un bir yazısından alıntılarla yazıldı.